
Demet Yılmazkuday’ın ilk romanı Bu Kızı Ben Uydurmadım, okuru çocukluğun kırılgan anılarına, göçün sessiz travmalarına ve aile içi çatışmaların derin izlerine götüren otobiyografik tonlu bir anlatı sunuyor. Yazar, Libya’da büyüyen bir kız çocuğunun gözünden hem kişisel hem toplumsal kırılmaları aktarıyor; bunu yaparken sıcak bir mizah, ince bir ironi ve derin bir duyarlılıkla örülmüş bir dil kullanıyor. Roman, görünürde küçük bir hayatın içinden evrensel temalar çıkarmayı başarıyor: aidiyet, adalet, paylaşmak, yokluk, savaş ve çocukluk masumiyetinin kırılması.
Kitap, geleneksel bir roman formundan ziyade anıların ve hikâyelerin bir zincir halinde birbirine eklendiği bir yapı kuruyor. İçindekiler kısmındaki bölüm adları —“Çikolata”, “Portakal”, “Akide Şekeri”, “Sigara Böreği”, “Boza”, “Ekmek” gibi— sadece nostaljik bir çağrışım değil, aynı zamanda belleğin tatlar ve kokular üzerinden nasıl çalıştığını işaret eden bir estetik tercih. Her bölüm, bir yiyeceğin çevresinde örülmüş bir anıya açılıyor; fakat bu anılar yalnızca tatlı bir geçmişe dönüş değil, politik ve kültürel arka planla sert bir şekilde çarpışan sahnelere dönüşüyor.
Örneğin “Çikolata” bölümünde Libya’daki yokluk yılları, paylaşılan küçük bir çikolatanın çocuklar için ne kadar büyük bir mutluluk kaynağına dönüştüğü üzerinden anlatılıyor. Bu sahnede hem göçmenliğin yoksunluk duygusu hem de çocukların adalet arayışı samimi bir dille işleniyor. Yılmazkuday, çocuğun adalet kavrayışını “diktatör” kelimesine getirdiği naif ama çarpıcı tanımla ironik bir biçimde politize ediyor: “Diktatör: Bütün yemekleri kendi yiyen, halkına çok az yemek bırakan obur devlet başkanı.” Bu cümle, romanın politik eleştirisini çocuğun saf dünyasından yansıtan ustaca bir dokunuş.
“Portakal” bölümünde yazar, bombardımanlar altında geçen çocukluğunu anlatırken yıkımın çocuk gözündeki karşılığını çok çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Babasının savaş hikâyeleri, gökyüzündeki füzeleri cambazın portakallarıyla bir tutan hayal gücü ve yıkılmış evler karşısındaki suçluluk duygusu, savaşın çocuk ruhundaki izlerini çıplak ve samimi bir şekilde sergiliyor. Özellikle, kendi Barbie evinin sağlam kaldığını görüp sevinç duyan anlatıcının, yıkıntılar arasında ağlayan bir başka çocuğun bakışlarıyla yüzleştiği an romanın en güçlü vicdan sahnelerinden biri.
Yılmazkuday burada büyük bir ustalıkla çocuk bakışının empatiyle karışık suçluluğunu işliyor: hayatta kalmanın, sahip olmanın utancı. Bu duygu, okurda hem kırılganlık hem de ağır bir gerçeklik duygusu bırakıyor.
Kitabın önemli damarlarından biri de baba figürü ve aile içindeki güç dinamikleri. “Akide Şekeri” bölümünde babanın öfkesi, şiddetin gündelikleşmesi ve çocuğun utanç ile sevgi arasında kalışı çok incelikli bir şekilde aktarılıyor. Babayla anne arasındaki kavga sahneleri, çocuğun bir taraf seçmeye zorlanma hissi, babanın hem şefkatli hem yıkıcı varlığı; bütün bunlar naif bir gözle bakıldığında bile derin bir psikolojik katman yaratıyor.
Yazar bu kısımlarda dramatik bir ajitasyona kaçmadan, çocuk zihninin karmaşıklığını, hem gülen hem kırılan bir ses tonuyla yansıtıyor. Babanın kızına attığı tokadın ya da avuca vurduğu cezanın ardından gelen kırık ama hâlâ sevgi dolu bakışlar, okuru zor bir duygusal bölgede bırakıyor.
Romanın en çarpıcı özelliklerinden biri, ağır temaları bile çocuk dilinin sadeliği ve yer yer mizahi gözlemleriyle hafifletmesi. Yazar, ironiyi bir savunma mekanizması gibi kullanıyor. Savaş, göç, yoksulluk ve aile içi şiddet gibi ağır meseleler; ince bir mizahın yardımıyla okunabilir kılınıyor. “Diktatör” tanımı, Barbie bebeklerin kurtuluş hikâyesi ya da portakal kabuğundan oyuncaklar gibi detaylar; hem gülümsetiyor hem iç burkuyor.
Ayrıca, yemek ve tatlar üzerinden kurulan bölüm isimleri hem nostaljik bir sıcaklık hem de duyusal bir yoğunluk katıyor. Okur, çocukluğun kokusunu, Libya’nın tozlu lojman bahçelerini, okul kantinlerini, çay bahçelerini adeta koklayarak okuyor.
Bu Kızı Ben Uydurmadım, bireysel hafızayla kolektif tarihin kesiştiği bir roman. Libya’daki Türk diasporasının hayatına dair nadir görülen bir tanıklık sunuyor. Savaş, diktatörlük, göç, aidiyet arayışı gibi politik temalar; çocuğun gündelik hayatındaki küçük kırılmalar üzerinden ele alınıyor. Yılmazkuday’ın yaptığı şey, büyük tarih anlatılarını küçük hayatlara sızdırmak; böylece okura hem bireysel hem toplumsal bir yüzleşme alanı açmak.
Roman aynı zamanda “kadınlık” deneyimine dair ince dokunuşlar da içeriyor. Çocuk yaşta bir kız çocuğu olarak hem patriyarkal babanın hem savaşın hem de göçmenliğin yükünü sırtlanmanın izleri seziliyor.
Demet Yılmazkuday’ın Bu Kızı Ben Uydurmadım’ı, çocukluğun masumiyetini savaşın, göçün ve aile içi çalkantıların ortasında yeniden kurgulayan güçlü bir ilk roman. Yazarın seçtiği duyusal hafıza yöntemi —tatlar, kokular ve küçük nesneler aracılığıyla geçmişi çağırmak— hem özgün hem dokunaklı. Anlatının yer yer mizahla yumuşatılmış ağır gerçekliği, kitabı duygusal açıdan güçlü ve samimi kılıyor.
Bu roman, sadece bir çocukluk hikâyesi değil; aynı zamanda hafızanın nasıl şekillendiğine, göçmenliğin sessiz izlerine, aile içi travmaların kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığına dair içtenlikli bir edebi deneyim. İlk roman olmasına rağmen olgun bir anlatıcı sesiyle yazılmış; hem okurda empati uyandırıyor hem de politik bilinç yaratıyor.

















