Beyazparde.com’un haberine göre, her film kötü adama ihtiyaç duymaz ama güçlü bir kötü karakter, hikâyeyi unutulmaz kılar. İşte kusursuz yazılmış, unutulmaz performanslarla hayat bulan ve baştan aşağıya etkileyici 10 kötü karakter…

Mr. Potter — “It’s a Wonderful Life” (1946)
n büyüleyici Noel filmlerinden biri olan It’s a Wonderful Life, yalnızca bir yılbaşı klasiği olmanın çok ötesinde. Hollywood’un Altın Çağı’nın en ileri görüşlü yönetmenlerinden Frank Capra tarafından çekilen film, aynı zamanda aile, erkeklik ve ruh sağlığı üzerine dokunaklı bir hikâye. Neredeyse seksen yıl sonra bile filmin kalbi ve ruhu tek bir gün bile eskimemiş gibi hissettiriyor. Filmin kötü karakteri ise usta oyuncu Lionel Barrymore’un olağanüstü performansıyla hayat bulan zalim banker Bay Potter.
It’s a Wonderful Life, tartışmasız şekilde yaşama sevincini yücelten ve sinema tarihinin en iç açıcı finallerinden birine sahip bir film olsa da, Bay Potter’ın ekrana geldiği her sahne izleyicide biraz daha nefret uyandırıyor. Onun çok katmanlı bir karakter olmasına gerek yok; zaten değil. O, açgözlülüğün ve denetlenmeyen gücün vücut bulmuş hâli. Yalnızca tek boyutlu bir Cimri (Scrooge) tipi olmaktan çok daha fazlası.
Harry Powell — “The Night of the Hunter” (1955)
Birçok film gibi The Night of the Hunter da gösterime girdiğinde hem gişede hem de eleştirmenler nezdinde başarısız olmuştu. Ancak zamanla eleştirmenlerin ve izleyicilerin yeniden değerlendirmesiyle keşfedilerek hak ettiği değere kavuştu. Bu yeniden keşif, sinema tarihinin en korkutucu ve en iyi kötü karakterlerinden biri olarak kabul edilen Robert Mitchum’un canlandırdığı, sahtekar seri katil Harry Powell’ın önemini ortaya çıkardı.
1950’lerin en büyük başyapıtlarından biri sayılan The Night of the Hunter’ın bu konuma gelmesinde Powell’ın etkisi büyük. Karakterin yazımı, Mitchum’un unutulmaz performansı kadar güçlü ve etkili. Dönemin kötü karakterleri için şok edici derecede karmaşık ve rahatsız edici olan Powell, filmin kasvetli atmosferini tamamen belirleyen bir figür. Üstelik The Night of the Hunter gibi etkili filmler, Hollywood’un sansür sisteminde çatlaklar oluşmasına yol açtı.
HAL 9000 — “2001: A Space Odyssey” (1968)
Tarihin en büyük bilim kurgu filmlerinden biri olarak kabul edilen 2001: A Space Odyssey, Stanley Kubrick’in zirve döneminde ortaya koyduğu bir başyapıt. Türün içinde bu kadar düşündürücü yapımlar çok azdır; kusursuz bir sinema anlayışıyla çekilmiş olanlar ise daha da nadirdir. Ayrıca, bu filmdeki kadar unutulmaz bir kötü karaktere rastlamak neredeyse imkânsızdır: HAL 9000. Discovery One’ı yöneten yapay zekâ, programlamasındaki çelişki yüzünden kontrolden çıkar ve insanlığa karşı tehdit haline gelir.
Douglas Rain’in olağanüstü seslendirmesi sayesinde HAL 9000, sakinliği ve zarafetiyle dehşet verici bir karaktere dönüşür. Onu korkutucu yapan şey yalnızca soğukkanlılığı değil, aynı zamanda gerçekçi bir yapay zekâ figürü olarak bugünden bakıldığında bile inandırıcı olmasıdır. Ancak HAL’i gerçekten zamansız kılan, karakterin filmin teknoloji, insan evrimi ve bilinç üzerine işlediği temaların kusursuz bir yansıması olacak şekilde yazılmış olmasıdır.
