
Bazı sözcükler düğümler bağlar dilimize. Kimisi de çözülür, hava gibi kat kat, sıkıntısız çıkıverirler ağzımızdan. Kimi kez dolanırız, çelişkiler çevresinde sözcüklerin gizledikleri anlamlarda. Bazen sözcükler daracık yollar bulur, oyunlar oynar algılarımız üzerinde.
Oldukça gizemlidir sözcükler. Kimi kez netleşmemiş, belli belirsiz seslerle çıkarlar dilimizden. Kimi kez kendiliğinden kayar, kaybolurlar havada. Kimi kez istemsiz çıkarlar açıklığa, dikilirler karşımıza, acıyla. Tanık oluruz ağızlarda kükreyişlerine. Hazırdırlar ortaya çıkmaya, kıpırdarlar bir yılan gibi, sokulurlar yanı başımıza.
Kimi kez gösterişsiz, sakindirler… Kendi hallerinde, yapayalnız.
Kimi kez kontrollü olmaya özen gösterir, sakinlikle onları telaffuz etmeye çabalarız.
Nathalie Sarraute’un yazın dünyası bizim bu tepkilerimize odaklanıyor. 1933 de yazmaya başladığında, birtakım kuramları uygulamak yerine belirli bir güçlü duyguyu nasıl dile getiririm, yazıyla en iyi nasıl açıklayabilirim kaygısıyla edebiyat serüvenine yol alıyor Nathalie Sarraute. Bir yapıtın yazarın iç dünyasının bilinmeyenlerine yaptığı çetin yolculuğun bir ürünü olduğunu düşünüyor. O edebiyatın diğer bütün sanat dalları gibi kesiksiz bir akışı, sürekli bilinmeyenin bir arayışı olduğuna içten inanıyor. Bu inancı onun sarsılmaz kuramını oluşturacaktır.
Yazın serüveninde bilinenden bilinmeyene doğru bir akışa inanıyordu tüm gücüyle. İçindeki kıpırtıların ne olduğunu açıklaması da anlaması da güçtü. Ama bu kıpırtıların bilinç sınırları çevresinde hızla uçuştuklarını, karmaşık bir dünyanın yansımaları olduklarının farkındaydı. Söylediğimiz sözler, dolambaçlı ya da belirli duygularımızın altında gizlenen karmaşık bir dünyadan bize ulaşırlar. İşte N. Sarraute bu gizli, anlatılamaz duyguların nasıl anlatılabileceğinin peşine düşer. Bu kıpırtıları bir doğa bilimi terimi olan ‘doğrulumlar’ (tropisms) diye adlandırır. Çünkü bu kıpırtılar içgüdüseldir. Bizde dış çevrenin etkisiyle veya başka kişilerin etkisiyle ortaya çıkarlar. Tıpkı bir bitkinin ışık, ısı gibi belirli etkenler altında açılıp büzülmelerini andırır bu kıpırtılarımız.
Nathalie Sarraute peşine düştüğü bu duyguların, hiç kimsenin dile getirmediği, gerçekten ne olduklarını bile bilmediğimiz içgüdüsel kıpırtılarımız olduğunu anlar. Ve edebiyat serüvenini bu kıpırtıları açıklamaya adar. ‘Fransız yazınında yeni akımlar’ adlı makalesinde şöyle açıklar yazın serüvenini:
‘Dostoyevski’yi, Proust’u, Joyce’u, Virginia Woolf’u okumuştum; bu yazarlardan bende kalan, anlattıkları öyküler, ya da gösterdikleri kişiler değil, belirli bir ham gereçti, her birinin kendine vergi olan, başka bir yazarın yapıtlarında bulunmayan özüydü. Yazın’ın da bütün öbür sanatlar gibi kesiksiz bir akış, yeni, bilinmeyen gereçlerin sürekli bir aranışı olduğuna içten inanıyordum, şimdi yine inanıyorum; benim sarsılmaz kuramımdır bu. Bilinen şeylerden bilinmeyenlere doğru olan akışa inanıyordum bütün gücümle; bu inanç şu olguda dile geldi: gözüme çarpan gerçek başka yazarların da gerçeği olmuşsa, bir yazarın belirli şeyler önünde duyduğu coşkunluğu – bu coşkunluk yazara bu şeyleri başkalarına da göstermesini söyler – duymuyordum; bu gerçek Dostoyevski, Proust, Virginıa Woolf ya da Joyce gibi en çok sevdiğim yazarların açığa çıkarıp, bunca güçle anlattıkları türden bile olsa, durum değişmiyordu.’

