Aralık 2016

Dağı hatırlarım hep, her sabah uyandığımda.
Evimizin dağa dönük penceresinden görülen zirvenin adı “Ejder Tepesi”ydi.
Önceden çocukluk korkularına sinmeyen bir addı. Ne zaman ki okumalar, sinema düş dünyamın bir parçası oldu; başladım “ejder”le cebelleşmeye.
Ejderha imgesi neydi sahi!?
Neden bu adı vermişlerdi oraya…
Erişilememe durumu bir korku imgesi mi yaratıyordu insanlarda… Ya da orada yaşadığına inanılan bir ejderha mı vardı?!
Bazen korkularımızın içinden çıkamayız. Kendimizi başka şeylere veririz. Sığınaklar yarattığımız da söylenebilir.
O yıllarda Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’i, ardından Yeraltından Notları’yla karşılaşmam bir sığınak gibiydi. Onunla içte süren yolculuklara çıkmıştım. Ama Steinbeck ve Hemingway, hatta Jack London bambaşka dünyalara taşıyorlardı insanı. İçte olduğu kadar dış dünyayı görme bilgisini bize taşıyanlardı her biri.
Şimdi bakıyorum da, insan bütün zamanları taşıyor içinde. Geçen, yaşanan/yaşayan ve geleceğe dönük zamanlar… Kopamadıklarımız, bağlandıklarımız, ayrı düşmek istediklerimiz…
Gene de, ben, sizin zamanınızı seçiyorum okurken, yazarken, düşünürken. Belki de bir dostluk bağı böyle oluşup gelişir.
Şimdi, burada, bu saatte şimşekler çakıyor. Orman hışırdayıp duruyor adeta. Alemdağ’a taşınalı bir yıl oldu. Canım Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabının çağrısına uydum sanki! Gelip bu ormanlık yerde kentin karmaşası ve uğultusundan uzakta dünyanın sesini dinlemek istedim!
Az ötemiz Ömerli. Daha çok bahar aylarında gittiğim Paşamandıra Köyü, kuş göçlerini izlediğim Riva Deresi’nin kıyıları burada bambaşka bir dünya yaşatır insanı. Bir anda İstanbul’dan ayrı düştüğünüzü hissedersiniz.
Kente hem uzak hem yakın olmak iyidir gene de. O hengâmeden kopamam, uzaklıklar/yakınlıklar hayatın dengesi değil midir?
Marcus Aurelius Antoninus’un Kendime Düşünceler’ini rasgele açıyorum, “kısmet”ime çıkan yeri okuyorum:
“LII.- Dünyanın ne olduğunu bilmeyen kişi, nerede olduğunu bilmez. Niçin doğmuş bulunduğunu bilmeyen kişi, ne kendisinin ne de dünyanın ne olduğunu bilmez. Bu sorulardan yalnız birini bir yana bırakmış olan kişi, niçin doğmuş olduğunu açıklayabilecek durumda değildir. Nerede ve ne olduklarını bilmeyen bu yaygaracılar tarafından kınanmaktan kaçınan ya da övülmeye değer veren kişi hakkında ne düşünürsün?” (Çev.: Ceyda Keskin, 1974)
Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okumuş muydunuz? Ne benzersiz anlatıdır. Her dönem insanı sarmalar. Edebiyatımızda birkaç kuşağı etkileyen bir kitaptır, tıpkı bir akkor gibi.
“Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğru. Sokağa çıkmıştım. Gördüğüm şey: hastaneler. Bir adam gördüm sallandı ve yıkıldı. Halk çevresini sardı; bu da beni, sonrasını görmekten kurtardı…” (Çev.: Behçet Necatigil)
Hadi, dönün siz de okuyun Rilke’yi yeniden yeniden…
Bakın nasıl iyi gelecek ruhunuza sevgili okurum.
Canetti Sizi Nerede Karşılar…
Günce tutarak yazıya bağlandığımı söyleyebilirim.
Bunun bir miladı var elbette. Sanırım Ataç’ın yazdıklarını okumam etkili olmuştur bunda. Demek ki, lise yıllarıma değin uzanıyor. Ama öncesinde annemin bir uyarısı/yol göstericiliği var.
İlkokulu yeni bitirmiştim. Ödül olarak, yaz tatilinde, o güne değin hiç görmediğim teyzemin yaşadığı kente, ona gidecektim.
Bir başıma ilk yolculuğumdu bu.
Üstelik, annem, bir defter vermiş; “teyzenle geçen günlerini gün gün buna yaz,” demişti. Okumak kadar yazmaya da düşkün bir çocuktum.
Döndüğümde, “günü gününe” diyerek o defteri gün gün doldurmuş, Jules Verne kitaplarına özenerek, resimler de çizmiştim.
İlk günlüğüm budur.
Bugün hâlâ, yıllardır “günü gününe” diyerek günlük tutarım.
Kimin için? Okura mı, kendime mi?
Yazıya bağlı tutması, okurluğumu çeşnilendirilmesi için diyebilirim. Zaman zaman okuma günlüklerim de olmuştur. Bunları da okur karşısına çıkarmak için yazmışımdır.
Canetti’nin Sözcüklerin Bilinci’nin yeni basımına göz atarken “Acımasız Dostla İkili Söyleşi” denemesini okumaya koyuldum.