Kubrick’in dehasıyla birleşen bu karakter, bilim kurgu sinemasında yapay zekânın temsiline damga vurmuş ve HAL 9000’i yalnızca bir antagonistten öte, insanlığın kendi yarattığı teknolojiyle hesaplaşmasının sembolü haline getirmiştir.
Batı’nın Kötü Cadısı — “The Wizard of Oz” (1939)
Aradan yıllar geçmesine rağmen, The Wizard of Oz hâlâ dünyanın dört bir yanında seyircilerin en renkli, en neşeli ve en büyülü sinema deneyimlerinden biri olarak başvurdukları bir klasik. Masalsı havasına rağmen film, karanlık anlardan da nasibini alıyor; bu da büyük ölçüde Batı’nın Kötü Cadısı karakterinden kaynaklanıyor. Margaret Hamilton’ın sinema tarihinin en etkili kötü karakter performanslarından birini sergilemesi ve aynı ölçüde güçlü bir senaryoyla birleşmesi, bu cadıyı unutulmaz bir ikon haline getiriyor.
Batı’nın Kötü Cadısı, aslında basit bir aile filmine uygun şekilde sade bir kötü karakter olabilirdi; fakat rolünü eksiksiz bir şekilde doldurması, onu mükemmel kılıyor. The Wizard of Oz, sinema tarihinin en iyi macera-aile filmlerinden biri olarak anılıyorsa, bunda bu kadar canlı, akılda kalıcı ve heybetli bir antagonistin payı büyük. Kötülüğünden keyif alan, abartılı ve şeytani bir zevkle hareket eden bu karakter, izleyiciye saf kötülüğün cazibesini hissettiriyor.
Onu özel kılan, sadece filmin hikâyesine kattığı dramatik denge değil; aynı zamanda sinema tarihinde kötü karakterlerin nasıl canlandırılması gerektiğine dair kalıcı bir referans noktası oluşturmuş olmasıdır. Batı’nın Kötü Cadısı, hâlâ “kötü olmayı sevmekten” gurur duyan, tam anlamıyla tadını çıkaran bir kötü karakter olarak anılmaya devam ediyor.
Anton Chigurh — “No Country for Old Men” (2007)
oen Kardeşler, modern sinema tarihinin en ikonik Hollywood filmlerinden bazılarını yarattılar. 21. yüzyıldaki en iyi eserleri üzerine pek çok tartışma yapılabilir; ancak bu sohbetlerde No Country for Old Men mutlaka anılır. Film, onlara kariyerlerindeki ilk ve hâlâ tek olan En İyi Yönetmen ve En İyi Film Oscar’larını kazandırdı. Bir diğer Akademi Ödülü ise Javier Bardem’e gitti; çünkü onun canlandırdığı Anton Chigurh, sinema tarihinin en acımasız tetikçilerinden biri olarak hafızalara kazındı.
Film, türler arası ustalıklı geçişleriyle stilistik bir dehanın ürünü. Western ile noir öğelerini bir arada kullanarak geçmiş ile ilerleme arasındaki çatışmayı resmetmesi olağanüstü bir anlatım tercihi. Bu çarpıcı kontrastların yükünü omuzlarında taşıyan Chigurh, kötü şöhretli saç kesimiyle bile filmin simgesi hâline geliyor. O, hem anlam katmanlarıyla sembolik hem de somut olarak ölümcül bir güç! Adeta açıklanamaz bir doğa kuvveti gibi.
Anton Chigurh, yalnızca dehşet saçan bir katil değil, aynı zamanda kaderin, şiddetin ve kaçınılmazlığın kişileşmiş hâli. Sahnede belirdiği anda seyircide yarattığı tedirginlik, onun sadece bir karakter değil, adeta insanlığın en karanlık yönlerinin yansıması olduğunu hatırlatıyor. Bu sayede No Country for Old Men, yalnızca en iyi R dereceli Western filmlerinden biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda modern sinemanın en sarsıcı kötü karakter portresine de sahip oluyor.
Hemşire Ratched — “One Flew Over the Cuckoo’s Nest” (1975)
One Flew Over the Cuckoo’s Nest, Oscar tarihinde nadir görülen bir başarıya imza atarak En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında ödül kazanan yalnızca üç filmden biri oldu. Bu beşlinin sonuncusu, filmin en unutulmaz yüzlerinden biri olan Hemşire Ratched rolüyle Louise Fletcher’a gitti. Fletcher’ın soğukkanlı ve despot karakteri öylesine ikna edici ve sarsıcıydı ki, 1970’lerin en güçlü oyunculuk performanslarından biri olarak sinema tarihine geçti.
