Öykü: Kaybolan beste | Belgin Usta Güç

Ekim 2, 2025

Öykü: Kaybolan beste | Belgin Usta Güç

Üzerimde nereye gitsem benimle gelen bir ağırlık. Kim koydu sırtıma bunları, nihavent ile başlayıp ıtri ile sonlandırdığım anılar mı? Düşünceler beni götürüp götürüp geçmişin denizine bırakırken dalgalar kıyıya vuruyor bedenimi, istemiyorlar bu hırçın belleği. Zihnimin arka fonunda yankılanan tamburun sesi, hüzünlü bir hicaz makamını seslendiriyor. Yağmur yavaş yavaş tüm şehrin renksiz, ruhsuz kıyılarını griye boyuyor. Düşünüyorum, ne zaman kayboldum ben?

Soğuktan büzülmüş küçülmüş insanlar, varmak istedikleri yerlere doğru kimi zaman ritmik, kimi zaman aksak koşup duruyorlar. Aslında sıklıkla takılıyor aklıma, bu insanların koşup durdukları yerler, varmak istedikleri yer midir, değil midir? Yağmurdan ben de nasibimi almış olmalıyım, üşüyorum. Önümde buğusu tüten kahvem, masamda dügâh perdesinde karar kıldığım bir makam, ne kadar yakışabileceğini düşünüyorum bu makamın bu sokağa, bu kasım karanlığına, sokaktaki yaşlı ağaçlara, denizin sakinmiş gibi görünen hırçınlığına.

Bu garabet korku beni ele geçirmeden bitirmeliyim bu şarkıyı. Dünyanın kuyruklu yalanlarını bir kenara bırakıp yıllardır beni peşinden sürükleyen, bir görünüp bir kaybolan o sedayı bulmalıyım. Hayatın kuytuluk bir köşesine çekilip pencere önünden gelen geçenleri, dökülen yaprakları, ölen çiçekleri, sorulamayan soruları, yaşanamayan mutlulukları, dönüp dönüp yeniden gelen dalgaları ve gördüklerimi yazmalıyım, makama işlemeliyim hayatın rengini.

İşte tam burada ud taksimi ile birlikte “ney” de karışmalı kompozisyona, uzaklaşmak zorunda kalan bir sevgilinin dudakları gibi, hasretle anlatmalı kendini. Perdeleri aralayıp ürkütmeden uzaktan bakmalı. Öpülesi bir tat bırakan o dudaklar, musikiye karışmalı. Zihnimde uçuşuyor musiki, duyuyorum, düşünüyorum, bazen bulunmak istemez bir sevgili gibi saklanıyor benden. Bazen öyle yakınıma geliyor ki, o hicaz perde, çok yakınlaşıyor, biliyorum, hissediyorum, “tüm varlığımla buradayım” demek istiyor, görebilmem için kendini getiriyor bana, usulca dokunuyor hatta. Sanki gök kubbede yankılanıyor notalar tamburun sesinde. Yine de adını koyamıyorum çoğu zaman, biliyorum korkaklık bu. Korkuyorum bu besteyi hiç tamamlayamamaktan. Yıllar boyunca yaşadım ben bu korkaklığı ve çıkmaya çalıştım bu kuyunun içinden. Kimselere belli etmemeye, bu korkuyu gizlemeye gayret ettim. Gizledikçe kuzey denizleri gibi hırçınlaştım, dönen dalgalarımı vurdum kıyılarıma, yıprandım, insanları yıprattım. Kötü biri gibi dolaştım sokaklarda. Aradım, eksik notaları bulmaya çalıştım, kayboldum yollarda. Kimselerden yardım istemedim, bir tek bu şehri-İstanbul’dan bekledim yardımı. Yılların İstanbul’u bile yardım etmedi, onca hukukumuz mesaimiz varken, sırt çevirdi bana. Hâlbuki, onu İstanbul yapan musiki aşkına terk etmiştim ben adlarını bile hatırlamadığım sevgilileri. İşte bunları bilince insan, uzaklaşıyor kendinden, dönüp dolaşıp, kendine uzaktan bakıyor. Dönüp kendime uzaktan bakıyorum. Penceremin kirli camındaki yansımamdan medet umuyorum bazen, bir şeyler fısıldamasını, doğru notayı göstermesini, en azından işaret etmesini bekliyorum. Yorgunluk damlayan ellerim yazıyor müziği. Tamburun sesinde kendini icra etmemi bekleyen sesler, anlatıyor tüm hüzünlü aşkları ve hikâyelerini. Bir başkası daha bulur mu kendini bu bestelerde diye, yazıyorum. Hoş bir name dalgalanıyor dilimde, “unut kendini, beyhude bekleme beni, ey zavallı sevgili.” Zavallı olduğumu kabullenmek istemiyorum. Tüm ömrümce yazdığım onca eser, onca mesai, ancak yeterli değil benim için. Hep eksik kalan bir şey var bulamadığım. Hala o sevgiliye, o besteye ulaşamadım. Nice musikişinas dostlarım değer verir, saygı gösterir bu emektar bestekârın yazdıklarına. Oysa ben bilirim kendimi, eksiklerimi, hilelerimi. Şiirlerini sevgilisine okuyamayan tutuk bir şair gibiyim.

