Bir hayal gömüsü: Aylaklar | Yusuf Çopur

Aralık 17, 2025

Bir hayal gömüsü: Aylaklar | Yusuf Çopur

İlk defa ne zaman okuduğumu hatırlayamasam da son yıllarda birkaç kez okudum Aylaklar’ı. Romanın kurgusu, şahıs kadrosu, konusu… Her okuyuşumda ilk defa okuyor gibi yeni katmanlarda dolanıp durdum. Geçen yaz bir kez daha masamda görünce dayanamayıp başladım romana. Bu sefer, kahramanların hayalleri üzerine düşündüm. Her biri kendi dünyasında ayrı bir savrulmayı yaşayan karakterler bir araya gelince kocaman bir hayal gömüsünde buldum kendimi. İşte o zaman karar verdim onların ve hayallerinin peşinden gitmeye…

Melih Cevdet Anday’ın kendi adıyla yayınladığı ilk romanı olan Aylaklar, basılmadan önce Cumhuriyet gazetesinde (15 Mart- 4 Temmuz 1964) 109 sayı olarak tefrika edilir. Roman, Bulgarcadan Rusçaya pek çok farklı dile çevrilir. Bir aile romanı olarak kabul edilebilecek Aylaklar, dört kuşak içinde yaşanan sosyal ve tarihsel değişimler ekseninde bireylerin bu değişimle olan mücadelelerini anlatır (Tuğcu, 2017, s.  428).

Aylaklar’da kurgusal zemin iki bölümden oluşur. Bu kurgusal zemin iki farklı mekân üzerinden (önce konak sonra apartman dairesi) ilerler ve desteklenir. Bu ikilik eser boyunca geçmiş-gelecek, eski-yeni, genç-yaşlı, sakin-sinirli, evli-bekâr, iyi-kötü vb. şeklinde kimi zaman karakterler kimi zaman ilişkiler kimi zaman da sosyal çatışmalar üzerinden devam ettirilir. Roman, iki farklı bakış açısıyla anlatılır. Birinci bölümde hâkim anlatıcı, ikinci bölümde ise, Muammer’in ağzından, kahraman anlatıcı vardır.

Aylak Tip

Aylaklar, Türk edebiyatında Ahmet Mithat’la başlayan “aylak tipi” karakterler içerir. Araştırmanın zemini oluşturan hayal kavramını bu romanda da baskın şekilde yer alan “aylak tip” üzerinden değerlendirmek için edebiyatımızda “aylak tipler” ve aylak kavramı üzerinde durmak faydalı olacaktır.

Aylak birey tipi Georg Simmel’in tanımladığı “yabancı” birey tipiyle birebir uyumludur. Çünkü Simmel’in yabancı tipi sadece bir şahsı değil aynı zamanda bir etkileşim biçimini de ifade eder. (Ölçer, 2023, s. 41). Simmel’e göre yabancı “[b]elli bir mekân dairesi içinde -ya da sınırları mekânsal sınırlara benzeyen bir grup içinde- sabitlenmiştir, ama onun içindeki konumu temelde, en başta ona ait olmamasının ve ona baştan beri onun bir parçası olmayan, olamayacak nitelikler taşımasının etkisi altındadır” (Simmel, 2009, s. 149).

Aylaklık, Benjamin Walter’da, “eşik karakterdir. On dokuzuncu yüzyıl Paris’indeki siyasi veya sınıfsal ilişkiler içinde bir sınır içerisinde gezindiğini görmek zordur. Sınırlar arasında görülebilinir ancak bir ayağı sınır dışındadır” (Ümer, 2017, s. 39). Benjamin’in aylak karakteri, “sürekli kılık değiştiren, bir gezginin kendisini satılığa çıkartacak kadar arsız, ancak bir yere ait olmayacak kadar uçuşkandır” (Benjamin, 2001, s. 98-99).

David Le Breton “aylak” kişiyi kendi içinden gelen ses doğrultusunda yol alan; duygusal çekimlerini anlık sezgileri, bir yerin atmosferiyle ilgili sezgileri yönlendiren; girdiği yol beklentilerini karşılamamışsa ansızın, kolayca yolu kısaltan ya da başka bir yöne sapan kişi olarak tanımlar (Le Breton, 2008, s.105).

Edebiyatımızda bu tür tiplemelere rastlamak mümkündür. Bu insan tipi “Türk edebiyatında ilk defa Tanzimat Dönemi sanatçılarından Ahmet Mithat Efendi tarafından Felâtun Bey ve Râkım Efendi adlı romanda Felâtun karakteriyle işlenir. Temsilcilerinden sadece birinin Felâtun Bey olduğu bu tip, Tanzimat dönemi edebiyatımızda Batılılaşmayı yanlış anlamış bireyleri temsil edecek şekilde kurgulanmıştır” (Koçal, 2010, s.  209).

Türk edebiyatında aylaklık hali, durumu, 1940’lara kadar (Felâtun Bey ve Râkım Efendi– Felâtun Bey, Araba Sevdası– Bihruz Bey, Efruz Bey– Efruz Bey, Şıpsevdi– Meftun Bey, Kiralık Konak-Hakkı Celis, Sodom ve Gomore– Necdet) kültürel kırılma ile Doğu-Batı karşıtlığı altında ele alınmıştır. Bununla birlikte karakterler açısından bakıldığındaysa “Felâtun ve Bihruz aptal, cahil ve gülünçtürler, sonrakiler okumuş, zeki ve tehlikeli. Birinciler alafrangalık uğruna servetlerini batıran mirasyedilerdir, ötekiler alafrangalığı servet yapma yolunda kullanırlar, Birinciler alay konusudurlar çünkü «olmak istedikleri» ile «oldukları» arasındaki farktan güldürü doğar; ikinciler ise gülünç değillerdir, çünkü olmak istedikleri gibi olmuşlardır” (Moran, 1977, s. 16).

Aylaklık, 1950’lerden (Aylak Adam– C., Aylaklar– Muammer, Hallaç– Bay Suret) itibarense varoluşçuluk bağlamına yerleşmiş ve insanın varlık olgusunu sorunsallaştırmasıyla birlikte ele alınmıştır (Kılıç, 2017, s.  5).

Aylak Adam, Türk edebiyatında aylaklık kavramının felsefi ve varoluşsal bir temele oturtmuştur. Bu romandan sonra romanlarda, öykülerde, aylaklık hali, durumu felsefi derinlikleri ile yer almaya başlamıştır. Baştan sona aylaklığı konu edinmeseler de pek çok eserde ‘aylak adam’ özellikleri taşıyan karakterlere yer verilmiştir.

Eylem İnsanı Olamamak …

Aylaklar romanında neredeyse her kahramanın kendi dünyasında hayalleri vardır. Bu şekilde aylak bir yaşam süren insanların ideale dönüşmeyen hayalleri onları yaşadıkları asalak hayattan kurtaramaz. Çoğunun hayali bir süre sonra hülyaya, ütopyaya ve hatta rüyaya dönüşür. Çünkü bu kişilerin hiçbiri bir eylem insanı değildir. Düşünmek bile çoğu zaman onlar için bir yük olur. Konaktaki yaşlıların gerçek yaşamla bağları kopmuştur. Çünkü “Konakta yaşayanların büyük çoğunluğu eski devre mensup insanlardır. Bu mensubiyet, onların yeni devirde ayakta kalabilmelerini güçleştirmektedir” (Dere, 2015, s.  57). Aylaklar’da hayaller, tarihsel ve toplumsal bağlamda imtiyazlı aristokratik grubun gücünü elinden yitirdiği ve tüccar sınıfı ile burjuvazinin yükselerek aristokratik grubun alanını daralttığı zemin”e (Kurt, 2024, s. 77) direnmenin, kimi zaman da bu zeminden uzaklaşma hevesinin bir yansıması niteliğindedir.

