
“Tek başına al çantanı dışarı çık ve şu sıkkın halinden kurtul!” diyen, Barcelona’da yaşayan can arkadaşı Ayten’di. “Hiç olmazsa sokağın başındaki yeni nesil kafeye uğrayabilirsin.” önerisi kimindi anımsayamadı. “Bir kahve iç, istemezsen içme, öyle bir yer. Kimse kimseye bir şey demiyor.” Aaa evet, “ekskaynı”ydı. “Nasıl yani?” “Otur. Sıkılınca kalk dolan. Yine otur. Canın başka masa mı çekti, orada otur bu defa. Tuvalet de bedava, üstelik temiz. Git, gel. Güzel bir kek ye, havalı bir kahve iç ki havalanasın.” Herkes Sevinç’in başka bir nefes almasından yanaydı. Ama herkes. Torunları. Oğlu. Kızı. Evinin alt katındaki sıra sıra dizilen bakkalı, yumurtacısı, berberi, yufkacısı…Cevizcisi bile “Neyin var? eskisi gibi neşelen, canlan Sevinç Abla” demişti. Kimse zamana yenilmesine razı değildi. Aslında yenildiği falan da yoktu. Sıkıntı onlardaydı. Onun çözümcü, cesur, çapkın, umutlu hâlini özlüyorlardı, hepsi bu. Bunca önemsenmek iyiydi tabii. Ama Sevinç ruhundaki, gücündeki, yüreğindeki yavaşlamayı, isteksizliği anlatamıyordu bir türlü, yaşıtlarına bile.
Geceden karar verdi, söz dinleyecekti. Önce eksik parçanın adını koyacaktı, sonrası sonraydı. Sabah kahvaltıdan sonra, torunundan kalan jean bermudasını, rahmetli 2. eşinden ona devrolan İtalyan beyaz keten gömleğini, ayağına kızının Bodrum sandaletlerini giyerek, sırtında komşusunun elemeği kırkyama çantası eşliğinde yola çıktı. Artık takı takmıyordu, evden çıktığından beri, ömrünce üstünden ayırmadığı gümüşlerini neden çekmeceden çıkartmaya üşendiğini sorgulaya sorgulaya kafeye vardı. Harika beyaz saçını tamamlayan çekingen ama özgüvenli, bilgece ama ukala olmayan havasıyla mekâna bayağı “hızlı” ve gürültülü girdi. Kimse dönüp bakmadı. Ne bekliyordu ki, bu iyi bir şeydi elbette. Şöyle bir etrafına göz attı, yeni nesil bir yerdi doğru.… Aslında “Kafe” demeyi hiç sevmese de çaresizce kabullenmek zorundaydı. Ne süredir böyle uyum sorunu yaşıyordu, bilemedi. Oysa hayatı boyunca koşulları kolayca hizaya sokabilmişti, olmadı kendini adapte etmişti… Bununla da gizliden övünüyordu. İlk Melahat’tan öğrenmişti uyumlu olmayı, insanları sevmeyi, karşısındakinin duygu durumunu kollamayı, dokunmayı, koklamayı… Babasının bir arkadaşı, Amerika’dan Manhattan’dan getirmişti Melahat’ı…Nasıl olup da yüzbinlerce kilometre uzaktaki bir aileyi “benimkiler” diye benimsemişti, buna hep şaşırmışlardı. Sevinç kişiliğin ne demek olduğunu onda görmüştü. Farklıydı, gerçi hepsi öyleydi.
