Söyleşi serimizin bu haftaki konuğu, Bilgi Yayınevi’nden çıkan “Yeni Hayatlarının İlk Günü” adlı ilk kitabı ile Salihcan Sezer.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
1986 yılında İstanbul’da doğdum. İstanbul Üniversitesi İnşaat Mühendisliği’nden mezun oldum, halen mühendislik yapıyorum. Yazı üzerine atölyeler veriyorum. Tiyatro oyunlarım sahneleniyor. Öykü, oyun, senaryo alanlarında ödüller aldım.
Kitaplarla ilişkim orta okul civarı evde bulduğum Mai ve Siyah’ı okumakla başladı. Evdeki diğer kitap Gazap Üzümleri’ydi. Sonra büyük bir okuma aşkı, iştahı geldi (iyi ki de gitmedi, bundan sonra da gitmeyeceğini umuyorum).
Lise yıllarında harçlıklarımı biriktirip kitap alırdım, sinemaya ve okumaya ilgi duyardım, yazar olmayı hayal ederdim. Üniversite yıllarında Radikal Gazetesi’nde yazılarım çıkmaya başladı. 2006 yılında Varlık Dergisi’ne gönderdiğim öykü “İlk İmzalar” bölümüne seçilerek yayımlandı. İlk imzayı orada attığıma inanıyorum.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Roman okumakla, sinema eleştirmenliğiyle, oyun yazarlığıyla haşır neşirdim. Zaman içerisinde öykü türünün iyi örneklerini okudum ve bu alanda üretebileceğimi düşündüm. Ara ara öyküler yazdım, çoğalınca da bir öykü dosyası olsun istedim. Dahil olduğum çevrelerden, yakınlarımdan, eşimden dönüşler alarak dosyanın niteliğini arttırmaya çalıştım.
Öykülerimde başlama, bitme ve kırılma anları söz konusu. Kitabın ilk öyküsünün umutlu ve hayatlı bir ismi var. Bu öyküde en kısa görünen karakterin bile hayatında büyük bir değişiklik oluyor. Genel hatlarıyla da kitaptaki karakterlerin başlarına çeşitli yenilikler geliyor. İşte kitabın ismi…
Yazma süreci aslında çok keyifli, beri yandan birçok şeyi aynı anda yapmaya çalıştığım ve vakit bulmakta güçlük çektiğim için mecburen “iş kaçırmak” gibi gelişiyor. Diğer sorumlulukları askıya alıp veya öteleyip, “Açılın, ben yazacağım!” dememeye gayret gösterdim. Yine de hayattan eşsiz bir parçayı kendime ve okuyucuya çekebildim, ona sarıldım.
Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?
Öncelikle Bilgi Yayınevi’ne, genel yayın yönetmeni Mesut Örs’e ve editörüm Özge İpek Esen’e hem buradan selam edeyim hem teşekkürlerimi ileteyim.
Çok eskiden beri bildiğim ve sevdiğim Bilgi Yayınevi’nin çağdaş öyküyle ilgilendiğini Murat Çelik’ten haber alınca dosyamı gönderdim. TBD’nin bilim kurgu öyküleri yarışmasında üçüncü olup Ankara’ya gidince yayınevini ziyaret ettim. O gün Mesut Bey bana büyük ihtimalle dosyamın yayımlanacağını söyleyince çok mutlu oldum, umutlandım. Zaman içerisinde maille kesin dönüş aldım. Hep birlikte gayet olumlu ve verimli bir süreç yürüttük diyebilirim rahatlıkla.
Kitabı Bilgi Yayınevi’ne gönderene kadar tamamlanmış saymıyorum doğrusu. Çünkü dosya sürekli farklı şekiller aldı, öyküler girdi-çıktı, yenilendi, değişti. Sonucunda kitap en hoş versiyonuna ulaştı kanımca. Bu kitabın şimdi yayımlanmasında büyük hayır görüyorum.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?
Kitap on bir öyküden oluşuyor. Her öykü bir hikâyeye sahip. Çoğunlukla günümüz dünyasından mümkün olayları ele aldım. Hemen her öyküde belli dertleri, derinlikli halleri konu edinmeye çalıştım. Umutlu, yer yer muzip, olabildiğince iyimser bir yaklaşımla aktarma gayretiyle… Salah Birsel’in şuna benzer bir sözü var, “Romeo ve Juliet’inki aşk da Besleme Kezban ile Manav Kazım’ınki aşk değil mi?” diye. İnsanları sıfatlara hapsetmekle pek aram yok ama burada kastedilen manaya katılıyorum. Bu yaklaşımımın metinlere de yansıdığını düşünüyorum.