Konak sakinleri için yegâne amaç, var olan konak standartlarında yaşamlarını devam ettirmeleridir. Bunun dışında bir şey düşünmelerini, bir şeyler üretmelerini, kendilerini gerçekleştirmek için harekete geçmelerini gerektirecek bir neden yoktur. Araştırmanın bu bölümünde roman kişilerinin, her ne kadar gerçekleştiremeseler de hayalleri üzerinde durulmuş ve bu hayallerin kurgusal zeminde roman üzerindeki etkisi tartışılmıştır. Galip Bey ve Pakize’nin romanın olay örgüsüne ciddi bir etkisi olmadığı, daha çok diğer karakterlerin anlatımıyla onlara yer verildiği ve romanda varlıkları pek hissedilmediği için araştırmanın bu kısmında yer almamışlardır.

Leman Hanım: Leman Hanım’ın eser boyunca tek hayali konak hayatının eskiden olduğu gibi devam etmesidir. Zamanının etkili ve varlıklı paşalarından olan Şükrü Paşa’nın konağı eskiden olduğu gibi zengin bir hayatın merkezi olmalıdır. Aylaklar, Leman Hanım’ın babası Şükrü Paşa’nın bir hayaliyle başlar. Konak, Şükrü Paşa’ya Abdülhamit’in bir hediyesidir. Şükrü Paşa, daha konak yapılırken bir gün Padişahın bu konağa gelip misafir olacağını hayal eder. Konağın her ayrıntısını bu hayaline göre yaptırır. “Şükrü Paşa, Leman Hanım’ın annesiyle artık yaşını başını almış olarak evlendi. Padişah bu evliliği haber alınca Şükrü Paşa’yı çağırtmış, ona ihsanlarda bulunmuş ve Anadolu yakasında bir köşk yaptırmasını salık vermişti. Bu tavsiye paşada bir gün Padişahın bu yeni köşke geleceği umudunu doğurmuş işte, Erenköy’deki köşkün planı da bu kaygı ile hazırlanmıştı (Anday, 2011, s. 16).  Şükrü Paşa, konağın yapımından yaşamının sonuna kadar Padişahı beklemiştir. “Ölümüne yakın aylarda da bunadı… kapı çalındı mı hemen yerinen fırlıyor, ‘Padişah geldi, efendimiz geldi…’diye bağırarak aşağılara koşuyor ve o sırada karşısına kim çıkarsa, yerlere kadar eğiliyor, el etek öpüyor, ‘Şükür bugünü gösterene!’ diyerek ellerini göğe açıyordu (Anday, 2011, s. 17-18). Gelmeyen o misafir ve gerçekleşmeyen bu hayal, mal varlıkları gibi kızı Leman Hanım’a babasından miras kalmıştır. Bu anlamda Aylaklar için, gerçekleşmeyen hayallerin romanıdır, denilebilir.

Birinci Neslin Ölü Doğan Hayalleri

Leman Hanım, babasını delirmiş, bunamış, padişahı bekler halde kaybeder. Roman, birinci neslin hayalinin ölmesiyle başlar. Leman Hanım, babasından miras kalan bu köşkte (romanda kimi zaman köşk kimi zaman konak ifadesi kullanılır) padişahın gelmesi hayalini olmasa da babasının kudretli zamanlarındaki gibi bir hayatı yaşamanın hayalini taşır. Leman Hanım’ın hayali geleceğe değil geçmişe dönüktür. Bu bakımdan diğer karakterlerden ayrılır. O, geçmişin hayalindedir. Onun için geçmiş zenginlik, mutluluk, demektir. Leman Hanım’ın eskiye olan hayalleri onu bir eski zaman düşkünü haline getirir. O, yaşlı bir kâhya kadın gibi elinde anahtarlarla bütün gün köşkün odalarını dolaşmaya başlar ve her şeyin yerli yerinde olup olmadığına uzun uzun bakar. Olur da bir tabağı veya bir fincanı yerinde göremezse evin bütün hizmetçilerini çağırır, polis çağırmakla onları tehdit eder, bir şekilde o eksik olan şeyin bulunmasını sağlar (Anday, 2011, s.  30).

Leman Hanım’ın eski zamanlardaki gibi yaşama hayali, o kadar hastalık derecesine varır ki Leman Hanım, ilk çocukları Mürşide’ye daha çocukken tüm aile tarihini ezberletir. Mürşide’yi kendi soylu geleneklerine göre yetişmeyi hayal eder. Olur da Mürşide’nin terbiyesini Davut Bey’e bırakırsa Mürşide’nin yeniyetme sivri akıllılara benzeyeceğini düşünür. Leman Hanım, Mürşide üzerinde sıkı bir program uygulamaya başlar. Sabahtan akşama kadar Mürşide’ye aile büyükleri hakkında bilgiler verir. Dedesi Şükrü Paşa’nın nasıl bir kahraman ve zengin, asil bir insan olduğunu anlatır. Aile büyüklerinin köşklerinin, yalılarının, evlerinin nerde olduğunu, hangisinin satıldığını, hangisinin durduğunu, Şükrü Paşa’nın Kayseri yolculuğunu, oradan dönüşünü, padişahla aralarının nasıl olduğunu, daha önceki evliliklerini (Anday, 2011, s.  29)… Leman Hanım, aile tarihine dair en küçük ayrıntıyı dahi atlamadan Mürşide’ye ezberlettirir.

Leman Hanım’ın bir konak hanımefendisi gibi yaşama hayali, onu hayatın gerçeklerinden uzaklaştırır. Zira, devir eski devir değildir. Ülkede yönetim değişmiş, Paşa babasının ve arkadaşlarının saltanatı sona ermiştir. Leman Hanım, her ne kadar konak hanımefendisi gibi yaşamak için babasından kalan tüm malları satmak durumunda kalsa da bunu çok dert etmez. O, bir gün dahi bu konakta şatafatlı bir hanımefendi yaşamıyla, sözünden çıkmayan ailesiyle, etrafında dolanan hizmetçileriyle mutludur. Diğer yandan Şükrü Paşa Konağı’nın saltanatı günden güne erimektedir. Hemen her ay ekonomik nedenlerle bir hizmetçiye yol verilir. Bunlar yetmez, konakta atlar satılır. Konakta eskiyen eşyalar kullanılamaz halde olsa dahi satılamaz. Zira Leman Hanım’ın eskiye olan hayalleri, tutkunluğu, düşkünlüğü “tarih, arkeoloji uzmanlarının, ilkçağ kalıntılarına düşkünlüğü gibi bir şeydi”r (Anday, 2011, s.  40).

Maddi nedenlerle konakta büyük değişiklikler yapmak istemeyen Leman Hanım, konak hanımefendisi olma hayaline engel olabilecek, ona gölge düşürebilecek her türlü değişimden uzak durur. “Her şey olduğu gibi dursun, kanepelere de koltuklara da perdelere de dokunulmasın” (Anday, 2011, s. 40) diyerek bütün benliği ile bağlı olduğu geçmişinin, hayallerinin artık bu perdelerde, bu eşyada yaşamasını ister. “Bachelard’a göre doğduğumuz ev, anılarımızı muhafaza eder. Mahzen, tavan arası, koridorlar, köşeler; geçmişin sığındığı uzamdır. Bilinçaltımızın derinlikleri; arzular, korkular, sırlar düşlerimizde açığa çıkar ve yaşadığımız eve taşınır. Unutulmayan hatıralar; mobilyalarda, odalarda, kuytularda barınır” (Sağlam, 2022, s. 193-194). Bu bakımdan konak Leman Hanım için, Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda sözünü ettiği (Bachelard, 2008, s. 8) anıların içselleştirildiği nostaljik mekânlar gibi, geçmişi bugüne taşıyan bir “hatıra mekânı”dır. Onun dünyası, kaybolmuş estetik değerlerin temsilidir.

