Dünyada Kırkına Basmış Okurlar İçin | Züleyha Çelik

Ağustos 12, 2025

Dünyada Kırkına Basmış Okurlar İçin | Züleyha Çelik

“İyi sürdürülen bir okuma kişiyi, kendisi dahil her şeyden kurtarır.”
Daniel Pennac

Her ne kadar üniversite yıllarını geçirdiğim Ankara’da yaşamaya devam etmek istemeyip yirmi yıl önce ayrılsam da Ankara’dan yazan yazarlar, Ankara’da geçen metinler içimde güzel bir özlem duygusu uyandırır; eski bir dosttan haber almışım gibi geçmişe döner, gençliğin o acemi, savruk, naif deneyimlerini hatırlamayı severim. Son okuduğum, Onur Çalı’nın Kırkikindi ve Barış Bıçakçı’nın Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin adlı kitapları bana sadece Ankara’yı hatırlatmakla kalmayıp ince yapısına sığdırdığı onca referansla ve temayla edebiyata, sinemaya, tarih ve sosyolojiye olan sevgimi, ilgimi coşturdu. Okurken kah güldüm, kah ağladım. Bazen kitabı bırakıp daha önce okuduklarımı ya da izlediklerimi hatırlamaya çalıştım bazen de kendimi satırların arasında anlatıcıyla sohbet ederken buldum. Bıçakçı’nın kitabındaki Halis Bey’in notlarında Çalı’nın denemelerinde dert edindiği, vurgulamak istediği dünyaya dair meseleleri gördüm; Çalı’nın denemelerinde zaman zaman Halis Bey’in ansiklopedisinden bölümler okudum. Montaigne, yaşamın çocukluğu, ruhun derinliği, aklın ufku, zekanın etiği ve bedenin arzusu için edebiyatı ve felsefeyi sanat uzamında buluşturarak kendimizi edebi, filozofik ve sanatsal bir varlık kategorisine yükseltmemiz gerektiğini belirtmiş. Bu açıdan bakıldığında, birbiriyle bu denli örtüşen iki kitaptan söz etmek istiyorum.

Onur Çalı, Vedat Günyol Deneme Ödülünü kazanmış genç bir yazar. Denemelerindeki olgun ve sakin tavrı, Türkçeyi kullanmadaki kıvraklığı ve kelimelerle oluşturduğu muazzam kurgu dünyası daha pek çok ödül alacağını işaret ediyor. Yazarla tanışmam on sekiz yıldır özenle yayınladığı dijital edebiyat dergisi Parşömen’de okuduğum Dünlükler’i sayesinde oldu.

Tekrar tekrar açıp, birkaç sayfa okuyup kütüphanedeki yerine koyacağımız kitaplardan Kırkikindi. Kırk yaşın, “ey hayat artık ben de varım” diye haykırmak istediğimiz birikimleri, doygunluğu; uzakları, sonrasını tahayyül ettirebilecek öngörüsü var metinlerde.

“Kırk yaşına bastığında olağan dışı bir şeyler olacağını ummuştu. İsa kırk gün çölde kalmıştı, Musa kırk gün dağda, Muhammed kırkında duymaya başlamıştı Allah’ın sesini. Haşa Yalvaç olacak değildi ama ne bileyim bir aydınlanma bir bilgelik… Yok, olmadı. Hiçbir şey olmayınca o da oturdu ve elinden gelen tek şeyi yaptı: kırkıncı yaşını bir kitap yazarak uğurladı.” (Kırkikindi, s. 94-95)

Yaşamı anlamlandırmak isteyenler kırklarında dalıveriyorlar sıradanlığın kapısından ve ancak ondan sonra gerçekle düşün iç içe geçtiği anları fark etmeye, fark ettirmeye başlıyorlar.

Çalı cesurca yazdığı denemelerde Salâh Birsel’den Sait Faik’e, Hüsnü Arkan’dan Voltaire’e, Pablo Neruda’dan Yusuf Atılgan’a ve daha pek çoğuna uzanan entelektüel birikimini ve onu yetişkinlerin alemine hazırlayan çocukluk deneyimlerini, yaşadığı ve yaşlanmak istediği kasabasını içten bir dille aktarıyor. Bu masalsı denemelerle ben de kendi içime dönüp, çocukluğumu ve gençliğimi ve orta yaşa nasıl da böyle hızlı geçiş yaptığımı hatırlamaya çalıştım.