Milos Forman’ın yönettiği film, psikiyatri kurumlarındaki hasta–personel ilişkilerini ve sistemin boğucu bürokrasisini gözler önüne sererken Ratched karakteri adeta bu düzenin somutlaşmış hâline dönüşüyor. Onun acımasızlığı yalnızca bireysel bir kötülük değil; aynı zamanda otoritenin baskıcı yüzünü, bireyin zihinsel sağlığına nasıl zarar verdiğini gösteren sembolik bir unsur. Bu yönüyle Hemşire Ratched, filmin akıl sağlığına ve toplumsal iktidar ilişkilerine dair mesajlarının merkezinde yer alıyor.
Duygusal açıdan katmanlı ama özünde nefret uyandıran bu karakter, sinema tarihinin en sevilmeyen figürlerinden biri hâline geldi. İzleyicinin gözünde hem sistemin acımasızlığını hem de gücün yozlaştırıcı doğasını temsil ediyor. Kısacası, One Flew Over the Cuckoo’s Nest’in unutulmaz gücü, Jack Nicholson’ın asi enerjisinin karşısına Louise Fletcher’ın buz gibi otoritesini koymasından geliyor. Hemşire Ratched’ın sinema tarihindeki “kusursuz kötü”ler arasında sayılması boşuna değil; bazen bir kötünün tek ihtiyacı seyircinin kalbinde saf bir öfke uyandırmak oluyor.
Phyllis Dietrichson — “Double Indemnity” (1944)
On yıllardır uzmanlar arasında film noir’ın ne olduğuna dair tartışmalar sürüyor. Tür müydü? Bir film akımı mıydı? Yoksa yalnızca bir üslup muydu? Akademisyenler ve sinema tarihçileri bu soruya ortak bir yanıt veremese de bir gerçek var: Noir filmlerini anında tanınır kılan, kendine özgü pek çok klişe ve yapı taşı bulunuyor. Bunların başında da femme fatale geliyor, yani cazibesini kullanarak erkekleri baştan çıkarıp onları felakete sürükleyen esrarengiz kadın figürü. Bu kalıbın en güçlü örneklerinden biri kuşkusuz Billy Wilder’ın Double Indemnity (Çifte Tazminat) filmi ve Barbara Stanwyck’in canlandırdığı Phyllis Dietrichson karakteri.
Phyllis, yalnızca bir arketipin tekrarı değil; Stanwyck’in kariyerinin en iyi performanslarından birine hayat vermesiyle, sinema tarihinin en unutulmaz femme fatale’lerinden biri haline geliyor. Onu kusursuz kılan yalnızca kötücül ve manipülatif oluşu değil, aynı zamanda güçlü bir iradeye, katmanlı bir kişiliğe ve şaşırtıcı derecede incelikli bir yapıya sahip olması. Çoğu noir filminde karşımıza çıkan kadın karakterler yalnızca hikâyeyi ateşleyen unsurlar olurken, Phyllis tek başına bile herhangi bir noir filmini “izlenmesi şart” kılabilecek kadar güçlü bir karakter.
Neyse ki Double Indemnity, yalnızca Phyllis’in parlaklığına yaslanmıyor. Billy Wilder’ın kusursuz yönetmenliği, Raymond Chandler’ın senaryoya kattığı edebi yoğunluk ve Fred MacMurray’nin erkek başroldeki performansı da filmi noir tarihinin zirvelerinden birine taşıyor. Ancak yine de, Phyllis Dietrichson’ın kötülüğü, cazibesi ve sinsiliği olmasa Double Indemnity bugün hâlâ “en iyi noir filmi” olarak anılmaya devam ediyor olmazdı.