Konakta hizmetçiler azaltıldığı için ev işleri de güçlükle yürütülür.  Kışın sobalara, mangallara yetişmek, mutfakta hazırlanan yemekleri birinci kattaki salona getirmek, konağı etraflıca silip süpürmek için eskisi kadar uşak ve hizmetçi gerekmektedir. Leman Hanım ise var gücüyle sofra düzenini eskisi gibi, hayal ettiği gibi korumaya uğraşır. Çünkü konaktaki her bir değişim ona pek korkunç gelir. Leman Hanım yemek saatlerinde herkesi masada, kendisini baş koltukta bulduğu, gördüğü zamanlarda biraz olsun hayalini kurduğu geçmişi yaşayabilmektedir.

Leman Hanım’ın konak hayatını eskisi gibi devam ettirme hayali, bir süre sonra bir saplantıya dönüşür. Onun bu durumu, “gerçek olana ulaşmak mümkün olmadığında canlandırılan nostalji” olarak tanımlanan (Eser, 2007, s. 118) “canlandırılmış nostalji” haline birebir uymaktadır. Leman Hanım, yaşama dair kaybettiği her şeyini yeniden “canlandırma” mücadelesindedir. Leman Hanım, bu mücadele kapsamında, konak yaşamının eskisi gibi şatafatlı sürdürebilmek adına, konakta olan pek çok gayrimeşru olayı dahi örtbas eder. Kızı Pakize’nin Kör Derviş’le ilişkisini, Mürşide’nin hamile kalıp çocuğunu aldırmasını maddi gücünü kullanarak örter. Hatta Şükrü’nün hem Nesime hem de Mürşide ile ilişkisini bilir ama kendi kontrolünde olacak kadar bunlara müsaade eder, yine kocası Davut Bey’in kimi zaman hizmetçilere kimi zaman Nesime’ye karşı çapkınlıklarını görmezden gelir, hoş görür. Onun için önemli olan konak hayatını sarsacak herhangi bir olayın olmamasıdır. Bu olayın ne olduğunun hiçbir önemi yoktur. Roman boyunca Leman Hanım, evin içindedir. Dış dünyayla kurduğu ilişki yok denecek kadar azdır. Bu mekânsal sınırlılık, onun iç dünyasının derinliğiyle çelişmez; aksine bu içe kapanış, zihinsel bir derinleşmeye işaret eder. Leman Hanım konağı, adeta geçmişin yaşadığı bir müzedir. Bu yönüyle o, Bachelard’ın (2008) “mekân ve hafıza” ilişkisinde sözünü ettiği ev figürünün cisimleşmiş hâlidir.

Kendi çocuklarının her konuda olduğu gibi evlenme konusunda da hiçbir eyleme geçmediğini gören Leman Hanım, konak hayatının devamı ve canlılığı için Muammer’i evlendirmek ister. Bir annenin evladının mutluluğunu görme heyecanı değildir Leman Hanım’ın hissettiği. Konak hanımefendisi olarak kalma, bu şekilde babası Şükrü Paşa’nın soyunu sürdürme hayalinin bir yansımasıdır tüm çabaların sebebi: “Leman Hanım, ‘gençleşmeli konak’, diye onların sözünü kesti. ‘Gelinler, damatlar gelmeli, çocuklar doğmalı, Şükrü Paşa’nın soyu yürümeli. Eski günleri, tatlı günleri, neşeli günleri ihya etmeli efendim” (Anday, 2011, s.  90).

Muammer ile Ayla’nın düğünü Leman Hanım’ın eski günlerdeki gibi yaşama hayalinin bir yansıması olarak oldukça şatafatlı bir törenle yapılır. Leman Hanım’ın yaptığı masraf, sadece yabancıları değil, konaktakileri de şaşırtır. Ekonomik zorluğa düşen Leman Hanım, bu zorluğa rağmen, önce konaktakilere sonra çevresine hala zengin bir aile olduklarını, konakta eski günlerdeki gibi gösterişli bir yaşam sürdüklerini göstermek, Şükrü Paşa’nın torunlarının beş parasız kaldıklarına, kalacaklarına dair söylentilerin önüne geçmek istemektedir.

Leman Hanım’ın gerçek hayat şartlarından kopuk konak yaşamı bir gün kapılarına gelen haciz memurlarıyla trajik bir şekilde son bulur. Leman Hanım ise hala hayal dünyasındadır. Leman Hanım’ın evi mi, diye ondan teyit isteyen haciz memuruna verdiği cevap onun konakla hayatını ve hayallerini ne kadar bütünleştirdiğinin göstergesidir: “Evet, Şükrü Paşa Konağı diye bilinir” (Anday, 2011, s.  142).  Konak sakinleri başta olmak üzere herkes ilk önce şaşırsa da Leman Hanım kadar dert etmez kimse. Leman Hanım, “konağa birtakım öznel değerler, anlamlar atfeder. Onun için konak varsıllığının, soyluluğunun ve iktidarının da göstergesi olur. Bu nedenle konağı; yalnızca barınmak ve hayatta kalmak için değil, aynı zamanda sahip olduğu değerlerin de sürdürülmesi için koruyup kollar” (Tanyeri & Pulat, 2022, s. 150-151). Bu sakinler, şaşırmayı dahi unutmuş kimselerdir. Leman Hanım, bu durum karşısında fenalık geçirir ve kısmi felç yaşar. Sonrasında hasta ve yatalak bir kadın olarak torunu Muammer’in babası Galip Bey’den kalan parayla aldığı apartmana taşınır. Leman Hanım, bu sahneden sonra adeta romandan çekilir. Leman Hanım’ı var eden, onun hayatına anlam katan aristokratik geçmişi ve soylu yaşantısıdır denilebilir (Kurt, 2024, s. 72). Romanın ikinci bölümü olan apartman hayatında Leman Hanım varla yok arasında bir etkidedir. Haciz memurları Leman Hanım’ın bir hastalığa dönüşen, onun gerçeklere karşı gözlerini kör eden geçmişteki gibi konak hayatında gösterişli bir hanımefendi gibi yaşama hayalini öldürürler. İlginçtir ki, babası Şükrü Paşa, padişahı konakta misafir edeceği hayaliyle, delirerek ölmüş, Leman Hanım da Paşa babası zamanındaki gibi bir konak hayatını düşleyerek felç olmuş, daha sonra bir apartman dairesinde hayata veda etmiştir. Konakla birlikte yıkılan sadece hayaller değil aynı zamanda bir devirdir. Artık paşaların, asillerin, padişah yakınlarının zamanı değil, tüccarların, müteahhitlerin, toprak sahiplerinin zamanıdır. Birinci nesilde olduğu (Şükrü Paşa) gibi ikinci neslin de gerçek hayattan kopuk hayalleri hazin bir sonla nihayete ermiştir.

Davut Bey: Leyla Hanım kadar güçlü bir karakterin yanına Davut Bey gibi “edilgen” bir karakter konulması, romanın Leyla Hanım merkezli ilerlemesini sağlamıştır. Birinci bölüm, Leyla Hanım ve onun bir iktidar tutkusuna dönen hayalleri çevresinde ilerlemiştir. Davut Bey, eşi gibi at meraklısıdır ve bir Osmanlı bürokratının torunudur. Bir mirasyedidir. Arnavutluk valiliği yapmış dedesinden kalan mirası neredeyse tüketmiştir. Gençliğinde Avrupa’daki jön Türklerle çalışmak için Paris’e kaçmış, örgütlemede gösterdiği beceriyle kısa zamanda dikkat çekmiş, örgüttekilerin çıkar hesapları içinde olduğunu fark edince kendisinde bulunan defterleri bir arkadaşına teslim ederek siyasetten tamamen çekilmiştir (Doğan, 2012, s. 144).  Çekilmiş, sinmiş bir karakter olan Davut Bey’in hayalleri de ve hayallerinin roman karakterleri üzerindeki etkisi de bu nispette zayıftır.