Hemen yanı başındaki masada oturdukları için konuşmalarını rahatça duyabiliyordu. Genç bir kız sesi “Bugün çok düşüncelisin kanka” dedi. Nefessiz devam etti “Buradan sinemayauzayalımdiyorumOrdaBurculararastlarızbelkiPateneüsttekikitapçıyaisstemezsenhamburgerciyetakılsak?DünyenibiroyundanbahsettiBartu.Sabahannemedegıcıkoldumaslıında.tam kapıdan—” “Hadi ya” Yetişemediği bu ses cümbüşünü duymak merakını kesmedi, ikisinin tipini de görmeliydi, boynunu, lavabo altı körüklü bir boru misali ileriye ve sağa kırdı, çaktırmadan bakmaya çalıştı…Sesleri gibi, yaşları da küçüktü. Oğlanın sıkıntısı tanıdıktı; sabah okula gitmemek için her yolu deneyen, üstteki yorganı biri tümden çekse bile azimle yatakta tespih böceği gibi kıvrılan inatçı oğlunun küçüklüğü gibiydi. Somurtkan, isteksiz, nazlı, sağır. Sivilceli ve kirli kabuğuyla bütünleşmiş mutsuz bir oğlan çocuğu… Kızsa kıpır kıpır, ışıl ışıl mavi ojeli bir sevgi kelebeğiydi sanki, çın çın.
Torunu benzer bir Kafe’de çalışmıştı bir zamanlar, tariflerinden canlandırdığı yer tam da burası gibiydi. “Ben Baristayım babaanne” demişti… Bunca yaşında ilk kez ondan duymuştu kahve yapım uzmanlığı diye bir meslek olduğunu. Kendi annesi de pekâlâ bu zamanlarda yaşasaydı baristalık işi bulabilirdi demek ki. Mangalda yapardı kahveyi. Bir sepeti vardı, onun içinde bakır cezvesi ve kulpsuz fincanı, derli toplu, avlularında göreve hazır ve nazır beklerdi hep. Küçük, kenarı oyalı bir örtü, tozlanmasın diye teçhizatı korurdu. O sepetin hemen yanında kıvrılan İpek Hanımı hatırladı. Gerçek bir ipekti o. Sevgiyi, sakinliği, oyun oynamayı bütün mahalleye öğretendi. Kahvenin has eşlikçisiydi adeta.
Deriyle kaplı yumuşak koltukta oturalı dakikalar oldu. Haklılardı, kimse ona henüz, değil “kahve alır mısınız” hiçbir şey dememişti. Keşke deselerdi, o ayrı. Bir arkadaşının mahallelerindeki en pahalı pastane için “orası en ucuzu, bayılıyorum. Bir çay istiyorsun. Daha 3 saat kimse gelip başka bir şey alır mısınız demiyor…” tavsiyesinin anlamını şimdi daha iyi kavrayabilmişti. Burası ondan da ucuzdu demek. “Ne içersiniz?” sorusunu duymak için kasaya gitmesi gerektiği aklındaydı. Az ötede üç erkek, bir genç kız vardı. Hiçbir şey yapmadan onlar da oturuyorlardı. Boş boş. Bu defa oğlanlar ısrarcıydı. Kıza “Gezmek ister misin?” “Açık havaya çıkmak da iyi olabilir” “Kampüse uzanalım. Ne dersiniz? “Seçenek bolluğu, kızı germiş mi, şımartmış mı belli olmuyordu. Rahat koltuğa oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, marka olduğu belli spor ayakkabısını sallaya sallaya dinliyordu erkekleri. Onlarsa rahat, yapışkan ve sulu gibilerdi. Çok utandı bu yargısından. Ne zaman böyle peşin hükümlü ve acımasız olmuştu? Hatta tahammülsüz.
“Serdar Bey nasılsınız iyi misiniz” dedi sağ çaprazındaki masada oturan yalnız çocuk. Telefonda konuşuyordu. Bağırarak. Tüm kafenin kendisiyle ilgilenmesini istiyor gibiydi, belki de Serdar Beyden öte tüm dünya sesini duysun istiyordu.
Harika bir müzik başladı şimdi, ilk eşi Hakkı’nın en sevdiği müzikti. Gözleri bulutlanır gibi olsa da yağmasına izin vermedi. Acılarından beslenmezdi Sevinç. Onun için şaşırıyordu ya, bu adını koyamadığı boşluk hissine. Onca insan vardı hayatında, neydi doldurulamayan?