Belki klişe gelebilir, kitaptaki her öykü benim bir evladım. Evlatlarımı ayırmıyorum ve birbirleriyle karşılaştırmıyorum, her birini çok seviyorum. Bu sorunun muhatabının değerli zamanını ayırıp Yeni Hayatlarının İlk Günü’nü okuyan sevgili okuyucular olduğuna inanıyorum.
İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?
Kolektif kitaplarda, dergilerde, gazetelerde, pek çok alanda, mecrada yer aldım. Onların da keyfi büyük. İlk kitabın heyecanı ise bambaşka! Tarifsiz bir gurur ve mutluluk diyebilirim, sevinçten uykusuz kalınan gecelerden bahsedebilirim.
Zorluk kısmı… Tatlı bir zorluk en iyi ihtimalle. Bu zorluğu kitabı çıkmamış hemen her yol arkadaşım (düne kadar da ben) seve seve kabul edecektir kanaatindeyim. Yayınevi ve okuyucu bana güvenmişken güveni boşa çıkarma kaygısı oluşabiliyor bazen. Bunu da aldığım güzel yorumlarla aşıyorum. Hem bahse konu zorluğu da bana azim vermesi açısından yararlı görüyorum.
Ailem, akrabalarım, yakınlarım kitabı çok sahiplendi. Tanımadığım insanlardan iyi dönüşler almak, edebiyatta buluşmak, edebiyattan hayata uzanmak beni çok sevindiriyor.
İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?
Tabii ben de belli oranda farkındaydım ama kitap çıkarmak bambaşka görülüyor. Oysa dört oyunum sahnelendi, farklı bir oyunum kolektif kitapta basıldı, bahsettiğim başka işler de oldu ama kitap… Şimdi daha iyi anlıyorum ki benden böyle bir atak bekleniyormuş. Yazma yolculuğumda bunu mutlaka göz önünde bulunduracağım.
Yazarlık konusunda ise düşüncelerim değişmedi. Yazarlık bir tanım, yazmak bir eylem, yazı bir ürün iken ben eyleyen tarafta kalmak istiyor, ürünle insana dokunmayı önemsiyor, tanımlardan ziyade anlam ve faydaya odaklanmaya çalışıyorum.
Ülkemizde bu işin büyük çoğunluk için tam zamanlı bir meslek haline gelemeyişi ise beni zaten yıllardır üzüyor. Hemen herkesin bildiği ama çözüm bulamadığı bir hal, ülke gerçeği… Umuyorum ileride bu tablolar değişir.
Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Şu güzel heyecanlarım biraz dinince yeni işler için elbette yorulmak niyetindeyim. Aklımda birçok şey var, bakalım. Diliyorum güzel, faydalı, iyi eserler üretebilirim.
Kitabı yayımlanmamış yazarlara; sabırlı olmalarını, her koşulda nezaketlerini ve zarafetlerini korumalarını, okumak, düşünmek, dinlemek, izlemek, fikir almak, atölyelere katılmak gibi türlü yöntemlerle kendilerini geliştirmeye açık olmalarını, her insanın eşsiz bir yolcuğu olduğunu ve kendilerini başkalarıyla kıyaslamaktan kaçınmalarını, kitapları yayımlanmadığında dünyanın sonu olmadığını veya kitapları yayımlandığında dünyayı fethetmeyeceklerini, her ne olursa olsun bunların geçici olduğunu bilmelerini, olumsuz gelişmelerde yıkılmamalarını ve ileride farklı sonuçlar alabileceklerini düşünmelerini, manevi tatmin için yazarak insana yararlı olmayı amaç edinmelerini öneririm. Umutla mücadele etmeyi sürdürürlerse elbette yollarını bulacaklardır.
Burada son bir anekdot aktarmak isterim. Kesmeşeker benim en sevdiğim gruplardan, grubun solisti Cenk Taner bir söyleşisinde yaklaşık olarak şöyle diyordu, “Biz ‘90’larda belli oranda popülerken Mor ve Ötesi yeni çıkıyordu. Bize gelip sordular, ‘Nasıl yapıyorsunuz?’ diye. Biz de bildiğimiz kadarıyla anlattık. Sonra Mor ve Ötesi malum… Şimdi de biz onlara soracağız, ‘Nasıl yapıyorsunuz?’ diye.”
Bu anekdota ilk bakışta, “Boynuz kulağı geçti” denilebilir. Ama ben, “Boynuz, kulağı geçti” lafını sevmiyorum. Niye ikisini birbiriyle kıyaslayalım? Boynuzun da yolculuğu ayrı, kulağın da…

