Davut Bey’in ilk hayali, eşinin bir rahatsızlığı sonucunda ortaya çıkar. Leman Hanım’ın göğsünde bir şişkinlik belirir. Doktorlar bu şişliğin kanser olabileceğini söyler. Konak bu haberle matem havasına bürünür. Davut Bey de bu havaya uyarak derin düşüncelere dalar. Leman Hanım’ı çalışma odasına götürür, piposunu uzun uzun doldurup yakar ve eşine kaç gündür hazırlığını yaptığı hayali hakkında bilgiler verir: “Türkiye’de bir kanser araştırma fonu kurmak… Kaç gündür bunun hazırlığı ile uğraşıyorum. Avrupa’nın belli başlı yerlerindeki kanser araştırma merkezlerine mektuplar yazdım. Onlardan gelecek cevaplara göre işe girişeceğiz. İlk olarak yirmi bin lira lazım gelecek ki…” (Anday, 2011, s. 23). Leman Hanım eşini daha fazla dinlemez. Ağlayarak odadan ayrılır. Kocasının bu pervasız konuşmalarından etkilenen Leman Hanım, eşinden ayrılacak kadar derinden üzülür. Göğsündeki o şişkinliğin adi bir çıban olduğu ortaya çıkınca konak iktidarını sürdürme hayaline halel gelsin istemeyen Leman Hanım, kocasının bu sözlerini unutur. Davut Bey, kendince eşinin adını dünyalara duyurmak tutkusuyla böyle bir hayalinin olduğunu belirtir ve “Bütün insanlığı ilgilendiren bir başarı için yeryüzüne geldiğime inanıyorum karıcığım” (Anday, 2011, s. 23) der.

Davut Bey’in hayalleri, siyasetten ve aktif sosyal hayattan çekildikten sonra kendini değerli hissetme isteğinin bir yansımasına dönüşür. En büyük ideali olan vatan uğruna çalışmak hayali arkadaşlarının vatan adına çalışmak yerine çıkar ilişkileriyle menfaatleri için çalışmaları neticesinde sönen Davut Bey, bu hayal kırıklığını miskin bir hayat yaşadığı konak yaşamında unutmak istemekte, yeni hayallerin peşinden koşmayı hedeflemektedir. Bu yönüyle arkadaşı Dündar Bey gibidir. Mevcut yaşamın gerçekleri onları ideallerinden soğutmuş, yaşamın kıyısına itmiştir. Hayalleri, Davut Bey için bir varlık sebebidir. Aslında ikinci neslin hayalleri ile yaşama olan bağlılıkları birbiriyle yakından ilişkilidir. Leman Hanım ve Davut Bey kendi varlıklarını hayalleri üzerine kurmuş, gerçek hayattan kopuk kişiler olarak dikkat çeker. Aynı neslin insanı Dündar Bey’inse hayalleri olmasa da kendisi gerçek yaşamdan kopmuş bir kişidir. Bu neslin ortak özelliği değişen sosyal ve siyasal ortamın terk edilmiş, kimsesiz bıraktığı insanlardan oluşmasıdır. Zira değişen siyasi ortam ikinci nesle yaşam imkânı vermemiş, onları hayalleriyle birlikte gündelik yaşamın dehlizlerine gömmüştür. 

Davut Bey, konaktakilere sürekli hayallerinden bahseder. Paris’teyken dumansız sigara icat etme hayali olduğunu, bu hayali için giriştiği işleri sigara fabrikalarının haber aldığını, bu fabrikaların birbirleriyle rekabete girerek sonunda kendisine engel olmaya çalıştıklarını anlatır. Bununla da yetinmeyen Davut Bey, karısına; atmosferde yaşayan hayvanları denizde, denizde yaşayanları atmosferde yaşatmak için de yorucu çalışmalara atıldığını, parası kalmayınca çaresiz çalışmalarını yarıda bıraktığını anlatıp “Bende bu türlü yüzlerce tasarı vardır… Bunları bir gün teker teker gerçekleştireceğim, göreceksin” (Anday, 2011, s. 24) der. Davut Bey’in bahsettiği yüzlerce “tasarı”sı önce bir hayale, sonra bir ütopyaya en sonunda bir yokluğa doğru yol alır.

Hayaller “Yeni Bir Schliemann Olmak” Gerçekler Yapayalnız Bir Ölüm…

Davut Bey’in hayalleri arasında “yeni bir Schliemann” olmak da vardır. Çanakkale’ye geldiği zaman Schliemann’in elinde sadece bir masal olduğunu söyleyen Davut Bey, onun masala inandığı için başarıya ulaştığını düşünür. Troya topraklarını kazarken Schliemann’in İlyada’dan masallar okuduğunu söyleyen Davut Bey, buna rağmen kendisinin elinde onun gibi tafsilatlı bir kitap olmadığını söyler. Davut Bey’e göre Argo gemisi masalı üzerinde iyi düşünen, o masalı iyi anlayan çok şey öğrenebilir; Homeros Argonotların başından geçenleri yazsaydı onun işi daha kolaylaşacaktı. “Ne yapacağım biliyor musun? Argo gemisine benzer bir gemi inşa ettireceğim… Onunla Çanakkale’den, Marmara’dan, İstanbul Boğazı’ndan geçeceğim… Argo gemisi bizi doğru Altın Post’un bulunduğu yere götürecektir” (Anday, 2011, s. 24). Böyle diyerek Davut Bey, çalışma odasının kapısına “Argo Gemisi Araştırma Merkezi” levhasını asar. Davut Bey, günlerce haritalar ve kitaplar üzerine çalışır. Dünyanın dört bir yanına, özellikle Avrupa’nın büyük kentlerindeki araştırma kurumlarına yüzlerce mektup yazar. Gelen cevapları dosyalar. Bu sırada eve birtakım insanlar dadanmıştır. Çoğu balıkçı ya da gemicidir. Bu adamlar konağın zemin katına yerleştirilir. Ortadaki taşlığa büyük bir masa konulur. Bu masanın üzerine büyük bir harita açılır. Argo gemisini temsil eden yarım metre uzunluğundaki gemi modeli haritanın üzerine konulur. Davut bey, kahvaltıdan sonra öğle vaktine kadar bu adamlara yapacakları yolculuk üstüne bilgiler verir, bu yolculukta karşılaşacakları zorlukları anlatır. Kafaları şişen adamlar dağıtılan şarapla kafayı bulur. Adamların derdi bedava şarap ve yemektir. Davut Bey ise hayalini gerçekleştirecek neferler yetiştirdiğini düşünür. Öğleden sonraki dersler sarhoşluk nedeniyle yarıda kalır. Çünkü Davut Bey başta olmak üzere bütün adamlar uyuya kalır. Davut Bey’in bu hayalinin, aslında kurduğu her hayalin, önündeki tek engel, gerçek hayattan kopukluklarıyla birlikte, bu işler için gerekli olan paradır. Leman Hanım kocasının bu tür hayallerinden bıkıp usanmıştır. Bir zamanlar kocasının oyalanması için ses çıkarmadığı bu hayaller artık onu da daraltmıştır. Hem gerekli paranın kendinde bile olmaması hem de uçsuz bucaksız bu hayallerin konağın durağan hayatını bozacağı endişesiyle kocasına çıkışır ve bir besleme gibi her gün gelip yiyen, içen, sızan adamları konaktan uzaklaştırır. Davut Bey de bunun üzerine “Argo Gemisi Araştırma Merkezi’nin bütün dosyalarını bir sandığa koyup kilitler ve sandığın üzerine ‘Elli yıl sonra açılacaktır.’ (Anday, 2011, s. 28) yazar.

