Taşra… Bir harita parçasından ibaret değildir; insanın hayata tutunuş biçimidir, sokağın tozuna karışmış çocuk sesidir, akşamüstü güneşinde ağır ağır dönen harman kokusudur. Anadolu’nun kalbinde atar bu ritim; hem mahzun hem direngen, hem sessiz hem derin bir hikâye biriktirir. Biz bu hikâyeleri çoğu kez fark etmeden yaşarız; ama Mustafa Kutlu’nun berrak ve vakur üslubunda, Mustafa Everdi’nin içli ve sorgulayıcı bakışında, Mustafa Çiftci’nin müşterek hafızamıza sinmiş samimi mizahında yeniden görür, yeniden duyarız. Üç yazar da bize aslında bizde olanı hatırlatır: Sözünün ağırlığını bilen insanı, yumuşacık mahallenin dayanışmasını, ekmeğini helalinden kazanmanın iç huzurunu, kederi bile vakarla taşıyan Anadolu irfanını… Onların satırlarında taşra, yoksulluğun ya da uzaklığın mekânı değil; insan olmanın, değer tutmanın, kök salmanın sahnesi hâline gelir. Bu yüzden her hikâyelerinde, modern dünyanın oyukları arasında kaybolduğumuzu sandığımız bir “biz” yeniden canlanır. Biraz sızıyla, biraz tebessümle, fakat mutlaka bir tanıdıklık duygusuyla… Çünkü onların anlattığı taşra, aslında bizim içimizde taşıdığımız memleketin ta kendisidir.



‘Taşra’, daha doğru deyişle bize bizi anlatan hikâyelerin ehil ve samimi kalemlerinin yakın zamanda ardı ardına çıkan kitapları hasebiyle farklılıklarını ve ortak yönlerini ele almak isabetli olacaktır.
Mustafa Kutlu… Hikâyeyi bırakacağı yönündeki metinleri bizleri çok korkuttu ama neyse ki şimdilik bizi bunlardan mahrum bırakmadı.
Kendine has üslûbuyla bizleri hayatın içinden bir yolculuğa çıkardı ekim ayında ‘Ezanı Beklerken’le Kutlu; ailelerinin rızasını almadan evlenen bir çiftin köyden kaçıp Hayâl Otel’e sığınmasıyla başlayan hikâyesi, otelin sakinlerini tanıdıkça derinleşiyor. Her biri kendi hikâyesini içinde taşıyan bu karakterler, zamanla içimizde yer ediyor. Hemen ardından kasımda ‘İyiler Ölmez’e kavuştuk.
Mustafa Çiftci… İlk romanıyla sevenlerine hoş bir sürpriz yaptı Mustafa Çiftci. Anne sevgisyle dolup taşan, hayatının merkezine koyan, kendisi gibi annesine çok düşkün olduğu için en sevdiği usta Proust olan Çiftci.
“Kiraz Çiçeği Kolonyası”, bozkırın ortasında bir tutam yeşilliğin, dostluğun, iyiliğin ve saf sevginin kalpleri ısıtacak romanı… Mustafa Çiftci ödüller aldığı öykü kitaplarından sonra ilk defa bir romana hayat veriyor: “Servet, okulun en güzel kokan çocuğudur. Kokusunun güzelliği kiraz çiçeği kolonyasından gelir. Matematikten ve okul sıralarından hiç hoşlanmasa da okumayı sever. Annesine pek düşkün bu sevgi dolu ve kırılgan genç adam yaşadığı “uzak şehir”de tüm engellere ve yoksulluğa rağmen edebiyata tutunarak hayallerini gerçekleştirmek için çabalar…”
Mustafa Everdi… Emeklilik en çok da ona yaradı sanırım. Yeni yayınevi ile çok daha geniş kitlelere ulaştı, art arda kitaplarını okurlarıyla buluşturdu; tür zenginliği de cabası…
Müşterek Duyarlığın Üç Yüzü
Üç Mustafa’nın, Kutlu, Everdi ve Çiftci’nin, hikâye dünyasında yan yana durması, çağdaş Türk hikâyeciliğinin üç ayrı damarını aynı fotoğraf karesine sığdırmak gibidir. Bu üç damarın her birinde müşterek bir Anadolu duyarlığı, insana dönük bir bakış, gündeliğin iç sesini duyma mahareti vardır; fakat bunların her birinin anlatıya yaklaşımı, dili kavrayışı, kişileri kurma biçimi ve mekânı işlevselleştirme tarzı birbirinden belirgin biçimde ayrılır. Mukayese yaparken bu ayrımı hakkaniyetle göstermek gerekir; çünkü hiçbirinin diğerinin gölgesinde ya da karşılaştırılmasında silikleşecek bir yazarlığı yoktur. Aksine, her biri Türk hikâyesinde ayrı ayrı boşlukları doldurur.