Ooo yeniden birini arıyor bizimki. Serdar Bey konuşabilecek ya da dinleyebilecek kadar iyi değilmiş demek ki. Belki mutsuzdu. Hangisi daha mutsuzdu kim bilir? Serdar mı? Telefon elinde volta atan bu genç adam mı? Bizimki arayan taraftı, yandaki kız gibi, üste düşenlerden. Israrcı. Ya da yalnız. Sevinç bir kez daha kendini şanslı hissetti… Müziğin sesi biraz yükseldi… Ayarlayanlar sanki oğlanı bastırmaya çalışıyorlardı. Hem müzik hem yüksek tavandan bumerang gibi geri gelen konuşmaların uğultusu artınca, masaların konu başlıkları karışmaya başladı. “….Perşembe benim yuvarlak masa var—” “İzlemedim, güzel mi? “Yasemiiiin canım, yok…” Bizim oğlanınki kısa kesildi. Herkes o gün buluşamayacaklarını anladı. İnşallah O da. Daha üzgün görünüyordu. İçinden “Oğlum, işte hayat böyle bir şey—-ay ne lüzumsuz” diye geçirdi. Genç adam telefon konuşmaları istediği gibi gitmeyince ilk kez pes etmişçesine uzaklara daldı. Çantasından gizlice plastik su şişesine konmuş meyve suyunu çıkarttı. Bir yandan telefonunu da ihmal etmiyordu. Demek yılmamıştı. Arayacak birini bulmaya çalışıyordu ki… buldu. “Tansel abi. Serdar beyle konuştum.” Küllerinden aldığı rüzgârla kalktı, yine ayakta konuşuyor. Yok bu defa daha çok dinliyor. Hayat, ders alana güzeldir diye düşünmeden edemedi. Oh nihayet Tansel’in de anlatacakları var. Aaa yine görüşme bitti. Yok kısmetsiz bu çocuk. Hah neyse, azimli, yine birini aradı. “Merhabalar” dedi. “lar,lar,lar” Daha ateşli konuşuyordu bu defa. Masadan kalktı. Biraz sızlanarak mesai harcamaktan bahsetti. Öyle Mesailer ikiye ayrılır, bazısı zorunlu, turnikenin yandaşı, bazısı gönülden aşkla yapılır. Karşılıksa her mesai harcayanın hakkı.
Bir tek Can hiç karşılık beklemedi ondan. Sevse de yanındaydı, kızsa da her zaman onu dinlerdi. Sevinç’in aklı Can’a kaydı. Bir an çaprazdaki uzun masada yeni bir hareket oldu, dikkati dağıldı. Kafasını döndürdüğünde de telefoncu çocuk yoklara karışmıştı. Belki tuvalete gitmişti ama bilgisayarı da yoktu. Belli ki yarım hikâyesi cebinde gitmişti.
Gözü diğer yanındaki masaya takıldı bu kez, tek bir adam oturuyordu. O da herkes gibi Sevinç’ten küçüktü. Duvara doğu oturmuştu, nedense kafedekilere sırtını dönmüş, duvara doğru oturmuştu, hatta nedense tuvalete bakar bir pozisyon almıştı. Kendini düşündü, oldum olası dış mekanlarda halka dönük oturmayı severdi, iki eşi de hemen onu “manzarası” en verimli yere oturturlardı. Tıpkı Cin gibi. Camın içinde, sokağı, insanları izleyerek saatler geçirirdi. Bu arada içerde olanları da atlamazdı. Sosyolog gibiydi. Bu adamda devlet dairesinde çalışıyormuş da yeni gelen yönetimin yok saydığı biriymişçesine mahzunluk vardı. Ya da prostatı vardı. Sevinç’in lügatine göre, “ben memurum” diye bağırıyordu, neden, kravatı vardı çünkü. Belki de işini bilemeyen memurlardandı. Ahlâklı mıydı acaba? Geçmiş pozisyonunu özlüyordu belki. Peh. Ona göre çoğunluk eskiyi arıyordu. Yoo, kötüyse neden arasın ki. Önünde bilgisayarı açıktı. Bir işi varmış gibi. Pat pat, pata pat 10 parmak olmadığı kesin aksak bir tempoyla tuşlara basıyordu, sanki zamanında daktiloyla mesaisi olmuş da yeniye uyumda güçlük çekmiş orta yaşlı bir adamdı işte. Kendi yaşını düşününce “Kart” demeye dili varmadı. 