Argo gemisi hayalini sandığa kapatan Davut Bey’in onu gençleştiren, coşturan, duygulandıran sonraki hayali Yuşa Tepesi’ne Fatih Sultan Mehmet’in yüz metre yüksekliğinde bir heykelini diktirmektir (Anday, 2011, s. 42). Bu hayale en büyük engel yine paradır. Davut Bey yine yüzlerce yere mektup yazar, bu hayalini Leman Hanım’dan bağımsız hayata geçirmek ister ama değişen dünyanın farkında değildir. Kimse mektuplarına cevap vermez. Davut Bey de zihninde bu hayalini gerçekleştireceği günlerin hayalini kurar ve bir gün kafayı yer: “Ben Fatih Sultan Mehmet’in heykeliyim!” (Anday, 2011, s. 128) diye tutturur. Kendine akıl almayacak amaçlar, hayaller, ülküler bulan Davut Bey, hiçbir hayalini gerçekleştiremez, bir çocuk parkında sessizce ölür. Davut Bey, yazar tarafından bir mirasyedi tipine dönüştürülüp, pahalı, sonuçsuz, uçuk kaçık merakları, hayalleri ve fantezileriyle zenginleştirilerek renkli bir figüre dönüştürülmüştür. Davut bey, fantezi denilebilecek pahalı ve sonuçsuz hayaller, tasarımlar, projeleriyle gerçeği kaybetmiştir (Doğan, 2012, s. 149). Çünkü Davut Bey, “uyumsuz hayal kurma”yı alışkanlık haline getirmiş biridir. Uyumsuz hayal kurmayı Somer ve Herscu (2017) “bireyleri günlük işlerinden alıkoyan, sürükleyici ve uzun soluklu olan bireyin gerçek hayatla olan bağını zayıflatan bir durum” olarak niteler. Bu yaklaşıma göre “uyumsuz hayal kurma davranışına sahip bireyler kendilerini hayal kurmaktan alıkoymamakta hatta bazıları bunu bilinçli olarak sürdürmektedir. Bu bireyler ise Somer tarafından “maladaptive daydreamer” yani “uyumsuz hayalperestler” olarak isimlendirilmiştir” (Yam, 2021, s. 28) Bu açıdan Davut Bey, romanın belki de tek “uyumsuz hayalperest”idir.

“İdeal Çocuk” Kurbanı Olmak…

Mürşide: Babası Davut Bey ve annesi Leman Hanım’ın “ideal çocuk” yetiştirme takıntılarının kurbanı olmuş, önceleri babasının uçuk kaçık hayalleriyle oyalanmış, sonraları Leman Hanım’ın anlattığı, ezberlettiği aile tarihi hikayeleriyle psikolojisi bozulmuştur. Herkese, düşman, kimseyi sevmeyen, sinirli, kavgacı bir çocuk, bir genç kız oluvermiştir. Fiziksel olarak kendini güzel bulmaması kıskançlık hastalığına neden olmuş, önce kardeşi Pakize’yi sonra Nesime’yi ve Ayla’yı kendine rakip görüp konak hayatının tüm ahengini bozan kişi olmuştur. Mürşide hayalden öte bir plan kadınıdır. Breton’un istekleri karşılanmadığında hemen yönünü değiştirir dediği (Breton, 2008) aylak tipin romandaki yansımasıdır: Şükrü’yle, fırsat bulduğu her erkekle yatmayı, yeğeni Muammer’le eşi Ayla’nın arasını bozup onları ayırmayı, Nesime’ye türlü iftiralar atarak onu aileden uzaklaştırmayı, içindeki tüm hasetliği, kıskançlık zehrini, iyiye, güzele olan düşmanlığını tüm konak sakinlerine yansıtıp onları kendi haricindeki herkesten soğutmayı planlar. Mürşide, ruh hali sürekli değişen ve devamlı kendi amaçları doğrultusunda kendine yeni yollar arayan ve Freud’un “işlevsel bir eylem” olarak tanımladığı (Freud, 1962) hayallerinin, planlarının peşinde koşan aylak bir tiptir.

Mürşide, önce babasının acayip eğitim anlayışı, sonra da annesinin asalet takıntılı ve aile tarihi saplantılı öğretme sürecinden geçen, hayatla ve gerçekle bağını yitirmiş, olmayan bir geçmişe gömülmüş zavallı biri (Doğan, 2012, s. 149) olarak bir sokak ortasında yapayalnız, kimsesiz kalır. Alkol düşkünü sahte bir asilzade (Akça, 2023, s. 157) olan Mürşide Şükrü gibi yıkıcı bir karakterdir. Gerek anne babasının ona karşı yanlış yaklaşımı gerekse alkolün etkisi onu bir hayal insanından ziyade bir “plan kadını” haline getirmiştir. Mürşide iyiye ve güzele dair ne varsa hepsini yok etmeyi planlayarak dokunduğu hayatı kötülükleriyle zehirlemeyi tasarlamadan da geri durmaz. 

Muammer: Romanın birinci bölümünde Leman Hanım ve hayalleri ağır basarken ikinci bölümde Muammer’in günlükleri romanın belirleyici faktörü olur. Muammer romanın ilk bölümünde konak hayatını, Leman Hanım’ın konak hâkimiyetini tamamlayan figürlerden biridir. Hiçbir ideali yoktur. Yer, içer, gezer. Düşünmez. Düşünmeyi gereksiz bulur. Düşünme gereği de hissetmez. Konakta anneannesince kurulan düzenin etkisiz, edilgen bir parçasıdır. Arkadaşı Şükrü ile takılır. Ne zaman ki babası ölüm döşeğindeyken konuşur o zaman kendini, kendi gerçeklerini, hayatın gerçeklerini fark etmeye başlar. Romanın ikinci bölümü Muammer’in “özgür olmak” hayalinin bir yansımasıdır. Onun günlükleri aynı zamanda bir iç hesaplaşmadır. Hem kendisi hem de ailesi içindir bu hesaplaşma. “Ben de insan değilim. Bir hayal içinde yaşadım bugüne kadar. Sonra birtakım gürültüler oluyor, uyanıyoruz, şaşırıyoruz, rahatsız oluyoruz. En kötüsü yaşamaktan soğuyoruz. Yaşamaktan soğumamak için tek çare daha güzel bir dünya düşünmektir. O dünyayı özlemek ve dünya için savaşmaktır” (Anday, 2011, s. 179).

Maddi nedenlerden dolayı konaktan Muammer’in babasından kalan parayla aldığı apartman dairesine geçiş, aynı zamanda hayallerden gerçeğe bir geçiş gibidir. “Muammer, ailesinin içinde bulunduğu gerçeklerin farkındadır; bu nedenle onlar gibi olmaktan çok korkmaktadır. Kendisini ailesinin kalıtı olarak görür ve psişik miraslarını taşımak istemez” (Akça, 2023, s. 154). Buna rağmen, Muammer kendi sorumluluğunu dahi almaya üşenen biriyken ailenin tüm yükü onun omuzlarına biner. Anneannesi, dedesi ölür. Dündar bey bir hastane odasında son nefesini verir. Romanın hayal tarafını simgeleyen birinci nesil o hayallerin hiçbirini gerçekleştiremeden hayattan koparlar. İkinci nesil zaten yok gibidir. Galip Bey’in önce ölüm sessizliği sonra ölümü, eşi Pakize Hanım’ın daha Muammer’i doğururken ölümü bu nesli zaten yok hükmünde kılmıştır. Teyzesi Mürşide delidir. Sembolik olarak da Osmanlı’yı temsil eden birinci nesil, değişim ve dönüşüm zamanını temsil eden ikinci nesle bir sürü mal mülk, şöhret bıraksa da değişimin ilk nesli olan üçüncü nesil üretmeyi, çalışmayı, düşünmeyi dahi gerek görmedikleri bir hayata gözlerini açmış, ilk iki nesil hayattan çekilince de kendi gerçekleriyle baş başa kalmışlardır. Tam da bu noktada Muammer’in ilk hayali kendisini bulmak, özgür olmak, bir iç huzura kavuşmak olur. Bu özgürlük hayalinin ilk durağı intihar olur. Muammer ölerek özgürleşebileceğini düşünür. “Sabaha karşı intihar ediyordum az kalsın… Tabanca beni doğru yola sokacak anlaşılan” (Anday, 2011, s. 186). Bir eylem insanı olmayan Muammer hayalini kurduğu özgürlüğün ölümde olmadığına kendini inandırır ve özgürlüğü kadında, sevişmede arar. “Muammer, yeni bir dünya özlemini bir kadını bırakıp (eşi Ayla’yı) yeni bir kadınla sevişmek isteğine benzettiği için aynı anda Nesime’yle, Ayla’yla, hayat kadınıyla da yatar. Onun için içine düştüğü çıkmazdan, bunalımdan kurtulmanın tek yolu sevişmektir. Muammer bu eylemin de özellikle Nesime’nin evlilik beklentisi nedeniyle onu özgürleştirmediğini, aksine baskı altına aldığını fark eder ve Jean Paul Sartre’ın romandaki söylenişiyle “Cehennem başkalarından geliyor.” sözünü anar, yeni eylem planını bu söz doğrultusunda yapar. Özgürlük, herkesten kurtulmakla mümkündür. Muammer, Tapebaşı’nda bir otele sığınır cebinde tek bir lirası vardır ama özgürdür (Doğan, 2012, s. 173-175). Muammer “aylak tip” olarak derin bir düşünce dünyasına sahip olması bakımından Türk edebiyatında kendinden önceki “aylak”lardan (Felâtun Bey, Bihruz Bey, Efruz Bey, Bay C) ayrılır. Onun hayalleri, özneliğini keşif sürecinde ve özgürleşmesinde önemli etkiye sahiptir.

