
Seçilay Yıldız’ın Kendi Rüzgârında Uçmak adlı kitabı Destek Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla son kitabı üzerine konuştuk.
“Kendi Rüzgârında Uçmak” başlığı, yalnızca özgürlüğü değil, kaderin ve seçimlerin rüzgârını da çağrıştırıyor. Bu ismi belirlerken, eserin ana duygusunu nasıl tanımladınız?
Bence, kitaptaki karakterler hayatta yaptığımız seçimlere ve buna göre kiminle yola devam edeceğimize karar verdiğimiz yüzleşme anlarına ayna tutuyor.
Ancak gerçek özgürlüğün, pasif bir hediye değil, bilinçli bir tercih olduğunu fark ettiğimizde, anlamı derinleşiyor.
Romanınızın kahramanları —özellikle Zerrin— hem içsel gözlem gücüyle hem de kendi çelişkileriyle var oluyor. Karakterlerin bu derinliğini kurarken hangi kaynaklardan, hangi insani gözlemlerden beslendiniz?
İnsanlarla iletişim kurarken, genelde gözden kaçan küçük davranışlar, bir bakış, ya da yerli yersiz söylenmiş bir kelime, karşımızdaki hakkında çok daha fazlasını anlatabiliyor.
Bir arkadaşın yarım kalan sözü, bir komşunun beklenmedik nezaketi… Bu günlük kırıntılar karakterlere dönüştü. Hepsini gerçekten var olsalardı nasıl konuşur, nasıl davranırlardı diye hayal edip yazıya döktüm.
Eserde şehir yaşamının görünmeyen yalnızlığı ve dostluk ilişkilerindeki maskeler sıkça işleniyor. Bu görünürlük ve gizlenme teması sizin için nasıl bir edebi izleğe dönüştü?
İnsan yaradılışı gereği, sonradan da biraz toplumsal yetiştirme tarzıyla mecburen bir noktaya kadar karakterine uyan bir maske sahibi olabiliyor.
Yeni tanışmalarda ve biraz da kabul edilme arzusuyla buna şahit oluyoruz.
Bu bir nevi illüzyon aslında; herkes kendini göstermek istiyor ama aynı anda da gizleniyor. Bu çelişkiyi yazmak kitabın sesini belirlerdi.
Neyse ki çoğumuz bu maskeyi uzun süre taşımıyor ve sevdiğimiz içi dışı bir insanlara dönüşüyor.
Kitaba gelirsek, Zerrin karakteri maskelerin ardını gözlemleyebiliyor ancak uzun yıllar tanıyıp çok sevdiği insanların bugünkü hallerini kabul etmekte zorlanıyor. Kalp sesini bastırıp akılla ilerlemek de her zaman kolay olmuyor.
Romanda diyalogların gündelik diliyle iç seslerin lirik tonu arasında güçlü bir denge var. Bu geçişleri kurarken dili nasıl kurguladınız? Okuru hem tanıdık hem içsel bir dünyaya taşıma arzunuz var gibi…
Ben dilin ritmine çok inanırım. İç sesin duygusal derinliğiyle konuşmaların doğallığı arasında bir denge kurmak, insanın kendi içinde konuşmasıyla dış dünyaya söyledikleri arasındaki farkı yansıtıyor.

Kadın karakterlerinizin ortak noktasında “kendini fark etme” süreci var. Sizce edebiyat, özellikle kadınlar için bir kendilik alanı yaratabilir mi?
Kesinlikle. Edebiyat, kadınların kendilerini tanıdıkları en güvenli alanlardan biri. Çünkü maalesef hâlâ çoğu kadının dünyaya söyleyemediklerini kelimeler onların yerine söylüyor. Yazmak ve okumak, kadınlar için hem bir direniş hem bir hatırlama biçimi.
Roman boyunca zaman zaman ironik, zaman zaman hüzünlü bir gözlemci anlatıcı var. Bu anlatıcı ses, sizin yazı kimliğinizin ne kadarına ayna tutuyor?
Ben günlük hayatta daha çok işin ironik tarafındayım.
Ancak yazarken hayatı hem bir mesafeyle hem duyguyla izlemenin önemli olduğuna inanıyorum. Farklı karakterlere gerçekçi hayat vermek için gözlemci anlatıcı konumunu önemsiyorum.
“İnsan en çok sevdiğinin aynasında kendini tanır.” diyebileceğimiz sahneler var kitapta. Sizce aşk ya da dostluk, bir edebi karakterin gelişiminde nasıl bir dönüştürücü güç taşır?
Aşk ya da dostluk, insanın kendiyle yüzleşmesinin en kestirme yolları. Bazen bir dostun sessizliği, bir sevgilinin sözü kadar dönüştürür bizi. Karakterlerimi bu tür ilişkilerin içinde olgunlaştırmak, onları daha gerçek kıldı diye düşünüyorum.
Romanın diyaloglarında toplumsal sınıf, statü, görünürlük gibi temalar da gizliden gizliye dolaşıyor. Modern ilişkilerde bu kavramlar sizin yazı dünyanızda neden önemli bir yer tutuyor?
Çünkü görünmez duvarlar artık çok kibar biçimlerde örülüyor. Statü, başarı, fazla erişilebilir olmak… Bunlar hep aynı şeyi söylüyor: “Kendini kanıtla.” Ama benim romanımda karakterler bu kanıt ihtiyacını bırakıp kendilerini anlamaya çalışıyorlar. Belki de asıl özgürlük burada başlıyor.
Eserin yapısında sezgisel bir akış, neredeyse iç monologlarla örülmüş bir bilinç akışı var. Bu biçimsel tercih, karakterlerin psikolojik derinliğini kurmak için mi doğdu, yoksa yazarken kendiliğinden mi belirdi?
Kendiliğinden belirdi diyebilirim.
Bu bir ayağa kalkış, yüzleşme hikayesi… Üstelik kitaptaki karakterlerden birkaç tanesi kendi dünyalarında bu noktaya geliyorlar.
Hayatta da bu tarz seçimlere ulaşmış insanların iç sesi, dışarıya yansımadan çok daha önce konuşmaya başlar aslında.
Son olarak, “kendi rüzgârında uçmak” sizce bir yazar için ne demek? Yazarlık sürecinizde siz hangi rüzgârın peşindesiniz?
Bence “Kendi Rüzgârında Uçmak” bir yazar için kendi özgün sesine sadık olmak ve sahip çıkmayı anlatıyor. Ben de kanatlarımın bu rüzgârla dolmasını dilerim.


