60’larında gibiydi saçının beyaz ağırlığı. Oturduğu yerin açısı izin vermiyordu ki ne yaptığını net görsün. Belki de fal açıyordu. Bu tuş temposunda? Saçma! Neden buraya gelmiş olabilirdi? Yazarsa? Ya da bir emekliydi o. Hah hahkravatlı günlerini özleyen zavallı bürokratlardandı demek. “Neydi mesleğiniz? Elektrik İdaresinde vazgeçilmez önemde üst düzey bir memurdum…” Emekliyse kesin evinde temizlik vardı. Ya da karısının günü. Evden yollanmıştı. Hanımı şu anda arkadaşlarıyla kaynatıyordu. Kocalar, sevgililer, eski zamanlar, patronlar, diziler, yarınki yemek menüsü, çocuklar, hava durumu, anneler, uzayan saçlar, uzamayan tırnaklar, fiyatı hiç düşmeyen kırmızı biberler, hayaller, umutsuzluklar, küçük heyecanlar, adet sancıları, çıkmazlar, daralan etekler, uykusuzluklar, çiçekler, yine kocalar…ve hüzünler ve bol kahkahalar. Ah ne güzel… Hayat gibi.
Orta kalabalıktı kafe. Ne demekti orta? 30 masadan 15’i dolu. Saydı mı? Tabi ki hayır. Buna deneyim derler diye düşündü. Gözle tartmak. Karabaş da öyleydi. Zeki ve ölçülü adım atmayı seviyordu, çok yaşlanmıştı belki de ondan. Ona verilen mamanın niteliğini gözüyle tarıyordu adeta, yerinden kalkmaya değerse kıpırdanıyordu. Yoksa istifini hiç bozmuyordu. Bir Hamle; gözle tartı, bedel, kazanç, kayıp gibi çok hesap işi olmalıydı.
Sevinç bir anda susadığını hissetti. Çişi de böyle artık aniden geliyordu, Ankara’nın ikindi yağmurları gibiydi. Kalktı, tuvaleti buldu. Övüldüğü kadar başarılı değildi ama işini gördüğü için mutlu etti onu. Dönüşte de “artık zamanı geldi” kararlılığıyla utana sıkıla uzun sipariş sırasına girdi. “Kasaya vardığında, tahtaya kalkmış ama dersini çalışmamış bir öğrenci gibiydi. “Arkamdan ittirildiği için buraya geldim, ilk deneyimim” diyemedi tabii. “Ne alırdınız” sorusuna “orta şekerli bir Türk kahvesi” cevabını vermemek için kendini zor tutarak, derin nefesini boşa harcatan küçük sesiyle ve yaşının ağırlığıyla “neskafe, ya da…ya da…” dedi. Bir yandan karşıdaki listeyi okumaya çalışıyordu, neyse ki geriye dönmeden uzakları yakalamak onun işiydi. Göğsündeki isimliğinde Tolga yazan genç, istifini de Sevinç’i de bozmadı, sıralamaya başladı. Yetişilemez bir tempoyla “Caffè Latte, Buzlu Caffè Latte, Ristretto Bianco Cortado, Flat White, Iced Spanish Latte, Spanish Latte, Americano, Caffé Americano——” sonu gelmeyen seçeneklerden Sevinç bayılacak gibi oldu. Arkasında uzamaya başlayan kuyruğun ağırlığı, kasiyerin ruhsuz ifadesi, ortamdaki algoritmalı çözümü bekleyen bir dolu gözü bertaraf ederek cevabı yapıştırdı. Sesi büyüdü büyüdü “Kahve Amerikano istiyorum Tolga Bey. Buzlu olsun.” Siparişi sırasında “large”ının daha ekonomik olduğu konusundaki ısrarı kıramadığı için, kafası kadar olan bardağı zar zor eline aldı ve masasına döndü. Hamle ve başarı buydu. Kendiyle gurur duydu. İlk yudumundan memnun olduğu halinden anlaşıldı. Hemen ardından büyü bozulmasın diye höpürdeterek devam etti. Alışıyordu galiba. Bugüne kadar neden denemediğini düşününce kendine çok kızdı. O arada karşıdaki adam kalktı yerine sağdaki kadın yerleşti. Adam da solda boşalan yere geçti. Çünkü biraz güneşliydi o koltuk.
