
-Yaz memur bey. Adli sicil kaydı yok. Sabıkası yok. Hakkında hiçbir şikâyet yok. Mahkemeye çıkmışlığı yok. Vergi ve kredi kartı borcu da yok. Faturalarını bile tam zamanında yatırmış bu güne kadar. Oturduğu apartmandaki komşuları ile sorunu yok. Araba kullanmış uzun yıllar, kazası yok, cezası yok. Ama gecenin bir yarısı hırsızların, tinercilerin, travestilerin, evsizlerin arasında görüldü ve buraya getirildi. Cebinde parası ve kimliği de yok. Üstü başı yerinde. Sırtı pek ama sokaklarda… Makul şüpheli olarak mahkemeye sevkine…
Şimdi söyle kardeşim: Ne ayaksın sen? Gerçi şimdi konuşmama hakkına sahipsin. Söylediğin her söz aleyhinde delil olabilir. Lehine de olabilir gerçi. Memurun yazdığı ve yazacağı tutanağı yırtma ve seni görmemiş olma gibi bir kıyağa sahibiz. Hikâyeni dinler, yolumuza gideriz. Ya da önüne gelene hikâyeni anlatmak, aylarca içeride kalabilirsin. Şimdi biz bizeyiz. İpin benim elimde. İstersem bırakırım istersem mahkeme mahkeme süründürürüm seni. Senin aleyhinde sayfalar dolusu iddianame hazırlayabilirim. Hakkında gizli tanıklar bile bulabilirim.
-Ben hikâyeciyim, ressamım, fotoğrafçıyım komiserim. Size Şekspir, Komiser Şekspir demeyi ne kadar çok isterdim. Sizle birlik olurduk, kendimizi dağa vururduk. Kral Lear olurduk, Othello olurduk. Ama siz Şekspir de bilmezsiniz ihtimal. Şekspir’i de suç ortağım yaparsınız. Tutanaklara yazarsınız. Neyse Şekspir’i geçelim, Aziz Nesin’e dönelim ya da Hüseyin Rahmi’ye. Bunları da yazmayın, öldüler zaten.
Yıllarca sokağın fotoğrafını çeken yazarları okudum. Acının fotoğraflarını doldurdum odama. Acı bitti mi, bitmedi. Acı sokaklarda kol geziyor, bizler evimizde sıcak yataklara sokuyoruz kafamızı. Hepimiz devekuşuyuz komiserim biliyor musunuz, devekuşu… Gözlerimizde devekuşu gözlükleri var. Onları takınca ne acıyı görüyoruz ne avcıyı… Mutluluk replikleri yazmaya başlıyoruz. Havalar soğudukça gaz faturalarımız artıyor, geceler uzadıkça kuru yemiş giderimiz çoğalıyor. Kestaneler, tatlılar, mısır patlatmalar gırla gidiyor.
Dün gece bin bir konforun cirit attığı evden attım kendimi dışarı. Ev boğmuştu beni. Sokağın özgür havasında kendime gelirim dedim. Birkaç fotoğraf çeker, evdeki acı koleksiyonuna eklerim, diye hesapladım. Kendimi bir hikâyenin karakteri yapar, yaşadıklarımdan bir hikâye çıkarırım, dedim. Yanıma evden en uzağa kadar gidecek kadar para aldım ve hepsini dolmuşa verdim.
Artık şehrin meydanında kendimi sıfırlamış bir insan olarak görebilirdim. Hani yüzmeyi öğreneceklere yapılan bir hareket vardır ya, havuza atmak gibi. Artık oradan çıkabilmek için yüzmek zorundadır. İnsan, can derdi ile çırpınmaya ve yüzmeye başlar. İşte öyle. Sıfır ve kimliksiz ve cüzdansız biri olarak atıldım sokaklara. Özgürdüm hem de sonuna kadar… Sokağın dilini konuşacaktım. Orhan Kemal’in, Aziz Nesin’in, Hüseyin Rahmi’nin dilini…
Evde sıcak odada keyifli müzikler dinleyerek acıdan söz etmek olmuyor be komiserim. Acı sokakta. Tinercilerin yanında, sokak fahişelerinin ağzında… Evsizlerin üşüyen ayaklarında, işsizlerin çaresizliğinde, çöp konteynırlarında yiyecek arayanların ellerinde, belediye işçilerinin pazar yerlerini temizlemeye başlamadan tezgâhlardan kalanların arasından sebze ve meyve arayanların gözlerinde… Hepsiyle aynı duyguları yaşamak istedim, hayatımda bir defa gerçekten yaşamak istedim.
Bir apartman girişinde kuytu bir yerde travestilerle ve escortlarla konuşurken ekipler geldi, hepimizi alıp buraya getirdi. Film yarıda kaldı be komiserim. Oysa iyi sardırmıştık sohbeti ve herkes uslu uslu duruyordu aslında. Yaşamın tüm acımasızlığı en yalın ve en çıplak sözlerle dile getiriliyordu. Dünyanın en etkili roman dilini konuşmaya başlamıştık. İnsan dilini ve insanca… Yapaylıklardan, gösterişlerden uzak… İnsan fotoğrafları çekmeye başlamıştım peş peşe.
Daha tinerciler, evsizler, kapkaççılar, akşamcılar vardı sırada. Memur arkadaşlar geldi, kelimelerimize de kelepçe taktınız komiserim, sokakların asıl sahiplerini toplayıp getirerek gerçekleri susturdunuz, herkesi devletin sıcak kollarının altına aldırdınız. Hikâyemin başlayamamış kısmı bundan ibarettir. Siz beni sokaklardan bir hafta sonra toplayacaktınız ki size ne romanlar anlatırdım ne fotoğraflar gösterirdim. İnsan tablolarından oluşan gerçekçi bir galeriye atardım sizi. Oysa şimdilik kısa kısa hikâye oldu, kısarak öykü, küçürek öykü ya da kıpkısa öykü… Minimal der Batılılar…

















