Barbaros Altuğ’un kaleminden toplumsal ve içe dönük bir yüzleşme: Uzun Bir Kışın En Karanlık Gecesi

Kasım 8, 2025

Barbaros Altuğ’un kaleminden toplumsal ve içe dönük bir yüzleşme: Uzun Bir Kışın En Karanlık Gecesi

Barbaros Altuğ’un Uzun Bir Kışın En Karanlık Gecesi adlı romanı Everest Yayınları tarafından yayımlandı.

Tanıtım bülteninden:

Everest Yayınları, Barbaros Altuğ’un merakla beklenen yeni romanı Uzun Bir Kışın En Karanlık Gecesi’ni okurla buluşturuyor. Roman, Berlin’de yaşayan Güneş adında bir yazarın, Türkiye’de kaybolan adaşı genç subay Güneş T.’nin haberini görmesiyle açılır. Şile’de yaşanan bu esrarengiz kayboluş hikâyesi, anlatıcıyı uzun yıllar önce terk ettiği şehre, İstanbul’a geri dönmeye sürükler. Güneş, hem kurbanın sırlarla dolu hayatının hem de kendisini kaçmaya zorlayan geçmişinin “konuşulmayan” gerçeklerinin peşine düşer.

Altuğ, bu romanda iki Güneş’in paralel kaderleri üzerinden toplumsal baskı, “yabancılık”, hafıza ve bastırılmış arzuları merkeze alıyor. Anlatıcı, vahşice öldürülmüş halde bulunan subayın saklanan dünyasını araştırırken, kendisinin de ilk aşkı Ayhan’la yaşadığı ve ülkeden ayrılmasına neden olan travmatik şiddet olayıyla yeniden yüzleşmek zorunda kalır. Roman, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm eserine yaptığı güçlü göndermelerle edebi bir yankı kurarken, bir cinayetin ardındaki toplumsal suskunluğu ve inkârı sorguluyor.

Berlin’de yaşayan Barbaros Altuğ’un kaleme aldığı Uzun Bir Kışın En Karanlık Gecesi, kişisel ve kolektif hafıza arasındaki derin bağı irdeleyen cesur bir yüzleşme hikâyesi. Altuğ, bu romanıyla okuru hem bir kayıp vakasının izini sürmeye hem de bir toplumun kendi karanlığıyla, susturduklarıyla ve unutturduklarıyla hesaplaşmasına tanıklık etmeye davet ediyor.

İnsan neyle yaşar?
Hava ve su.
Ekmek ve et.
Hayaller.
Umut.
– ama başka?

Şile’nin yerel gazetelerinden bir haber: Subay Güneş T. kayboldu. Ardından, İstanbul’a yüz kilometre mesafedeki o küçük şehirde gerçekleşen deprem. Ve dünyada bir yere ait olamayanların sığınağı Berlin’den seslenen anlatıcı…

Barbaros Altuğ; ihmaller ve takipsizliği, alınmayan önlemler ve yakalanmayan katilleri, şiddet ve homofobinin hüküm sürdüğü coğrafyalarda yitirilen ümitleri bir gazete kupüründen yola çıkarak yüzeye çıkarıyor dördüncü romanında. Bir şehrin tarihi yeniden yazılırken, hikâyesini yazmaya söz verdiği Güneş’lerin ve onların en karanlık gecelerinin unutulmasına izin vermiyor.

Deniz kenarına konmuş sarayları, gerçek sahipleri sürgünde ölen hanları, o hanların servetiyle yapılan kaçak gökdelenleri, kimsenin gitmediği camileri, gidecek kimsenin kalmadığı kiliseleri, kuşların, tilkilerin ve erguvanların yuvası olması gereken yere kondurulan pahalı evleri ve şehrin dört bir yanına uzanan gri apartman bloklarını toprağına ve denizine gömüyordu. Parçalanan toprağındansa, şehre bir zamanlar evim diyenlerin, başka başka alfabelerde yazılan isimleri kazılı mezar taşları fışkırıyordu. İstanbul binyıllardır toprak altına gizlenmiş olsa da büyük ve mutsuz bir mezarlık olduğunu hatırlıyordu.

Yorum yapın