Şu puslu karanlık yine aklımda dolanıyor, müphem sesler dağıtıyor dikkatimi. Kaldırımlarda bulanık su birikintileri ve dökülmüş yaprakların çürüyen yanları gözüme takılıyor. Hep böyle oluyor. Ne zaman yaklaşsam o muazzam besteye, kafam lüzumsuz mevzulara demir atıyor, görmek istemediğim ayrıntılara gözüm takılıyor. Hayat tuzaklar kuruyor, sahte mutluluklar seriyor ayaklarıma, terslikler getiriyor, yalandan kaçırılmayacak fırsatları allayıp pullayıp sunuyor. Oyalarken seni süslü meşgalelerle; usta bir yankesici gibi ellerinden ve zihninden çekip alıyor besteni. Hissetmiyorsun bile senden alındığını hatta çalındığını. Olanların farkına vardığında çok geç kalmış oluyorsun. Ben kaç kez düştüm o tuzaklara, her tuzakta daha da kızdım zaaflarıma. İşte tam burada “kanun” un sesi inceden duyulmalı, yirmialtı perdelik teller mızrap ile buluşunca anlatmalı insanın bu çaresizliğini, segâh peşrev ile girmeli esere, ses derinden duyurmalı bize kendini.

Anlıyorum kolay olmayacak o besteyi tamamlamak, eksik parçaları bulmak. Tek başına arıyor olmak ulaşmak için yeterli değil. Ödediğim bedeller kâfi gelmiyor ona. Santurun tellerine her bir vuruşta saçılan, parlayan sesler gibi, biliyorum bekliyor beni, o sesleri birleştirmemi bekliyor. Yalnız bu ihtiyar emektardan çok şey umuyor.

Oysa kendi gelsin istiyorum, bir sabah ya da akşam saatinde, mevsim fark etmez, gökyüzü eflatuna çalarken, öylece süzülsün belleğimden, dökülsün dile, dökülsün kâğıda, tıpkı boğazın süzülen rüzgârları gibi, saçlarımı dağıtsın, denizin tuzlu kokusunu, nemini vursun vücuduma, sakinleştirsin hırçınlığımı, kaybolduğum yolları göstersin bana, gençliğimi geri getirsin. Artık naz niyaz etmeden sunsun bana varlığını, o şehri-İstanbul’ a yakışan bestelerden biri olsun. Ruhum bütünleşsin bu mutlulukla, tam olayım. Bir ömür verdim ey sevgili, kabul et artık beni.

Yorum yapın