Yeryüzü Güvercinleri, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan beşinci çocuk romanınız. Çocuk ve gençlik edebiyatında birikiminiz giderek daha da büyüyor. Bu birikime dönüp baktığınızda, sizce yazarlığınız nasıl bir evrim geçirdi? Her kitap bir öncekinin yankısını mı taşıyor, yoksa tamamen yeni bir çocukla mı karşılaşıyoruz her defasında?
Bu soruyu yanıtlamanın en iyi yolu, kitapların okurda bulduğu karşılığa bakmak olmalı. Sonucun olumlu olduğunu söyleyebilirim. Evrimden değil ama daha iyiyi aramaktan söz etmek mümkün. Kaçıncı kitabınız olursa olsun (ki diğer yayınevlerinden çıkanlar da düşünüldüğünde beş çocuk romanından çok daha fazlası var demektir) her biri size başka bir açısı veriyor. “Daha iyiye” gitmenin anahtarı da budur. Her kitabın bir öncekinin yankısını taşımasını hangi anlamda sorduğunuz önemli. Ben sosyal sorunlara değinmeyi önemsiyorum. Hemen her romanda kimi ulusal kimi evrensel sosyal sorunlara değiniyorum. Hatta Yeryüzü Güvercinleri’nde olduğu gibi odak noktamı da bu açıdan bakarak belirliyorum bazen. Buna “Yankı” demek ne kadar doğru? Aynı evde büyüyen iki kardeş bile iki ayrı kimlik/kahraman oluyorken, roman kahramanlarının aynılığından söz etmek olanaksız. Elbette her roman yeni bir ya da birkaç çocuk kahramanla tanıştırıyor bizi. Bazen bütün kahramanlarımı kafamın içinde bir araya getirmiyor da değilim. Çocuklar çok farklı yapılardan geliyor olsa da temelde yaş grupları, içinde bulundukları dönem vb. konularda yakınlık taşıyor dış dünyada da. “Aynı ama farklı…” Ben de farklılıklarını koruyarak aynı değeri gördükleri bir dünya algısı oluşturmayı hayal ediyorum. Kimsenin dünyanın merkezinde olmadığı, ancak herkesin eşit mesafelerde yer almasıyla dünyanın bir merkez olabileceği düşüncesi… İşte bu alt düşüncenin yankısını bulmak mümkün romanlarımda; adil bir dünya algısı…
Kitabın çizeri Büşra Kaygın Gafarov’un kalemi/çizgisi, metnin duygusunu sessizce derinleştiriyor. Kitaptaki görsel anlatım, sizin için hikâyenin hangi yönünü tamamlıyor?
Kesinlikle katılıyorum düşüncenize. İyi çizimler, hikâyenin algısını derinleştirir. Büşra Gafarov’un çizimleri de bunu yapıyor. Kapak çiziminde üç kahramanımız var: Gökyüzüne bakıyorlar. Kuşların yeni yuvalar taşıdıklarını da düşündürür bu çizim, uçakların bombalarla o yuvaları yok ettiğini de. Bu ikili algı iç desenlerde de kendini gösteriyor. Bir yanda savaşın yıkıcılığı, yok ediciliği, öte yanda barışın ve umudun ışıklı yüzü ve son noktada umudun yeni yaşamlar kurmadaki başat rolü… Büşra Gafarov’un desenleri bu algının yerleşmesine katkı sunuyor.
Yeryüzü Güvercinleri’nin henüz ilk satırında bile savaşın sessiz ama yıkıcı gölgesi hissediliyor… Romana “O sabah Feramuş Dede’nin sesi gelmedi…” cümlesiyle başlıyoruz. Bu sessizlikle okuru karşılamak, hikâyenin duygusunu kurarken sizin için ne ifade ediyordu?
Romanlarda giriş cümlesinin önemine vurgu yapılır hep. Katılırım buna. Ama bu düşünceyle seçmedim o ilk cümleyi. Savaşı anlatacaksınız, hem de çocuklara… Yetişkinlerin bile anlamlandırmakta zorlandığı bir trajediyi… Baştan sona dengede kalmanızı gerektiren bir konu. Acıyı örterek değil ama çocukları ürküterek de değil… Yitirmek duygusu en iyi böyle anlatılır gibi geldi bana. Sezgisel baktım konuya. Hatta şiirsel… Böyle yıkıcı bir duygu en az kelimeyle en yoğun nasıl yansıtılabilirdi? O zaman geldi ilk cümle. Ki henüz Feramuş Dede diye bir kahramanım bile yoktu. Yokluğuyla geldi Feramuş Dede, sessizliğiyle… Savaşın simgesi oldu ilk cümlede.
Leyla ve Samar’ın dostluğu, savaşın ortasında bile çocukların hayal kurma, oyun oynama ve umut etme gücünü gösteriyor. Sizce çocukların bu “inatçı umudu”, yetişkinlerin kaybettikleri hangi yönü bize hatırlatıyor/ Sizce umudu anlatmanın en güçlü yolu hâlâ çocuklar mı?
Üniversitede Yaban romanını eleştirmemizi istemişti hocamız. Çok iyi bir romandır ama daha o yaşta bile çocukların içine gömüldüğü karamsar dünya algısı doğru gelmemişti bana. Bu açıdan eleştirmiştim romanı. Bulmanın önceli yitirmekse, her kayıp yeni bir oluşumun kapısını aralayacak demektir. Elbette ki ödenen ağır bedellere katlanmak kolay değil. Ama işte Yaban’dan bu yana neler neler değişti. Günümüz dünyası da eleştirilebilir ama değişmeyen şey değişimdir dedikleri tam da böyle bir şey. İşte bu yüzden umudun ipini sımsıkı tutmalı insan. En çaresiz olduğunu düşündüğü anda bile bir çıkış yolu aramaktan vazgeçmemeli. Çocuklar bu konuda yetişkinlerden daha iyi, doğru. Yine de işte bu yazıp çizdiklerimiz, söylediğimiz şarkılar, yaktığımız ışıklar… Yetişkinlerde hâlâ umuda inancın sürdüğünün göstergesi. Çocuk algısı o inatçı umudu elbette daha net taşıyıp aktarıyor. Bunalımdan Yaşama Kültürü felsefi açıdan tam da bunu işaret eder. Felsefe kitabı da değil gibidir ama insanın dibe vurmasıyla yukarı çıkması arasındaki ince ve geçirgen çizgiyi çok iyi yansıtır. Umudu anlatmanın en güçlü yolu bu bakış açısını verebilmek aslında. Yetişkin ya da çocuk…
Roman boyunca görüyoruz ki, savaş yalnızca cephede yaşanmıyor; evin mutfağında, bir bakkal yolunda, bir ninnide de yankılanıyor. Çocuklara böylesine ağır ve gerçek bir temayı aktarırken “dengenizi” nasıl kuruyorsunuz?
Feramuş Dede’nin yokluğu gibi ürkütmeyen bir yitirişle girmek romana… İnsana dair umut ve karamsarlık arasındaki hassas çizgiyi gözetmek… Sesiniz çıkmazken bile içinizden bir şarkıyı geçirmek, karanlığa bakarken ışığı hayal edebilmek… Gidenlere üzülmek ama kalanların kıymetinin bilincinde olmak. Bir de her şey görece yolundayken de sahip olduklarımızın farkına varmak. Hiç unutmamak bunu. Yalnız kurmacada değil gerçekte de “denge” kavramı benim için öncelikli olmuştur hep. Belki bunun yararını görüyorumdur. Hayata baktığınız yer ve görme eriminiz belirleyici oluyor aslında.

