“Istakaozlar ve Askerler” adlı denemesinde Beckett, Vüs’at O.Bener, Jaroslav Hasek ve Karel Capek’in eserlerinden yola çıkarak kötülüğün sınırlarını ortadan kaldıran savaşlar üzerine yazıyor. “Nasreddin Hoca ve Pangloss”da daha çok müzisyen olarak tanıdığımız Hüsnü Arkan’ın romanlarında adaletsizliğe, haksızlığa ve zulümlere yer verdiğini belirtiyor. Arkan’ın romanları üzerinden okurun düşle gerçek arasında bağlantı kurmasını istiyor; can acıtıcı gerçekler oyuncul bir düş olarak karşımıza çıktığında bu belirsizlikten beslenebilen okurun zenginleşeceğini belirtiyor. Arkan’ın dünyanın yalnızca fikirlerin ya da gerçekliklerin üzerine oturan bir şey olmadığını, merhamet, vicdan gibi meseleleri dert edinen topluluklara ihtiyaç duyulduğunu ifade eden sözlerini okuduğumda yıkım edebiyatının önemli isimlerinden Wolfgang Borchert geliyor aklıma. Onun Ama Fareler Uyurlar Geceleyin adlı kitabı, savaşın karanlığına özgün bir bakış açısı getiren, insanların vicdanına yalın bir gerçeklikle seslenen öykülerden oluşuyordu.

Aynı şekilde, “Barış sadece Güvercinin Barışı mı?” denemesinde Pablo Neruda’nın Sorular Kitabı eserine değiniyor Çalı. Soru sormadan geçen bir ömrün boşa geçmiş sayılacağını belirtiyor çünkü toplumun normalinin değişmesi ancak birey sorgulamaya başladığında gerçekleşir.

“Dimitra’nın Bitmemiş Hikâyesi”nde yüzleşebilen okura sesleniyor. Öykü biter ama hikâye bitmemiştir diyor. Noktasını okura bırakan öyküler, okuru da yazının bir parçası kılıyor. Okurun da dönüp kendi gerçekliğiyle yüzleşmesini istiyor. Ayla Kutlu’nun bu coğrafyada, toplumun gerçekleriyle baskılanıp sıkıştırılmış kadınları anlattığı Zehir Zıkkım Hikâyeler kitabından bahsederken elalem denilen huzursuzluk ordusunu vurguluyor. Aklıma İranlı yönetmen Maryam Moghadam’ın kadını eve hapsedip kaderine terk eden, evi bir yuvaya dönüştürmeye çalışan kadına hayatı cehennem eden toplumu yansıttığı En Sevdiğim Pastam filmi geliyor.

“Birinin ruhunu görmek istiyorsan onun hayallerine bakmalısın,” repliğiyle özümsememizi istediği Arizona Dream filmi üzerine yazdığı denemesinde sanatın farklı dallarıyla edebiyat ve felsefeyi birbirine bağlıyor Çalı. Bir filmden şarkıya, şarkıdan romana, romandan Rus edebiyatına oradan varoluşçu felsefeye uzanan keyifli bir sohbet sunuyor okura.

Barış Bıçakçı’yı senaryolarını yazdığı filmlerden biliyordum. Elli sekiz yaşına pek çok kitap sığdıran mühendis yazarımızın son romanına Çalı’nın dünlüklerinde denk geldim.

Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, okuru bir üstkurmaca dünyasına davet ediyor. Yazar kurgunun içine başka kurgular yerleştirmiş. Ana karakterler Ayşe, Kerem ve Halis Bey’in oluşturduğu bir dünya ki çoğunluk Ankara’yı mekân olarak seçiyorlar; bir de Halis Bey’in notlarının arasına sıkışmış sıradan insanların sıradan dünyaları var. Olayları aktarmada çoklu anlatıcı tercih etmiş. Romanın temel kurgusunu aktaran bir üçüncü anlatıcı var ki tanrısal bir bakış açısıyla Ayşe’nin iç sesini bize ayrıntısıyla betimliyor. Bir de Halis Bey’in notlarını ben diliyle aktardığı bölümler var. Okur da Ayşe’yle birlikte bu notlar üzerinden hem dünyayı hem Halis Bey’i anlamaya tanımaya çalışıyor.

Halis Bey, seksenlerde daha kitaba bile zor ulaşıldığı dönemlerde dünyayı ansiklopedilerden öğrenen bir nesilden geliyor. Dokuz yaşında her sayfasında dünyanın farklı bir yerini keşfeden; kendi küçük dünyası dışında her an her yerde bambaşka şeyler olduğunu fark eden bir çocuğun bunu bütün insanlara anlatma, gösterme hevesini hiç kaybetmemiş ve insanlardan öğrendiklerini yargılamadan sınıflandırmadan heybesine katmış bir mühendis Halis Bey. Yayınlanmış bütün ansiklopedilerin yan yana dizildiğinde dört kilometre uzunluğuna eriştiğini öğrenen Halis Bey düşüncesini şöyle özetliyor:

“İnsanın hiçbir çabasının ve düşüncesinin göz ardı edilmemeye çalışıldığı; dünyayı olduğu gibi gösteren bu bilgi dolu, bu tahsisli yolda telaşsız yürüyebilirim. Bilmek öteden beri sakinlik bağışlamıştır bana. Çokça da hüzün.” (Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, s.16)

Bıçakçı, romanını bilmek, bilgi, anlam ve sıradanlık üzerine oturtmuş. Ayşe, insanların kendi iktidarlarını kurmak için bilmek istediklerini, bilen insanın diğerlerine kibirle yaklaştığını belirtirken Halis Bey, düşünebilmek ve hissedebilmek için bilginin gerekli olduğunu, hayatta kalabilmek için düşerken tutunmak kadar doğal bir refleks olduğunu belirtiyor. Ansiklopedisini okuyan insanların dünyaya yeni gelmişler gibi diğer insanlarla belli bir hüzün ve sükûnet seviyesinde eşitlendiklerini birleştiklerini hissetmelerini istiyor. Halis Bey’le Elias Canetti’nin Körleşme romanının kahramanı Profesör Kien’e bir selam göndermiş yazar.

Bilmeyi, bilgiyi bir ayrıcalık olarak gören Ayşe’ye Halis Bey’in diğer insanlardan öğrendikleri ilk başlarda çocukça geliyor. Hatta zaman zaman onun hayatın acı gerçekliğinden, gerçekten bilmesi gerekenden uzak bir hayal dünyasında yaşadığını düşünüp öfkeleniyor. Halis Bey’in ansiklopedi maddelerini derledikçe, kendisi de bir yazar olan Ayşe’nin neden yazdığını, kelimelerde ne aradığını sorguladığı bir süreci gözlemliyoruz okur olarak.

“Ama anlamak iyi bir şey mi? Her şeyi anlamak zorunda mıyız? Yaşarken değil ama yazarken anlamak zorunda olduğunu hissediyordu Ayşe. Anlamsam yazamazdım diyordu kendi kendine, ya da anlayabilmek için yazıyorum. Anlamanın bir adım sonrası bağışlamak gibi geliyordu ona. Bağışlamak istediği şeyler vardı. Bir edebiyatçı olarak bile anlamak istediği şeyler vardı.” (Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, s. 82)

Yazar, hayatı bir Oğuz Atay inceliğinde yüklenen karakterleriyle, yargılamanın ötesinde insanı anlama çabasının kurgudaki karşılığını vermeye çalışıyor. Buradan yola çıkan okurun kendi gerçekliğini bulmasını istiyor.

Halis Bey’in ansiklopedi maddelerinde anlam arayışından güzellik kavramına, yaşam ve ölüm döngüsüne, anı yaşamakla hayatı kaçırmak arasındaki ince çizgiye, sadece sağlıklı zihinlerin düşünebileceği kötülüğün dünyasında iyiliği koruyabilen insanlara, günlerin özenle kayıt altına alınması gerektiği günlüklerden insanı önce evcil kediye sonra da ontolojik bir meseleye dönüştürebilen iyi romanlara ve gündelik hayatla ilgili daha pek çok şeye dair gözlemleri var.

Her ne kadar Halis Bey’in öğrendikleri üzerine kurulmuş bir kurgu olsa da romanın sonu okuru bambaşka bir farkındalığa sürüklüyor. Ayşe de kendini önemsemenin paslı tadı ağzında, Halis Bey’den öğrendiklerini dile getiriyor:

“Kendi kendine, herhangi biri olmayı sizden öğrendim Halis Bey, dedi. Biricik olmadığımı sizden öğrendim. Uyuyamadı. Huzursuzdu. Yatakta döndü durdu. Sabaha karşı, demek ki henüz hiçbir şey öğrenememişim dedi.” (Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, s.120)

Tıpkı Halis Bey’in ansiklopedisine seçtiği isimde olduğu gibi Bıçakçı da henüz hiçbir şey bilmiyorum diyebilecek okura yazmış romanını. Okura düşen biricik olma hevesinden sıyrılıp, merakla heyecanla yeni keşiflere doğru yol almak.

Kırkikindi ve Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, günlerin kelebeklere benzediği hayatımızda günlük tutmanın, kayıt almanın önemini de vurguladığından şüphesiz ki pek kıymetli. Her iki yazarımız da yaşadıkları deneyimleri hayatın süzgecinden geçirip insan olmayı anlamlandırmaya çalışırken kaydettiklerini okurlara aktarmış. Böyle özenle işlenmiş kitaplar bize sorgulamayı, anlamayı, bağışlamayı, dönüşmeyi salık veriyor.

Onur Çalı, Kırkikindi, Sia Kitap, 2024

Barış Bıçakçı, Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, iletişim Yayınları, 2024

Yorum yapın