“Zaman zaman bir günce tutmasaydım, en sevdiğim işi sürdürebilmem zor olurdu,” diyordu Canetti.
Onun günlük tutmaya bakışı/yorumu farklı. Bir ortak yanımız var ki; o da, yazıya tutunmak için iyi bir yol.
Bir belge, yazacaklarımın debisi değildir günce bende de. O, “yatışmak isteği” diyor günce tutmasının nedenine.
Biraz iç dökme, biraz da kendini görme. Bir adım ötesi de hayatı ve kendini sorgulama… Sizde iz bırakanları kayda geçme. Bu da kendiniz içindir, tutup başkalarına anlatmak değildir düşünceniz.
Benim için de, yazıda sürdürülebilirliği sağlamamı günce tutmama verebilirim.
Zamanın Eteklerinde
Bir Orpheus ezgisi iniyor kentin üzerine. Lirin iç burkan sesindesiniz. Palmiyelerin arasından geçip denizin kıyısına varınca Akdeniz kendini gösteriyor. Denizin dalgalarını karşılayan martıların ağır kanatlı uçuşları alıyor gözlerimi. Gözlerimdesiniz, sizi taşıdım bu kente. Evet, biliyorum ki, yarattığım bir imgesiniz. Kim olduğunuz çok da önemli değil!
Sabah, Mersin’e doğru yola çıkışımdan beri oyalıyor beni günceme dönmek.
Sözü geçitsiz, dahası anlamsız kılan ne o düşüyor aklıma. Öyle ya, insan neden yazıp eder… Bunca söz döker…
Bir anlam vermek için yazdığım doğru.
Birine yazarak gitmek de öyle.
Ama o kayıtsızlıklar yok mu…
Sizi tutan, orada alıkoyan, kayıtsız kılan…
***
Konferans sonrası, kentin çirkin siluetini görmemek için denizin kıyısında, marinada bir cafede oturup yüzümü Akdeniz’in maviliğine döndüm. Şimdi burada yapılacak en iyi şey Akdeniz üzerine okumak. Bu nedenle gene Braudel Akdeniz: İnsanlar ve Miras kitabıyla yanıbaşımda.
“Akdeniz’de Zaman” adını vererek yazdığım metinlerin defterlerinden birini de almışım yanıma. Susan Bir Yerin Dili kitabımda “Ada” metaforu ağırlıktaydı. Bozcaada’da yazıldı çoğunlukla. Bu kez Akdeniz ekseninde gezinip duruyorum. Birikenler sanki bir Akdeniz kitabı çıkaracak gibi.
Girit’i yazarken (“Girit, Senin Toprağın”), Akdeniz uygarlığı üzerindeki etkisini anlatmıştım. Gidip orada kaldığım günlerde bambaşka bir dünya çıkmıştı karşıma. Kazancakis ile El Greco’ya ilgim, bu başkalığı başka yerlere taşımıştı elbette. “Akdeniz Ege’den Başlar” demem de biraz buydu.
Çağrısı olan yolculuklarımın taşıyıcı yanı vardır elbette.
Her adımda ilk aklımda tuttuğum da bu gezginliklerde yazdıklarım, yazma tasarılarım…Bu kez de, gene Akdeniz’le baş başa kalmam bundan.
Evet, Braudel’i; bir de bizim Halikarnas Balıkçısı’nı okumadan Akdeniz yazılamaz. Ama ille de Akdeniz kentlerinde gezinmek gerek.
***
Bir süre kıpırtısızca izledim mavinin renkten renge bürünüşünü. Sizin Akdeniz mavisindeki gözlerinizin rengini düşündüm. Dupduru, pırıl pırıl… İnsana ferahlık ve güven veren…
Sabah ki kaygılarım soru ötesine geçmişti. Uçakta yol boyunca düştüğüm notlarıma dönüyordum. “Sözü nereye taşıyabiliriz,” diye sormuş, sonra şunları yazmıştım:
Sahi, söz mü bizim; biz mi sözün taşıyıcısıyız?
İnsanı insana götüren varoluşundan beri işaretler, ses olduğuna göre; yazıya tutunmamız kaçınılmaz bugün.
Torosların zirvesindeki kar kümeleri bulut denizlerinin rengindeydi. O beyaz buluşmayı ayıran gölgeler insanda yanılsamalar yaratıyor. Göz kamaşması ânı geçene kadar tutulu kalıyorsunuz. Yersiz bir yerdeniz, ama nerede?
Size bakan gözlerden olmayı seviyorum.
Bir gün, Tüyap kitap fuarında, imza ve söyleşimiz vardı Türkân Şoray’la. Söyleşi kitabımızın ilk basımı yeni çıkmıştı. Hınca hınç bir kalabalık. Konuşma yerine varmaya çalışıyorum. O hengâmenin içinden çıkan bir kadın çevirip durdurdu beni:
“Durun, madem yanına varamayacağım, ona yakından bakan gözlerinize bir bakayım,” demesin mi?!
Birine yakından bakan gözlerden olmak isterdim.
***
Oturduğum yerde, denizin seyrinden kopup Braudel’in kitabının sayfalarında gezindim, notlar aldım gene.
Konferanstaki konuşma notlarımı bir yazıya dönüştürmeye başladım bile: “Özgün Olabilmek İçin”.
Şimdi bunu yazmanın yolundayım…


















