Müesses Nizamla Aşk ve Nefret İlişkisi  | Can Öktemer

Ekim 7, 2025

Müesses Nizamla Aşk ve Nefret İlişkisi  | Can Öktemer

Edebiyat tarihinde münzevilik konusunda herkesin aklına ilk olarak Salinger gelir ama kendini gizleme konusunda en maharetli isimlerin başında bence Thomass Pynchon geliyor. Yazarın lise mezuniyet fotoğrafları haricinde görüntüleyebilen yok denecek kadar az -Kendisini takıntılı bir şekilde takip edip paparazzi kareleri yakalamaya çalışanları saymazsak-. Pynchon’ın ses ve görüntü olarak göründüğü tek yer ise The Simpson dizisi. Kafasında kâğıt torba üzerinde elinde Thomas Pynchon yazılı bir tabela tuttuğu ve kendisini seslendirdiği harika bir bölüme konuk olarak katılmıştı. Geçtiğimiz günlerde yeni romanını da yayımlayan Pynchon’ın aslında var olmadığı ve romanlarının bir grup insan tarafından yayımladığına dair komplo teorileri bile mevcut.

Pynchon’ı edebiyat tarihi içinde kıymetli kılan herkesten köşe bucak kaçıp, The Simpson’lara konuk olup herkese nanik yapması değil elbette. Kendine has bir dili, ironisi ve politik duruşuyla yazar dünya edebiyatının en özel yazarlarından biri.

Yazarın geniş külliyatında belirli temaların, konuların ve politik mevzuların öne çıktığını görebiliyoruz. Bunlar ABD’nin 1960’lı yıllarda yaşadığı kentsel dönüşüm, ırkçılık, paranoya, çürümüş bürokrasi ve Richard Nixon’la başlayıp 1990’lı yıllarda büyük ivme yakalayan elini hiçbir şekilde korkak alıştırmayan saldırgan dış politika, acımasız finans politika ve muhafazakarlık olsa gerek. Dolayısıyla Pynchon’ın hikâyeleri devlet, iktidar, sağcılığın yarattığı tahribat kadar giderek ironiye dönen bir geçmiş anlatısı olarak da görebiliriz aslında. Yazar bir anlamda günümüze dair söylemek istediklerini geçmişin hayaletleriyle satırlara döküyor. 1990’lı yılların başında yayımlanan ve yazarın uzun suskunluk yıllarının sona erdiğini ilan eden Vineland, bu anlamda iyi bir örnek olsa gerek. Üstelik bu esere bugünden baktığımızda Trump çağının haberciliğini de yaptığını söyleyebiliriz.

2023 yılında İthaki Yayınları tarafından Berkan M. Şimşek çevirisiyle yayımlanan Vineland, şu sıralar Paul Thomas Anderson’ın, romanından esinlediği One Battle After Another filmiyle yeniden gündemde.

Aile, devlet ve devrimle sevgi, nefret ilişkisi

Vineland, 1980’li yıllarda Reagan döneminde neredeyse bir Simspons bölümü gibi absürt aile komedisi olarak başlıyor. İlk satırlarda karşımıza göbekli, saçı başı dökülmüş, kafası hep kıyak gezen ve ergenlik çağındaki kızıyla yaşayan Zoyd isimli bir karakter çıkıyor. Zoyd, 1960’lı yılların hippi dönemini yaşamış, onlardan biri olmuş ve o yılları zorlukla hatırlayacak kadar afyonla yakın ilişki kurmuş biri. Geçimini televizyon önünde deli taklidi yapıp engelli maaşı alarak sağlıyor. Eşi Frenesi ise 1960’lı yılların radikal devrimci sinemacılarından, örgütçü ve müesses nizama karşı alınan cephenin en önünde yer alan biri ve uzun yıllardır ortalarda gözükmemektedir. Roman buraya kadar aile draması ve absürt komedi olarak devam etse de müesses nizamının yeniden ortaya çıkmasıyla beraber hikâye katmanlaşıp, derinleşiyor. 1980’li yılların sert, otoriter ve muhafazakâr iktidar bloğu bir daha 68 kuşağı tehlikesi yaşamak istemez. Hayatın her alanını kontrol etmek istemektedir bunun için de geçmişin bir takım “tehlikeli” kişilerini yeniden zapturapt altına almak ister. Zoyd da eş durumundan tehlikeli biridir. Devlet topu, tankı, ağır sanayii hamleleriyle kapısına dayanıp Frenesi’nin peşine düşerler. Operasyonun başında Brock Vond isimli devlet görevlisi vardır. Muhaliflerden, radikallerden paranoyak bir şekilde çekinen ve onları görüldüğü yerde tutuklanmasını isteyen acımasız dönemin ruhuna uygun davranan biridir. Vond’un elbette sadık bir müesses nizam koruyucusu değil aynı zamanda kendi ajandası olan da biridir. Hikâye ise Frenesi’nin kızı Praire’in onu aramasıyla başlıyor da denebilir. Praire’in yolculuğu 1960’lı yılların ABD’sine tuhaf tarikatlara, sinemacılara, ninjalara, devrimcilere, radikallere, televizyon şovlarına, müziklerine kadar uzanacak bir geçmişin yeniden uyandırılmasıdır aslında.

Vineland, Salman Rushdie’nin isabetli yorumunda olduğu gibi Amerika’nın kendisine ve çocuklarına neler yaptığını ortaya döken bir hikâye bir yerde. Aç gözlülükle soylulaştırılan kentler, geçinmek için deli taklidi yapan eski hippiler, hayatlarını kurtarabilmek için devlet için çifte ajancılık oynayan eskinin devrimcilerin ebedi mağlubiyetine tanıklık ediyoruz roman boyunca. Trump çağında romana yeniden baktığımızda şaşırtıcı olmayan benzerlikler ve tarihsel akışı görebiliyoruz. Makbul vatandaşlık sınırı ihalilinde kapıda beliren devletin büyük ürkütücü gölgesi, muhafazakarlık, sağcılık, saldıran dış politika ve bireyi buldozer gibi ezen finans politika… Thomas Pynchon, gelecek olanı biraz erken görmüş de diyebiliriz aslında. Üstelik Ronald Reagan gibi parodi sayılabilecek tuhaf kovboy filmleriyle meşhur olan birisini başkanlığıyla Donald Trump gibi bir figürün istikrarlı benzerliğini de hatırlamak da tarihin bir başka ironisi.

Thomas Pynchon, Vineland’de önceki kitaplarından aşina olduğumuz uzun, kesintisiz paragraflarla örülü, sarmal bir kurguya sahip okunması pek kolay olmayan bir roman. Yazarın sembolizmi, kullandığı referansların da bir hayli çok olması nedeniyle roman dikkatli ve konsantre bir şekilde okunmayı talep ediyor. Bununla beraber, harikulade benzetmeleri, detaycılığı, ince işçiliği ve politik duruşuyla Vineland, yazarın külliyatının en iyi eserlerinden biri kanımca. Vineland, günümüzde her yeri yıkmaya hazır 70 yaşını aşmış, tuhaf sağı politikacıların idaresinde post apokaliptik çağın şafağında ağlanacak halimize gülmenin, belki de çaresizliğimizin hissiyatı bir anlamda.

Yorum yapın