Ayla: Şükrü’nün arkadaşı olan Ayla onun vasıtasıyla Muammer’le tanışır, Leman Hanım’ın da gayretleriyle Şükrü’yle evlenir. Ayla, evlenmeden önce idealleri, kendisi ve ülkesi adına hayalleri olan biridir. Evlendikten sonra ise konağın havasına uyar ve gerçekle, hayatla bağları kopar. Önce Leman Hanım’la konak hanımefendisi olmanın sonra Muammer özelinde Nesime ve Mürşide’nin kıskançlıklarıyla mücadele eder.

Ayla, Muammer’le tanıştığı ilk zamanlarda evliliğe dahi karşıdır. Evlenmeyi hayalleri öldüren bir eylem olarak görür: “Evlenip de mutlu olan kimseyi göremedim çünkü. Bana gelince, benim ideallerim var, çalışacağım. Üniversiteyi bitirdikten sonra Anadolu’ya gideceğim. Erkeklerin bile gitmeyi göze alamadıkları yerlere” (Anday, 2011, s. 89). Ayla için çocuk yapmak, aile hayatına karışmak dünyada hiçbir hayali, ideali olmayan insanların işidir. Ayla’nın bu idealistliği Muammer’le evlenip konağa yerleştikten sonra bir anda sönümlenir. Konağın asalak hayat sakinleri onu da yutarlar. Konak, romanda hayallerin öldüğü bir mekândır adeta. Konakta Leman Hanım herkes adına düşünür, herkes adına yaşar. Konak sakinlerinin sessizce Leman Hanım’ın kendilerine bahşettiği bu bedava hayatı yaşamaktan başka bir şey düşünmelerine gerek yoktur. Ayla’nın hayali artık Anadolu’nun uçsuz bucaksız kasabalarında halka hizmet etmek değil, Şükrü Paşa Konağı’nda Leman Hanım’ın iktidarından kurtulup kendi iktidarını kurmaktır. “İşte Ayla, hayatını Anadolu’da bir erkek gibi kazanmayı kuran, birtakım idealleri olduğunu söyleyen, Muammer’le evlenmeyi kararlaştırır kararlaştırmaz üniversiteden ayrılmıştı” (Anday, 2011, s. 101).

Anadolu’da öğretmen olma hayalinden vazgeçen Ayla, evlendiği akşam teyzesine çocuk doğurmak istediğini kocasının kaçamaklarını görmezden gelmesinin doğru olacağını, kendisinin ve çocuğunun geleceğini garantiye alması gerektiğini ifade eder. Ayla, tek başına ayakta durma imkânı olduğu halde bunun mücadelesini vermeyip dişiliğiyle köşkte iktidar olmak ister. Konağa dışarıdan gelen biri olarak Ayla’nın konağın aylaklarına bu kadar çabuk dahil olması dikkat çekicidir. Konağın bedava hayatı bir genç kızın hayallerini bir anda söndürebilecek bir güçtedir. Ayla, arkadaşı Şükrü ile birlikte apartman dairesinden kaçar. Mekânın kahramanlar üzerindeki etkisi en belirgin biçimde Ayla’da görülür. Konak Ayla için yeni bir hayatın düşü iken, aynı zamanda hayallerini öldüren bir yer olur. Apartman dairesi ise Ayla’ya hayatın gerçeklerini acımasızca öğretir. Kocasını sevmediğini, bir aile olmayı başaramayacaklarını, Nesime’yi hatta Mürşide’yi kıskanmaktan kendini alamayacağını, Şükrü’ye örtük de olsa gönül kaydırdığını Ayla bu apartman dairesinde anlar.

Bir Meşrutiyet İhtilalcisinin Yaşamdan Kopuşu…

Dündar Bey: Romanda en saygı duyulan kişidir. Bir Meşrutiyet ihtilalcisidir. Davut Bey’in gençlik arkadaşıdır. Eski bir idealisttir. Diğer karakterlerden farklı olarak onun idealleri, hayalleri gerçekle olan bağlarını koparamamıştır. Bu farkındalık onu her şeyden yakınan bir insan haline getirmiştir. Davut Bey’e idealistliğin artık para etmediğini, her ikisinin de umutsuz iki yaşlı insan olduğunu söylemesi bu durumu daha belirgin hale getirmiştir. İdealizmin Türkiye’de bir türlü anlaşılamadığını düşünen Dündar Bey’e göre Fransız ihtilali yeni bir buluştur ve Türk toplumu hem o buluştan yararlanmaya hem de kesesini doldurmaya kalkmıştır.  Oysa ona göre siyaset yararlanmak için değildir (Doğan, 2012, s. 153). Dündar Bey’i idealler ve hayaller zemininde Davut Bey’den, belki de tüm roman kahramanlarından, ayıran en temel özellik onda gerçekle bağı kopmayan bir ideal düşüncesi hakimken Davut Bey (başta siyaset düşüncesi olmak üzere) ve diğerleri için idealler, hayaller bir oyun, kimi zaman bir fantezi gibi kurgulanmaktadır.

Dündar Bey, hayallerini gerçekleştirmemesi noktasında diğer kahramanlarla birleşir. Onun tek hayali kalmıştır: “Benim ne kimseden saygı beklediğim var ne para. Gençlere bir tek şeyi, memleket sevginin nasıl yalana dolana bulaştığını anlatabilirsem yeter o bana” (Anday, 2011, s. 93). Ancak Dündar Bey, bu hayali, ideali için de herhangi bir girişimde bulunmaz. Hayalleri, idealleri karşısındaki eylemsizlik hali onda da hakimdir.

Şükrü: Hayata dair, bir düşüncesi, ideali, hayali yoktur. İdealizm düşmanıdır. Gün bulur gün yaşar bir tiptir. Benjamin’in tanımladığı (2021) haliyle “bir yere ait olmayacak kadar uçuşkan” ve yüzeysel bir kişiliktir. Şükür konak hayatında herkesle teması olan, herkesle bir şekilde iletişimde kalan bir karakter olarak Simmel’in “yabancı” diye tanımladığı (Simmel, 2009) bir aylak tipidir: Her yerdedir ama hiçbir yere ait değildir. Herkesle konuşur ama hiç kimseyle bağlılık duymaz. Kalabalıklar içinde bilinçli bir yalnızlık, kimsesizlik içinde yaşar. Her türlü düşüncenin karşısındadır. Bunu gizlemez. Romanın en asalak, aylak karakteridir. Romanın hem konak bölümlerinde hem de apartman bölümlerinde etkin bir figürdür. Aylaklığı kendine hak görür. İnanmaktan nefret eder. Bütün değerlerini ayağının altına aldığını söyler. Ona göre özgürlük her şeyini kaybettiğinde kazanılan bir değerdir. Özgür olmak için kaybetmek gereklidir. Nihilist bir yaklaşımdadır. Romanda Leman Hanım’ın konak hanımefendisi ve hakimi olması noktasında (konağın bir gün yıkılacağını, herkesin beş parasız kalacağını tekrarlayarak), Muammer’in özgürlük arayışında (Muammer’in çevresindeki kadınlarla birlikte olarak), Nesime’nin iyi bir hayat kurma düşüncesinde (onu sürekli taciz edip kötüye sürükleyerek), Ayla’nın sağlam bir aile kurma düşünde (ona arkadaşlığın ötesinde yakın durup aklını karıştırarak, Anadolu’ya gidip vatana hizmet edecekken onu Muammer’le tanıştırıp evlenmelerini sağlayarak), Mürşide’nin dinmek bilmeyen cinsel arzularını kışkırtmada, hemen her karakterin kendi açısından kurduğu hayalde, idealde yönlendirici, zehirleyici, tüketici bir etkiye sahiptir. Şükrü tam bir hayal ve umut yıkıcı bir karakterdir. Kendi hazları söz konusu olduğunda hiçbir değeri gözü görmez. Topluma olan öfkesi onun yıkıcı tavrını besler. Aristokratik gurubu hırsız olarak görür ve onların imtiyazlarından yararlanmayı kendine hak görür