Yazının başında hissettirmeye çalıştığım gibi Mustafa Kutlu, bu üçlü içinde en köklü damar: hikâyeyi klasik anlamda sahici bir anlatı ahlâkı üzerine kuran, dili hem bereketli, hem de tutumlu kullanan, insanı ve hikâyesini geniş bir Türkçe nefesle kavrayan ‘kıymetli’miz; üslubu, bir bakıma süreklilik fikridir; cümle ritmi dingindir, fakat bu dinginlik suya atılmış taşın dalgaları gibi sürekli genişleyen bir etki yaratır.
Mustafa Kutlu’nun kişileri genellikle alışkın olduğumuz insanlardır: ahşap kokulu kasabalardan çıkmış, hayatın şaşkınlığıyla bazen göçüp giden, bazen şehirde tutunmaya çalışan insanlar. Onun hikâyelerindeki mekân, sadece fon olmaktan çok bir “kişilik” işlevi görür; şehir ve taşra arasındaki gerilim Kutlu’da bir medeniyet tartışması hâline gelir. Onun hikâye tekniği gösterişsizdir; anlatıcı çoğu zaman görünmez bir rehber gibi hikâyeyi yürütür, okur da bu yürüyüşte güven ve huzur bulur. Kutlu’nun akıcılığı, içsel musikiden gelir; sözü zorlamaz, kendisini kurban etmez, sessiz bir edayla okuru hikâyenin içine çekip fevkalade insani bir yerden veda eder. Bu sebeple onun dramatik etkisi gürültülü değil, kalıcıdır.
Mustafa Everdi ise bambaşka bir yönelimdedir. Onun yazdıkları, Kutlu’nun sakin genişliğinin aksine şehirli, hareketli ve çoğu zaman soyut, deneyvari bir mekân algısına dayanır. Everdi, mesleki arka planı ve toplumsal gözlem gücüyle ayrıntıyı “hikâyenin hammaddesi” hâline getirir; bir sosyal medya yorumunu, bir bürokrasi ayrıntısını, sıradan bir eşyanın kullanım biçimini bile hikâyenin akışına katabilir. Bu noktada hibrit bir yazarlık çıkar karşımıza, yepyeni bir denemedir yaptığı; anlatı bazen okurla birlikte örülür, bazen notlarını kıvılcım hâlinde yanına alıp yolculuğa çıkar. Everdi’nin anlatı dili akıcıdır fakat sürekli kıvrımlar yapar; beklenmeyen metaforlar ve ani geçişler okuru uyarık tutar.
Kutlu’da bulunan sükûnet onda yerini mizahla harmanlanmış zihin atlamalarına bırakır. Onun şehirleri hareketlidir; kahramanları çoğu zaman iç çatışmalarını açıklamak yerine davranışlarıyla gösterir. Kişilerin ruh hâli veya geçmişi, bazen hikâyenin kenarından sızarak kendini belli eder. Bu sebeple Everdi’nin hikâyelerinde “boşlukla konuşmak” denen bir teknik sezilir: karakterin söylemedikleri, söylediklerinden daha fazlasını anlatır. Ancak bu dinamizmin yanında, zaman zaman anlatının bütünlüğünü tehdit eden dağınık bir enerji de belirebilir; bu da Everdi’nin bilinçli risk aldığı bir tutumdur.
Mustafa Çiftci’ye gelince… Bu iki uç arasında kendine özgü folklorik bir damar açar; dilini belirleyen şey, ağız unsurlarının, yerel söyleyişlerin, taşra hafızasının ve taşra kültürünün hikâye içindeki estetik bir dönüşümle yeniden canlandırılmasıdır.
Çiftci’de ironi daha yumuşak, mizah daha içli, dramatik ton daha halk anlatısına yakındır. Kutlu gibi o da taşrayı tanır; fakat Çiftci’nin taşrası nostaljik bir kayıp mekân değil, gülümsemeyi bilen bir hafıza alanıdır. Anlatıcı çoğu zaman hem olayın içinde hem dışında yer alan, kişilerle mesafesini koruyan ama onları yargılamayan bir tondadır. Çiftci’nin akıcılığı, dile doğal bir akışkanlık veren bu halkî ritimden gelir. Kelimeler kısa değildir ama yorucu da değildir; anlatı, çoğu zaman yazılı edebiyatla sözlü kültür arasında salınan bir tona sahiptir. Kişiler çoğul karakterlidir; hikâye onlar üzerinde tek bir hükme varmaz. Mekân ise çoğu zaman insanın ruh hâline denk bir genişlik sağlar, bozkırın rüzgârı, kasaba kahvesinin dumanı, yol üstü otogarının hışırtısı gibi ayrıntılarla hikâyenin duygu tonunu ayarlar.
