Şimdi Değilse, Sonra | Havanur Taflan

Ağustos 13, 2025

Şimdi Değilse, Sonra | Havanur Taflan

 

Ölüm mutlaktır, anısız ve anıtsız,

Güz mevsimindeki gibi,

Rüzgâr kesilince

Rüzgâr kesilince ve gökler boyunca,

Yine de bulutlar gider

Kendi yönüne.”

Wallace Stevens

Yazmak, yaşanmışlıkların izini sürmektir. Hatırladıklarımızı, hayatımız boyunca dönüştürdüklerimizin izini… Ama kelimeler yeterli midir tüm bunları anlatmaya? Anlatabilsek de eksik kalmaz mı bir yönü? Gerçi yaşam da hep eksik kalmışlık duygusu içerir ya. Yine de elimizdeki tek güçtür kelimelerimiz. Anlamsızlığın içinde yeni anlamlar aramak için ondan başka sihirli değneğimiz yoktur. Amerikalı şair Wallace Stevens’ın dediği gibi hayat insanlar ve sahnelerden ibaret değildir sadece. “Düşünceler ve duygulardır. Dünya benim. Hayat benim” Edebiyatın hayatımızın merkezinde olmasının nedeni de budur bir bakıma. Onun bizi sarsmasına şaşırtmasına ihtiyaç duyarız.  Tıpkı yaşam gibi bize sunduğu o eksik kırık haritasına…  

Kâğıda dökülen tüm kelimeler… Ardında upuzun gölgeler bırakır. Açıklanamamış dile gelmemiş o zamanın içinden… Kâğıda dökmek zordur onları. Ama yaşam katlanılmaz olduğunda onu anlatmaktan çok yazmanın mahremiyeti iyi gelir bize.  Büyük bir itiraf sonrası rahatlamanın verdiği haz gibi.

Yazmak zor ama yaşamak daha da zor.

Çin kökenli Amerikalı yazar Yiyun Li, Akıl Ermeyince adlı kitabını tam da bu nedenle kaleme alır. Hikâyenin kahramanı, yazar olan bir kadın ve onun 16 yaşında intihar eden oğlu Nikolai’dır. Kurgu gibi görünse de hikâye, yazarın kendi yaşamının en travmatik anından doğmuştur. Tıpkı karakteri gibi, Yiyun Li de 16 yaşındaki oğlunu kaybetmiştir. Anne ve ölü bir oğul arasında geçen diyaloglar, yazarın da sesi olur o yüzden.             Kederlerinin peşine düşer anneler. Kendileri için akan ama oğulları için durmuş olan zamanın içindeki izleri takip ederek. Bu zamansız zamandan oğullarını çekip kurtarmaya çalışırlar. Etten kemikten hayat verdiklerini yeniden sözcüklerle yaratmak için.

  Hayat öyle hızlı akar ki, geri dönmeyeceğimiz günler ve yıllar içinde yaşarız onu. Kaçan zamanı yakalayabileceğimizi sanırız. Aynı hatalarla, aynı pişmanlıklarla ördüğümüz bir yaşamın içinde. Söylenmemiş sözcüklerin ağırlığında salınır dururuz. Ve ölümle tanışınca… Zaman, sessizce büyüyen bir gölge gibi yayılır. Sözcükler acının kıyısında suskun kalır bir süre. Sonra, dile gelemeyenler birer birer zihnin karmaşık döngüsünden çıkıp önümüze serilir. Yerine ulaşmayacağını bile bile…


Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki,
Ama sözcükler yetersiz kalır,
yanlış olanları gelip öper beni.
Anne Sexton

Zaman yalnızca bir yöne akar. Ama zihin, rüzgâr gibi yönsüzdür; her boşluğu yoklar. Hikâyedeki anne, cevabını hiç öğrenemeyeceği sorularla dolu zihnini her köşeye boşaltır. Geçmiş ve şimdi arasında zamanı durdurmaya. Onu hayattan koparan nedenleri arar sürekli. Ve oğluna seslenir; “senin yaşında olsaydım ve arkadaşın olsaydım, seninle zeki ve keskin olurdum. Keşke arkadaş olsaydık. Seni çok seviyorum ama seni sadece annen olarak sevebilirim. Bazen bir anne en büyük düşman olur çünkü en iyi arkadaş olamaz. Ben de seni çok seviyorum, dedi. “Keşke seni incitmeseydim. Ah, dedim. Bunu hiç söylemezdim. Acı veren hayattır.

Ve sonra:

 Keşke kendini değil de beni düşman yapsaydın, dedim.  Anneler o rol için mükemmel olurdu diye düşündüm. Sen benim için öyle olamazsın anneciğim,” dedi Nikolai. “Mükemmel düşmanı kendimde buldum.”

Konuşmalarda öfke ve suçlama yoktur hiç. Sadece anlamaya ve saygı duymaya yönelik bir çaba. Yiyun Li kahramanına söylettiği anneliğe dair sözleriyle, aslında çocukla anne arasında olması gereken başka bir bağın izni bulmaya çalışır. “Sevmekten daha önemlisi, çocuklarımı anlamak ve onlara saygı duymaktır; bu da hayatlarına son verme seçimlerini anlayıp saygı duymak anlamına gelir.”  

Doğadaki tüm yaşamlar, kendilerini değiştirirler doğanın buyruğunun dışına çıkmadan. Onlar için hep bir sonrası vardır.  Yeni doğan bir bebek saatlerle, günlerle haftalarla büyür. Ya bir çocuğun ölümü… Büyük oğlunu da aynı şekilde kaybeden yazar Li, New York Times’a verdiği röportajda; “İnsanlar hep ‘bunun üstesinden geleceksin’ dese de hayır, gelmeyeceğim,” der. “Doğadaki her şey sadece büyür. İntihar eden öfkeli bir gül yoktur. Bitkilerin tek amacı yaşamak; ellerinden geldiğince büyürler, gerekirse uykuya dalarlar. Ölene kadar yaşarlar ya da doğanın yazgısı gereği ölürler.” Onun bu sözleri, yaşamın doğallığına duyulan özlemdir. Ama ayrık otu olan insan. Döngünün parçasından ayrılmayı seçmeseydi. Doğanın döngüsünde acı kendine daha iyi bir anlam bulmaz mıydı?

Her hikâyenin bir sonu vardır. Evet,  Vincent ve Nikolai kendi istekleriyle hikâyelerine nokta koyarlar. Ama yine de şu soru zamanda asılı kalır: Böyle olmak zorunda mıydı? Engellenemez miydi?

Ya kendi tercihleri dışında hayattan koparılan çocuklar… Onların annelerinin acıları… Hayat, trajedileri yarıştıran bir arena gibidir. Çiçekler, ağaçlar gibi sadece doğanın yasalarıyla neden yaşayamıyoruz bu hayatı? 

Keşke hayat, bize cevabı olmayan sorularla yaşamayı öğretmek yerine, yalnızca doğanın buyruklarına uysaydı. Belki o zaman, bizi bekleyen ölümü kabullenişimiz daha kolay olmaz mıydı? 

İnsan, acının içinde anlam arar hep. Yapacak başka bir şey gelmez zaten elinden. Şair Marianne Moore’un dediği gibi, yapabileceği tek bir şey, iyileşmenin hemen şimdi gelmeyeceğini kabul etmektir.

“Hiçbir şey çekmiyorsa bizi kendine,
Hiçbir şey ayakta tutmuyorsa bizi…
Şimdi değilse, sonra.”

Kaynak;

Yiyun Li, Akıl Ermeyince, Çev.Serkan Toy, Sahi Kitap

Yorum yapın