Birden eski apartmanındaki Güneşin güzelliğini anımsadı. Yeşil su dibi gibi gözleri vardı. Uzun kirpikleri. Tertemiz patileri. Yumuşacık. Apartmanın ortak sevgilisiydi. Binaya girenle içeri süzülüyordu, bir heyecan ve gurur dalgası eşliğinde asansöre biniyordu. Ama asansörle çıkılan kat mutlaka onun gideceği adres olmuyordu. Hiçbir adımı rastgele değildi. O uğrayacağı evi herkesten ve her şeyden bağımsız seçiyordu. Onurlandıracağı, mutluluk, huzur ve neşe katacağı insanını o belirliyordu ya da kendine duyulan ihtiyacı hissediyordu sanki. Mesela asansör 6.katta durdu, kapı açıldı. O da iniyordu. Ama o günkü adresi 7. kattaki 32 numaraysa oraya gidiyor ve kapının önünde bekliyordu. Ta ki kapı açılana kadar. İşin ilginci hiçbir şey istemiyordu. Evin içine girince hep orada yaşıyormuşçasına en sevdiği köşeye geçiveriyordu. Onların evinde tercih ettiği yer, uzun yemek masasının etrafına dizilmiş sandalyelerin oturma kısmı oluyordu. Gizlenince masa örtüsünden görünmüyordu. Orda saatler boyu uyuyordu. Sonra evdeki ziyaret ettiği kişi neredeyse onun yanına, elinin altına giriveriyordu. Motor sesiyle neler anlatıyordu neler. Bütün evlerdeki eksiği biliyordu. Herkese onu konuk etme mutluluğunu tattırıyordu. Ne güzel günlermiş diye düşündü.
Karşı masaya bir kız, bir de oğlan geldi. 20-30 arası. Sarışın incecik, uzun saçlı, bakımlı güzel kız kapalı mekânda güneş gözlüğü takıyordu. Ve galiba sessiz sessiz ağlıyordu. Yakışıklı sayılabilecek, efendi tipli oğlan da sessizdi, telefonuna bakıyordu, kız elindeki kâğıt mendile, kırış kırış, görevini çoktan tamamlamış mendile. Belki de ayrılacaklardı. Hiç konuşmuyorlardı. Kızda yüzük vardı, oğlanınki görünmüyordu. Tartışmalarda en doğrusu neydi acaba? Sevinç bilemedi. Karşı tarafın sakinleşmesini beklemek. Susmak. Bir tarafın sıkıntısının dile gelmesini ummak. Savunmaya geçmeden. Çözüm düşünmeden. Önce sessizce dinlemek. Demek ki ilk yapılacak şey dinlendiğini hissettirmek. Anlaşılmasa bile dinleyen birini bulmak. Cunda gibi…Nasıl güzel bir dinleyiciydi. İşten geldiğinde onun stresini atması için elinden geleni yapıyordu. Sessizce karşısına geçip iş sorunlarını anlarmış gibi yüzüne bakar, onun enerjisini soğururdu. Görev kedisi Cunda. Moda deyimle içindeki neşesi, sevgisi öyle fazlaydı ki, dünyaya yetebilirdi. “Keşke onun sevgisini bulabilsem yine bir yerlerde, birilerinde.” diye düşünürken kasadaki hareketlenme herkesin dikkatini çekti. Köpeğiyle içeri girmeye çalışan bir kadın vardı. Kasadaki gençler, bunun kurallara aykırı olduğunu dilleri döndüğünce anlatıyorlardı. Ama şaşırmış müşteri Fransızca konuştuğu için anlaşamıyorlardı. Herkesin dikkati oraya toplanmıştı, neyse ki gönüllü bir çevirmen çıktı, kadının köpeğine sarılarak, bizdeki kuralları anlattı ve şaşırarak, boyunları bükerek dükkâna giremeden uzaklaştılar. Kafe de eski ahengine döndü. Kimi üzüldü, kimi aldırmadı, kimi kendince bu durumu sorguladı. Sevinç “ah saçma kurallar” deyip kızanlardandı. Hemen sonra arkalardan gelen“Sevinç Hanım” ı duyunca, sevinçle dönüverdi. Az önce uzaktan gördüğü çevirmenlik yapan yaşlıca bey ona gülümseyerek yaklaştı. “Sevinç Hanım, uzaktan tanımadınız tabii. Çok uzun zaman oldu, değiştim.” dedi, gülümseyerek. “Tabi ya. Ah kusura bakmayın Adnan Bey.” Elleri adamın avuçlarında kala kaldı. “Yaş aldım. Sıkı bir alışveriş yaptığımı sanıyordum. Ama sanılanın aksine kazançlı çıkmadım, bendeki bilgilerden fazlaca gitti.” dedi. İkisi de güldüler. “Tabi ki hatırladım.”