Nesime: Konağa yaşamın içinden gelmiş tek figürüdür. “Kocasına ihanet etmiş, evden kaçmış ve yaşadığı aşkta mutluluğu bulamayınca gelip Şükrü Paşa konağına sığınmış, içine kapanık bir kadındır” (Akça, 2007, s. 170). İlk önceleri Ayla gibi liseyi bitirip kendi ayakları üzerinde durma hayalindedir. Şükrü’nün tacizleri ve yönlendirmeleri nedeniyle bu hayalini gerçekleştirmez ve bir anlamda konaktaki aylak yaşamın yeni bir ferdi olur. Nesime, hayallerinden vazgeçer ve mevcut konak hayatının tekdüzeliğinden, asalaklığından kurtulmak için arayışlara girer. Aylak yaşamın sonucunun neler olabileceğini kendi hayatında tecrübe etmiş biridir. Nesime, romanda hayaller ve idealler zemininde edilgen bir figürdür. Başkalarının hikâyesine, hayatına mekanına sığınmış biridir, bu nedenle kendini güvende hissettirecek arayışlara kapılır. Üçüncü nesil içinde gerçeklerle bağı kopmamış tek kişidir. O yoksul bir yaşamdan konağa gelmiştir. Konağın ona sunduğu şatafatlı yaşamın geçici olduğunu bilir. Bu yaşamın kalıcı olması için Muammer’le ilişki yaşamak ister. Onu elde ederse varlıklı bir yaşam süreceği düşüncesindedir. Muammer ise Nesime’nin bu hayallerinin ötesinde Nesime’yi kadınlığından faydalanacak birisi, onu cinsellikle özgürlüğüne kavuşturacak bir obje olarak görür. Şükrü de Nesime’nin yalnızlığından ve arayışından yararlanır, onunla birlikte olur. Nesime, romanın sonunda apartmandan kaçar.

Üç Neslin Devreden Hazin Öyküsü ve Tutunamayan Hayalleri

Aylaklar, üç neslin öyküsünü konaktan apartman dairesine, geçmişten geleceğe, eskiden yeniye anlatan bir romandır. Aylaklar, genel anlamda hayata dair bir düşünceleri, derdi olmayan, günübirlik yaşayan, üretmeyen, hazıra konan, bir yaşam felsefine sahip olmayan kişiler olarak tanımlanmaktadır. Romandaki karakterler birer aylaktır.  İncelenen karakterlerin hayalleriyle olan ilişkileri de bu aylaklık tanımına uygun olarak verilmiştir. Bu açıdan hayaller zemininde karakterlerin durumlarına dair şu tespitler yapılmıştır:

Leman Hanım’ın babası Şükrü Paşa: Paşa, zamanının kudretli ve varlıklı kişilerindendir. Bürokrattır. Kızına bıraktığı konağı bir gün padişahın ziyaret edeceği umuduyla tam teşekküllü yaptırmıştır. Padişah hiçbir zaman konağa gelmemiştir. Şükrü Paşa sonraları takıntıya ve hastalığa varacak olan bu hayalini gerçekleştiremeden ölür. Böylece birinci nesil, değişen sosyal ve siyasal değişimlerin de etkisiyle hayalleri ve geçmişiyle birlikte toprağa verilir.

Leman Hanım: Romanda ikinci nesli temsil eder. Leyla Hanım, çalışmadan hazıra konan, mirasyedi bir neslin de sembolüdür.  Ülkenin değişen sosyoekonomik şartları, padişahın sarsılan saltanatı, ihtilalcilerin yönetimi ele alması, Leyla Hanım’ın konak hanımefendisi olma hayalini eriten bir neden olur. Babası gibi o da kaybedenlerden olmuş, kapıldığı hayaller hayatın ve toplumun gerçekleriyle bağdaşmadığı için hüsranla sonuçlanmıştır. Leman Hanım, Aylaklar romanında hem bireysel hem de tarihsel anlamda geçişin simgesidir. O, eski dünyanın estetik ve ahlaki değerlerini taşır; ancak bu değerler artık toplumsal bağlamda geçerliliğini yitirmiştir. Bu nedenle karakteri, geçmişle bugün arasında sıkışmış, anı ve unutuluş arasında salınan bir figür olarak okunabilir.

Davut Bey: İkinci neslin en edilgen figürüdür. Değişen siyasi zemin onu da hayatın kenarına itmiştir. Davut Bey, masraflı, ütopik, ayağı yere basmayan hayalleriyle kendini oyalamıştır. Davut Bey, romanın en “uyumsuz hayal”ler kuran kişisidir.

Mürşide: Onda hayal yoktur, onun kötülük merkezli planları vardır. Şükrü gibi romanın zehirli karakterlerinden biridir. İyiye, güzele, ideale, düzene karşıdır. Onun planları romanın kurgusu, üzerinde etkili olmuştur. Roman üzerinde etkili bir figürdür.

Galip Bey ve Pakize: romanda varlıkları çok hissedilmeyen kahramanlardandır. Pakize, romandan ayrılan ilk karakter, Galip Bey de sara hasatlığının da etkisiyle sessiz, sakin, suskun ötelenmiş bir kişidir.

Muammer: Romanın ilk bölümünde Leman Hanım’ın boyunduruğunda etkisiz bir durumdayken konağın haczedilip bir apartman dairesine geçildiği ikinci bölümde ki bu haciz işlemi Muammer için bir dönüşümü ifade eder, hayatla, kendisiyle, çevresiyle yüzleşir. Bu yüzleşme beraberinde bir arayışı getirir. Bu özgürlük arayışıdır. Romanda, hayalini gerçekleştiren tek kişidir. Diğer karakterler gibi hayali için eylemsizlik içinde kalmamış, önce özürlüğü intiharda, kadınlarda, sonra çalışmakta aramış en sonunda yalnızlıkla bu hayaline kavuşacağına inanmış ve apartman dairesini her şeyiyle bırakıp cebindeki tek lirayla bir otel odasına yerleşmiştir. Muammer üçüncü neslin en eylemci kişisi olmuştur. Aylaklıktan özgürlüğüne kaçarak kavuşmuştur. Onun bu özgürlük arayışı romanın yönüne etki edecek belirginliktedir.

Ayla: üçüncü nesilde eğitim ve gelecek üzerine hayaller kuran idealler taşıyan tek karakterken konak hayatının aylaklığına, Şükrü’nün de yönlendirmesiyle, teslim olmuştur. En sonunda o da apartman dairesinden kaçmıştır ama hiçbir hayalini gerçekleştirememiştir.

Şükrü: Romanın hayal ve ideal düşmanı kişisidir. Üçüncü neslin en aylak karakteridir. Nihilist yapısıyla hiçbir değere inanmaz. Kadın düşkünüdür. Şükrü, romanda belirleyici bir aktördür. Nesime’yi, Ayla’yı, Mürşide’yi taciz etmiştir. Romandaki herkesi huzursuz eder. O da roman sonunda kaçarak ortadan kaybolmuştur.