Hans Landa — “Inglourious Basterds” (2009)
Quentin Tarantino’nun Inglourious Basterds’ı neredeyse rafa kaldırmasının tek nedeni, Hans Landa’yı oynayabilecek bir oyuncu bulamamasıydı. Ta ki Christoph Waltz’u keşfedene kadar. Waltz yalnızca Oscar kazanmakla kalmadı, aynı zamanda 21. yüzyılın en sarsıcı ve incelikli performanslarından birine imza attı. Onun bu rolü, hem korkutucu hem de büyüleyici bir karakterin nasıl ete kemiğe bürünebileceğinin en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
Landa’nın kusursuzluğunu yalnızca Waltz’un oyunculuğu açıklamıyor. Karakter, Tarantino’nun elinde olağanüstü bir zekâ ve karizma ile yazılmıştı. Onu hem dayanılmaz derecede tehlikeli hem de şaşırtıcı biçimde cazip kılan da bu keskin zekâsı ve kelime oyunlarındaki ustalığıydı. Landa, seyircinin nefret etmekten zevk aldığı ender kötü adamlar arasına girdi; her sözcüğü, her mimiğiyle izleyicinin içini titretti.
Çarpıklığa varan bir motivasyonla hareket eden Landa, sinema tarihinin en dehşet verici canavarlarından biri olduğu kadar, aynı zamanda en büyüleyici olanlarından da biri.
The Joker — “The Dark Knight” (2008)
Christopher Nolan’ın tüm Kara Şövalye üçlemesi büyük övgüler aldı, ancak özellikle The Dark Knight hem 21. yüzyılın en iyi süper kahraman devam filmi hem de belki de gelmiş geçmiş en güçlü çizgi roman uyarlaması olarak anılıyor. Filmin başarısının ardındaki en önemli nedenlerden biri ise tartışmasız Heath Ledger’ın canlandırdığı Joker. Sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri olan bu Joker yorumu, filme damgasını vurdu ve onu kült mertebesine taşıdı.
Ledger’ın performansı yalnızca etkileyici değil, aynı zamanda karakterin yazımındaki kusursuzluğu da öne çıkarıyor. Joker burada dehşet verici derecede gizemli, tam anlamıyla korkutucu ama aynı zamanda teatral bir doz “camp” estetiğiyle harmanlanmış bir figür. Ledger’ın oyunculuğu sayesinde bu karışım hem sahici hem de rahatsız edici bir yoğunluk kazanıyor.
2008’den bu yana, Nolan’ın vizyonu ve Ledger’ın performansı, çizgi romanların dışında Joker’in “nihai” yorumu olarak kabul ediliyor. Karakterin kaos felsefesi, Gotham’a yaydığı terör ve Batman ile arasındaki ideolojik çatışma, onu yalnızca çizgi roman uyarlamaları için değil, genel olarak sinema için de unutulmaz bir kötü adam haline getiriyor.
Michael Corleone — “The Godfather: Part II” (1974)
The Godfather, birçok eleştirmene göre gelmiş geçmiş en iyi film olarak anılıyor. Filmde, Vito Corleone’nin (Marlon Brando) giderek kötüleşen sağlığıyla, en küçük oğlu Michael’ın (Al Pacino) isteksizce başlayan ama hızla güçlenen yükselişi arasındaki çarpıcı karşıtlık işleniyor. Serinin ikinci filmi The Godfather Part II ise Vito’nun bir “Godfather”a dönüşümünü, Michael’ın ruhsal çöküşüyle paralel sunarak bu hikâyeyi daha da derinleştiriyor.
Francis Ford Coppola’nın usta yönetimi ve Al Pacino’nun sınırları aşan performansı sayesinde bu iki film, sinema tarihinin en zamansız klasiklerinden biri hâline geldi. Michael Corleone kağıt üzerinde filmin başkahramanı gibi görünse de, aslında hikâyenin en karanlık yönünü temsil eden kişidir. Gücün yozlaştırıcı etkisiyle bambaşka birine dönüşen Michael, tam anlamıyla filmin asıl kötüsüne evrilir.
Onu unutulmaz yapan şey yalnızca basit bir “düşüş” hikâyesi değildir; Coppola’nın karakteri adım adım işleyişi, Pacino’nun yüzündeki donuk ifade ve sessiz anların arkasındaki gerilimiyle birleşince, Michael sinema tarihinin en iyi yazılmış ve en kusursuz kötü figürlerinden biri olur. Onun hikâyesi, gücün ve hırsın bir insanı nasıl paramparça edebileceğinin sinemadaki en çarpıcı örneklerinden biridir.




