Nathalie Sarraute bu düşünceden yola çıkarak, XX. yy. edebiyatının dünün romanlarının bir benzerini yaratmak değil, onları aşmak, edebiyat serüvenini daha ileriye götürmek olduğuna inanır. Balzac’ın romanlarında her şeyi bilen; her yerde bulunan, aynı anda her yere yerleşen; aynı anda her şeyin hem doğrusunu hem eğrisini gören; aynı anda her serüvenin hem şimdisini hem geleceğini tanıyan bu ‘Tanrı anlatıcının’ yerine sıradan insan’ı anlatıcı konumuna getirir. Bu sıradan insan, belirli bir yere, belirli bir zamana yerleşmiş, kendi tutkularıyla sınırlanmış, belirsiz yaşantısının akışına kapılmış, tüm gücü ve zaafıyla var olma savaşını vermeye çalışan insandır. Kısaca, bu anlatıcı, kendi kendinin anlatıcısıdır.
Her sanatçı gibi Nathalie Sarraute da işe, sanatıyla hesaplaşmayla başlar. Çünkü o da bilir ki edebiyat gibi roman da ancak yeni olduğu sürece canlıdır. Her şey yöremizde değişirken, teknolojik gelişmelerle çağları atlarken, roman yazımı hareketsiz ve donmuş kalamaz. Yazar geçmişi önüne alarak değil, ancak geçmişi arkasında bırakarak, geleceğe yol alabilir. Ve her roman, her romancı kendi biçimini bulmak zorundadır. Her yeni roman, yalnız değişmez biçimleri aşmamalı, aynı zamanda kendi yasalarını kurmalı, eskilerin de yıkımını hazırlayabilmelidir. Çünkü sanatın görevi, ortaya henüz bilinmeyen sorular atmaktır. Roman bir araştırmadır; anlamlandırmalarını gitgide kendisi yaratan bir araştırma. [1] (Yeni Roman, Alain Robbe-Grillet, s.36)
Nathalie Sarraute ‘doğrulumlar’ (tropisms) diye adlandırdığı bu kıpırtıları anlatının akışıyla vermesi gerektiğine inanır. Bunları sözlerle dile getirmek güç olduğundan, duyguları okuyucuya iletebilmek için imgeler bulmaya çalışmak zorunda hisseder kendini. Hiç kimsenin, hissettiği bu kıpırtıları dile dökme çabası göstermediğini görünce, bu duyguları sadece ben mi taşıyorum diye kendinden kuşkulanır. Bu düşüncesini şöyle açıklar:
‘İki yıl önce, Dostoyevski’nin bir öyküsünden uyarlanmış ‘A Bad Anecdote’ adlı bir oyun gördüm. Eve döndüğümde öyküyü okurken aşağıdaki parça gözüme çarptı:
‘Hepimiz biliriz ki kimi kez kafamızdan bir anda, dile, hele yazı diline hiç aktarılamayan duyumlardan kurulu bütün bir önerge geçer. Şu apaçıktır ki, duyumların çoğu, günlük dile aktarıldıklarında, gerçekten çok uzak, inanılmaz görünürler. İşte bunun için, onları hiçbir zaman tam bir ışık altında göremeyiz, ama onlar herkeste vardır yine de.’
Öyle sanıyorum ki bu, size anlatmaya çalıştığım iç kıpırtılar, doğrulumlar için yapılabilecek en iyi açıklamadır.’