“Nasılsınız? Ne güzel sizi görmek.” Yıllar önceki Pamuk Hanımın nezaketiyle usulca yanına sokuldu ve özlemle dinlemeye başladı Sevinç’i.
“İyiyim, torunlarım, çocuklarım ve komşularımın baskısıyla evden dışarı çıktım. Beni son zamanlarda fazlaca durgun buluyorlardı da ondan. Yeni bir deneyim yaşayayım diye buraya geldim”.
“Ne güzel bir tesadüf oldu. İyi ki çıkmışsınız. Bizim mahalleden taşınınca bağımız koptuğu için çok üzülmüştüm. Tabii kayıplarınız oldu biliyorum. Bugünlerde hangi şanslı sizinle evi ve hayatı paylaşıyor?” dedi göz kırparak.
“Kimse.”
“Nasıl, yine sizi seçen güzel bıyıklı bir hanım yok mu??”
“Yok. Ne yazık ki buna izin yok. Bana diyorlar ki artık bir hayvanın yükünü kaldıramazsın. Ayrıca birini daha kaybetmenin acısını da taşıyamazmışım. Bilmiyorum ki… Belki de haklılar. Sorumluluğu çok tabii.”
“Ah bu sizin hayatınızda nasıl bir boşluk bırakmıştır …” dedi. O anda Sevinç’in yüzünde hem hüzün hem aydınlanma belirdi. İkisi de birden sustular. Adnan bozdu sessizliği.
“Ege’de bir adada doğdum ben Sevinç Hanım. Yaz sabahlarında biz torunlar, babaanneler ve dedelerle yüzmeye giderdik… hangi tarafın denizine gideceğimize o günkü rüzgâra göre karar verilirdi…Her türlüsünde de uzun mesafeler aşılırdı. Başak tarlalarında yürürdük. Babaannem beni hep sırtında taşırdı, fonda eşek anırmalarıyla. Ne anlatmaya çalıştıklarını öyle merak ediyordum ki. Onların dilini öğrenmek, iletişim kurmak ve dünyamı büyütmek için veterinerliği seçtim sanırım. Bir Kızılderili atasözü vardır bilir misiniz? “Her şey aynı nefesten alır. Hayvanlar, ağaçlar, insanlar. Bütün hayvanlar gitse insanlar büyük bir yalnızlığa boğulur, yalnızlıktan ölür.”
Saatine baktı ve mahcubiyetle “Ne çok konuştum. Size ihtiyacım varmış demek ki. Ne iyi geldi sizi görmek, kendinize iyi bakın” dedi ve aniden kalktı. İki adım atmıştı ki döndü “Az önce yaş alışverişinizden söz ettiniz. Bazı bilgiler gitse de duygu deneyimimiz artarak sürecek. Buna emin olun, bu da dostlarımızdan bir bilgi…”
Sevinç arkasından bakarken Melahat, Karabaş, Can, Cunda, Cin, İpek, Güneş ve sokaklardaki dostlarını düşündü… Kendi kendine yaramaz bir gülümsemeyle, kafeye gelme fikrini daha bir sevdi, eve dönmek için toparlanmaya başladı…


