Nesime: Gerçek hayatın zorluklarını bilen tek karakterdir. Üçüncü neslin en gerçekçi kişisidir. Kadınlık zaafları onu hayallerinden uzaklaştırmıştır. Romanın sonunda kaçmıştır.

Dündar Bey: Eski, bir ihtilalcidir. Eskiyi özler. Yeniye dair bir fikri yoktur. Vatansever eylemsiz bir figürdür.

Leman Hanım, Davut Bey, Dündar Bey zihin dünyaları Osmanlı döneminde şekillenen ikinci neslin temsilcileridir. Bu neslin hayalleri şimdinin imkânlarından yoksun kalmaları ve dönemin siyasi erkince kendilerine sunulan yaşam zenginliklerinin ellerinden kopup gitmesi bakımından “canlandırılan nostaljiler” evreninde yaşam gerçeklerinden kopuktur. Hayaller, bu nesil için mevcudun yoksunluğundan nostaljik ve kimi zaman ütopik bir zeminde geçmişe sığınmanın birer göstergesidir.  Bu kişiler her türlü sosyal, siyasal, ekonomik değişimden huzursuz olurlar. Aristokrasinin burjuvayla olan münasebeti onları korkutur. Bu anlamda bu kişilerin hayalleri gerçeklere ve uyum sağlayamadıkları siyasal ve toplumsal değişime direnmenin bir yöntemidir aynı zamanda. Bu neslin hayalleri sosyolojik ve ekonomik gerçeklikten kopuk olması yönüyle de aristokratik yaşantının ehemmiyetini kaybetmesinin yarattığı maddi, manevi sorunların üstesinden gelememenin bir göstergesi niteliğindedir.

Ayla, Şükrü ve Muammer üçüncü neslin temsilcileridir. Onların aylaklığı da ikinci neslin aylaklığından farklıdır. Onlar, ülkenin içinden geçtiği siyasal ve toplumsal dönüşümün “cezasını” çekenlerdir. Onlara birinci (Şükrü Paşa gibi) ve kısman ikinci nesil gibi zenginlikler, imtiyazlar bahşedilmez. Onlar kendi yıkıcı ve yıpratıcı yaşam gerçekleriyle yüz yüze gelirler. Bu bakımdan aylaklıkları gibi hayalleri de ikinci nesilden farklıdır. Şükrü nihilist yapısıyla yıkıcı hayaller peşinde koşarken Ayla, eğitim ve gelecek kaygısı zemininde hayallere sahiptir. Muammer ise özgürlüğü uğruna ikinci nesilden (Leman Hanım, Davut Bey, Dündar Bey) nesilden miras kalan aristokrat aylaklığından ziyade ikinci neslin kendi ayakları üzerinde durma gerçekliğiyle mücadele etmeye çabalar ve onun hayalleri yaşamdaki maddi ve manevi “prangalar”dan kurtulmak üzerinedir.

Üçüncü nesilden Şükrü ve Muammer ikinci nesilden Dündar Bey’in aksine hiçbir soyut ideale, değere anlam yüklemezler. “Hiçbir şeye saygısı olmayan” bu insanların aylaklıkları da hayalleri de “insan dünyaya geldiyse bir amacı olmalıdır” diyen Dündar Bey neslinden ayrışmaktadır. Bu bakımdan üçüncü neslin hayalleri ikinci nesle nispeten daha soyut ve bir varoluşsal sıkıntının yansımalarıdır.

Aylaklar, bir hayal gömüsü gibidir. Ölenler, kaçanlar, ortadan kaybolanlar… Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin sosyosiyasal yansımalarının nesiller üzerindeki etkisinin verildiği bu roman, hayallerle gerçeklerin bir yüzleşmesi niteliğindedir.

*Bu yazı Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi’nde yayımlanan çalışmamdan (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/4633981)  derlenmiştir.

*Yazıda yer verilen çizimler için Rabia Duman’a gönülden teşekkür ederim.

Kaynaklar

Akça, H. (2007). 1963-1965 yılları arasında yayımlanan Türk romanında toplumcu gerçekçilik. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Akça, H. (2023). Melih Cevdet’in Aylaklar romanında Peter Pan sendromu. Söylem Filoloji, 8(1), 148-165. https://doi.org/10.29110/soylemdergi.1266197.

Anday, M. C. (2011). Aylaklar. İstanbul: Everest.

Bachelard, G. (2008). Uzamın poetikası. (çev. Alp Tümertekin). İstanbul: İthaki.

Bahadır, A. (2007) Jung ve din. İstanbul: İz.

Dere, M. (2015). Aylaklar romanında aile ve ev. Tübar, XXXVIII/Güz, 45-59. https://doi.org/10.17133/tubar.69134

Doğan, M. C. (2012). Melih Cevdet Anday’ın romancılığı. Ankara: Kurgan Edebiyat.

Eser, Z. (2007). Nostaljinin pazar bölümleme değişkeni olarak kullanılması üzerine kavramsal bir çalışma. Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi Dergisi, 1(1), 115-130. https://dergipark.org.tr/tr/pub/sufesosbil/issue/11416/136362

Kılıç, M. (2017). Türk romanında flanör düşüncenin eleştirel iki yorumu: Aylak Adam ve Aylaklar. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi SBE.

Klinger, E. (1990). Daydreaming: using waking fantasy and imagery for self-knowledge and creativity. Los Angeles: J. P. Tarcher.

Koçal, A. (2010). Ahmet Mithat’tan Leyla Erbil’e Türk edebiyatında ‘aylak tipi’nin kültürel ve düşünsel gelişimi. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(21), 209-226. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/117931

Kurt, K. (2024). Aylaklar’da metinlerarası bir karşılaşma: babalar ve çocuklar, dönüşümler ve çatışmalar. Zemin, 1(7), 56-87. https://doi.org/10.5281/zenodo.12518781

Le Breton, D. (2008). Yürümeye övgü. (İ. Yerguz, çev.). İstanbul: Sel.

Moran, B. (1977). Alafranga Züppeden Alafranga Haine. Birikim, 5(27), 1-17. https://birikimdergisi.com/Images/UserFiles/Images/Spot/70/27/alafranga_zuppeden_alafranga_haine_berna_moran.pdf

Ölçer, H. (2023). Kriminal flanör: Travis Bickle örneği. Nosyon: Uluslararası Toplum ve Kültür Çalışmaları Dergisi, 4(12), 37-51. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3179027

Sağlam, Ö. (2022). Gaston Bachelard’ın uzamın poetikası bağlamında Necip Fazıl Kısakürek’in Bir Adam Yaratmak oyunu. Söylem Filoloji, 7(1), 192-207. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2261345

Simmel, G. (2009). Bireysellik ve kültür. (T. Birkan, çev.). İstanbul: Metis.

Singer, J. L. (1975). The inner world of daydreaming. New York: Harper & Row.

Tanyeri, K. & Pulat, A. (2022). Göstergebilimsel açıdan bir uzamın anlamyükü. Söylem Filoloji, (7), 137-156. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2170736

Tuğcu, E. (2017). Aylaklar romanında ideoloji, mekân ve birey. ICSER Dergisi, (2), 428-435. https://www.academia.edu/33321902/Aylaklar_Roman%C4%B1nda_%C4%B0deoloji_Mekan_ve_Birey

Ümer, E. (2017). Walter Benjamin’de tipler, imge ve deneyim. SineFilozofî Dergisi, 2(4), 25-55. https://doi.org/10.31122/sinefilozofi.351043

Yam, F. C. (2021). Uyumsuz hayal kurma kavramının film analizi yöntemiyle incelenmesi. Current Approaches in Psychiatry, (13), 27-39. https://doi.org/10.18863/pgy.877490

Yıldırım, A. & Şimşek, H. (2021). Sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri. İstanbul: Seçkin.

Yorum yapın