Gün ışığında görülmeyen bu kımıldanışlar Nathalie Sarraute’un yazın dünyasının konukları olurlar. Bu yüzden N. Sarraute, istediği kelimeleri birden bulamayan yazarlardan olur. Sözcüklerini arayan yazarlardandır o. Bu kelimeler bazen seyrek olarak, kişinin iç konuşmalarıyla dile gelirler. Doğal, günlük davranışların altında saklanırlar. Basmakalıp konuşmalardır çoğu kez. Bizim basmakalıp olarak gördüğümüz bu kelimelere duyduğu ilgiyle başlar yol almaya yapıtlarında. Bu günlük dilin sihrine kapılır. Çünkü bu dilde yaşamın nabzını bulur. O kadar ki eserlerindeki dramatizasyonlarında bu bulamadığı ve anlamı belirsiz sözcüklerin peşine düşer. Sözcüklerin, dilimizin ucunda kaldığı bu endişe verici durumunu edebiyatta yansıtmaya çalışır. Tıpkı sinemadaki ağır çekim gibi konuşma hız kaybeder, yavaşlar, duraksamalar olur. Böyle bir endişe ile yol alan yazarın da kuşkusuz işlediği konular onu diğer yazarlardan ayıran bir unsur olur. Yine aynı endişe onu geleneksel hikâye dilinden ayırır. Daha önce yazdığı cümleleri bozup, tekrar tekrar yazmaya girişir. Bu ‘sil baştan’ tavrı onu yazmaya sevk eder. Kuşkusuz dille tarif edilemezle karşı karşıyadır. Sözün boş bıraktığı yerleri çalışır, parça parça ilerler, yeniden ele almaya oynar, biçimi sarsar, değiştirir, bozar. Eleştirmenler, bu ‘yap boz’ larında sese bir ayrıcalık tanıdığı için, Nathalie Sarraute’un romanla şiir arasındaki sınırları tam olarak saptamadığını söyleseler de o yazılarının şiir olmadığını ve şiir yazmadığını söylemiştir. ‘Öykü şiir’ ya da şiirsel düzyazı diyenler olmuşsa da kendisi yazdıklarını tamamen bir düz yazı olarak nitelendirmiştir.
Nathalie Sarraute’un çalışmasına ‘bir dil başarısı’ diyebiliriz. Oysa kendi bu çalışması ile başarıyı alıkoyar ya da reddeder. Sözle tarif edilmezi hatırlatmak için anlatımda güçlük çeker. Kendini tutar, ima yoluyla anlatmaya çalışır. Hatta buna biz ‘kararsızlık’ da diyebiliriz. Sarraute’ta başlangıçta ‘engelleme’ vardır: yazıyı motive eden ve yazının üstlendiği görev bu engellemedir. Onun yazın biçimini de belirleyen yine bu engellemedir.
- Ama ne oldu bunlara böyle birdenbire?
- Hepsi de aynı tarafa bakıyor…Sanki görmüş gibiler…evet, orada, şuradakinde…biraz uzakta duruyordu…sessizdi…
- Ona doğru gidiyorlar…onu kuşatıp sorguya çekiyorlar…’Şu ÖN İSİM…öyle görünüyorsunuz ki…sanki…ama pekâlâ da biliyorsunuz, öyle değil mi, onu kimin taşıdığını?’
- Oh, bu çok kışkırtıcı, bir daha asla içeri girememeye dayanamayız…
- Açın, Tanrı aşkına…çıkmamız gerek…ve işte tüm ön isimler, koşuşuyor, itişip kakışıyor, debeleniyorlar…ben, yapmıyorum, ben. Kudurdular…Sen, ama sen deliriyorsun…Sen, sevilen bir şarkıcının ön ismi…Ve sen, bir boksörünki ve sen…ama, durun bakalım, saçmalık bu…Yalvarıyorlar…’Yardım edin de çıkalım.’ ‘Açın, dayanamıyoruz artık, tükendik,’ diye bağırın…ne eğlenceli olurdu bu…Haydi bakalım, vurun, bağırın, içeri alsınlar bizi…[2] (Açınız, s.56)
Vaktiyle Luksemburg bahçesinde duvardaki çiçeklerin karşısında ve Andersen’in bir hikâyesinde anlatılan çocuksu bir duygu heyecanını dile getiren ‘Çocukluk’ adlı kitabındaki pasajı hatırlatmasının nedeni bu duyguyu gerçekten ifade edecek bir sözcüğün bulunmamasıdır. Aslında ‘mutluluk’, ‘heyecan’, ‘neşe’, ‘sevinç’ gibi yoğun olarak algılanan duyguları ifade eden basit sözcükler veya bir algılama bu derin heyecan duygusuyla mukayese edilemeyeceği gibi, onu ifade etmek, temsil etmek hatta aksettirmek mümkün değildir. Belki sadece bir metaforla, bir şiir belki de şarkıyla anlatmak mümkün olabilir.