Üç yazarın teknik yönlerini değerlendirdiğimizde şu sonuçları elde ederiz: Kutlu, sağlam ve klâsik bir yapıdan şaşmaz; onun öykülerinde giriş, gelişme, sonuç açık değildir ama hissedilebilir bir ritimle ilerler. Everdi, yapıyı çoğu zaman kırar; metin içi kırılmalar, beklenmedik anlatıcı geçişleri ve zaman kaymaları onun tekniğini modern kılar. Çiftci ise yapıyı akış içinde eritir; olay örgüsü bazen gevşek görünse de karakterlerin enerji alanı hikâyeyi taşır.
Dil bakımından Kutlu en rafine olanıdır; Everdi zekice kıvrımlara sahip ve çağın dilini yakalayanıdır; Çiftci ise en sıcak ve en doğal akışkanlıktadır. Etkileyicilik meselesi de bu ayrımlarla paralellik taşır: Kutlu’nun etkisi sükûnet ve derinlikten, Everdi’ninki yenilik ve dinamizmden, Çiftci’ninki samimiyet ve içtenlikten gelir.
Kişi ve mekân örgüsünde Kutlu’nun insanı iç dünyasıyla, Everdi’nin insanı davranış ve çelişkileriyle, Çiftci’nin insanı ise gündelik hayatın sıcak pratikleriyle görünür. Kutlu’nun mekânı medeniyet alanlarıdır; Everdi’ninki modern hayatın hareketli koridorları; Çiftci’ninki insanın yüzüne benzeyen kasaba çehreleri. Bu nedenle üçü arasında bir üstünlük değil, yön farklılığı vardır: Kutlu istikrarlı bir irfan damarını sürdürür; Everdi çağın karmaşasını anlatıda dönüştürür; Çiftci ise insanı doğallığıyla yeniden sahneye çağırır.
Hasılı ve’l- kelâm; bu üç usta kalem, aynı toprağın üç farklı rengidir; Türk hikâyesinde Kutlu’nun açtığı metafizik ve değer merkezli hattı, Everdi şehirli gözlemin yenilikçi enerjisiyle dönüştürürken, Çiftci de geleneksel motifleri bugünün duygusuna tercüme eder. Her biri kendi yerinde güçlüdür; her biri kendi zafiyetlerini taşır. Fakat hepsinin buluştuğu yerde, insan hikâyesinin zenginliği, Türkçenin geniş imkânları ve öykü sanatının hâlâ canlı, üretken ve dönüşebilir olduğu gerçeği durur. Bu yüzden üçü aynı okurun zihninde yan yana geldiğinde, çağdaş Türk hikâyesinin hem kök hem dal hem yaprak olduğunu gösteren bütünlüklü bir manzara doğar.
Üslûp, Yapı ve Mekânda Üç Ayrı Yol
Bütün bu farklılık ve yakınlıkların ardından açıkça görülüyor ki Kutlu, Everdi ve Çiftci yalnızca kendi edebî serüvenlerini sürdüren üç yazar değil; bir memleketin duygu coğrafyasını, insanının hafızasını ve dilinin ruhunu kendi pencerelerinden aydınlatan üç ayrı imkândır. Biri geleneğin vakur sedasını taşırken, biri çağın kırılgan aynasında yeni biçimler dener, diğeri ise samimi bir tebessümle köklerimizi bugünün kalabalığına taşır. Bu yüzden onların metinleri yan yana okunduğunda yalnızca üç yazarı değil, üç ayrı bakışla zenginleşmiş bir memleket hikâyesini görürüz. Aynı toprağın üç rengi oldukları için de Türk hikâyesinin hem geçmişle bağını diri tutar, hem bugüne nefes aldırır, hem de yarınlara baki kalacak bir insaniyet sesi bırakırlar. Taşranın belleğiyle şehrin telaşı arasında salınan bu ses, belki de en sonunda bize şunu hatırlatır: Hikâye, kim tarafından yazılırsa yazılsın, insanın insanla kurduğu en sahici bağdır; bu üç kalem de o bağı diri tutmaya devam etmektedir.
.

