‘Çocukluk’ adlı eserinde, N. Sarraute edebiyatta karşılaştığı ifade güçlüğünü
şöyle dile getirir:
‘ve o an, o an geldi işte…eşsiz, benzersiz bir şey…bir daha, asla böylesine yaşanamayacak bir şey, öylesine yoğun, şiddetli bir duygu ki, şimdi bile, aradan geçen bunca yıldan sonra, gücünü kaybetmiş, hatta bir bölümüyle silinip gitmiş olduğu halde, ben…hissettiklerim hangi sözcükle ifade edilebilir? İlk akla gelen, o her anlamda kullandığımız: ‘mutluluk’ sözcüğü, ama hayır, o değil…’coşku’ hiç değil, bu çok çirkin, duygularımın yanına bile sokulmasını istemiyorum…ve ‘esrime’, bu sözcüğün aklıma gelmesiyle duygularım küsüyor, kapanıyor…’Sevinç’ evet, olabilir, bu alçakgönüllü, iddiasız sözcük, ürkütmeden geliyor dudaklarımın ucuna…[3] (Çocukluk, s.49)
Yine ‘Çocukluk’ adlı eserinde yazın serüvenini şöyle dile getirir:
‘Şimdi, artık vakit…oysa hep geciktiriyorum…en iyi biçimde başlayamamaktan, heyecanımı yansıtamamaktan korkuyorum…işle konu başlığını yazmakla başlayacağım…’Yaşadığım ilk acı’, bu bana ilham verecek…
Kalemimin ucuna gelenler, benim günlük sözcüklerim, o biraz renksiz, göze çarpmayan, soluk, ışıltısız sözcükler değil, bu sözcükler güzel giysiler, bayramlık elbiseler giymiş gibi…birçoğu, önceden sık sık göründükleri, gösterişli ve pırıltılı olmalarını gerektiren yerlerden geliyor, seçilmiş edebiyat parçalarından…(..)onlarla birlikte olmak beni mutlu ediyor, onlara layık oldukları saygıyı gösteriyorum, güzelliklerini hiçbir şey bozmasın diye titizleniyorum…Bir şeyin görünümlerini bozduğunu düşünürsem, hemen Larousse’uma bakıyorum, aptal bir yazım yanlışlığı, çirkin bir sivilce gibi güzelliklerine zarar vermesin. Ve onları birbirlerine bağlarken uyulması gereken kurallar…dilbilgisi kitabımda bulamazsam, en küçük bir kuşku kalırsa, o zaman onlara, o sözcüklere hiç dokunmamak, yerine koyabileceğim başka sözcükler bulmak çok daha iyi…cümle içinde onlar, oynayacakları role uyan, o rol için hazırlanmış yerlerini alırlar.’ [4](Çocukluk, s. 159)
Diyebiliriz ki Nathalie Sarraute’un yazın serüveninde tek arzusu yaşamı tüm canlılığıyla metnine yansıtmaktır. Çünkü kesin olarak önemli olan ve diğer bütün duyguların gelip söndüğü, eridiği tek doğru söz ‘yaşam’dır. Yaşam… yaşam dalgaları… kısaca yaşam…
[1] Yeni Roman, Alain-Robbe-Grillet, s.36
[2] Nathali Sarraute, Açınız, s.56
[3] Nathali Sarraute, Çocukluk, s.49
[4] Nathali Sarraute, Çocukluk, s.159
















