Metin Yaban’dan Etkileyici Bir Roman: “Tanrı’nın Yalnız Çocukları” | Metin Turan

Temmuz 22, 2025

Metin Yaban’dan Etkileyici Bir Roman: “Tanrı’nın Yalnız Çocukları” | Metin Turan

(…)

“Tutsiler ile Hutular arasındaki savaşın nedeni aynı topraklara sahip olmamaları mı?”

“Hayır, değil. Aynı ülkede yaşıyorlar.”

“O halde… Dilleri mi farklı?”

“Hayır, aynı dili konuşuyorlar.”

“O zaman tanrıları mı farklı?”

“Hayır, tanrıları da aynı.”

“Peki o zaman ne için savaşıyorlar?”

“Çünkü burunları farklı.”

(…)

Bu çarpıcı diyaloğu ajandama 01 Ocak 20256 tarihinde not etmişim. 1992’nin Brundi’ni, Ruandası’nı, Hutular’la Tutsiler’in akıl almaz kıyımlarını, paramparça olan bir yurdu, dağılan aileleri, yıkımlarla ölümleri anlatan bir kitaptan… Gael Faye, “Küçük Ülke” adlı bu kitabında, 10 yaşındaki Gaby’nin dilinden o büyük vahşeti resmediyor, ama özellikle kaybolan çocukları, kaybedilen çocuklukları anlatıyordu. Şu satırları, altlarını çizerek kaydetmişim:

“Soykırım tıpkı bir petrol sızıntısı gibiydi. İçinden boğulmadan çıkanlar, hayatları boyunca katrana bulanmış oluyordu…”

Bugünse tarih 14 Haziran 2025 ve ben şimdi de ajandama, başka bir etkileyici kitabın notlarını yazıyorum: “Tanrı’nın Yalnız Çocukları”…

Doğan Kitap tarafında yayımlanan bu eser, Metin Yaban’ın ilk romanı. Ancak anlatım dili, olay örgüsü, işlevsel ayrıntılara gösterilen dikkat, temanın ağırlığını asla sarsıp hafifletmeyen ironi kullanımı gibi birçok yönüyle usta işi. Katmanlı, bilerek sezdirilen kimi detaylarıyla okurunu düşünüp sorular üretmeye yönlendiren, edebi tatla birlikte, sizi içine aldığı gerçekle sarsan bir kitap.

Daha ilk satırlardan başlayarak Midilli’deki Moria göçmen kampının karmaşasına dalıyorsunuz. Adeta o kampta soluk alıp veriyor; insanların o büyük kalabalığına, özellikle de çocukların arasına karışıyorsunuz. Kendi trajik tarihlerini peşlerinden sürükleyerek kampa ölmeden ulaşmayı başarmış çocuklarla… Nedenlerine akıl erdirilse de kabul edilemez savaşların, açlık ve yoksulluğun, derin bir sefaletini kanın, katliamın ve her türlü şiddetle yağmanın mağduru olan çocuklarla… Her şeye rağmen, hayata nasıl da tutunma gayretleri var, bir görseniz!

Satırlar ilerliyor ve kendinizi alamayıp çocukların o küçük dünyalarını büyük acılarla dolduran, ruhlarını sakatlayanlara kızıp öfkeleniyorsunuz. Evsiz, dilsiz, yurtsuz, yuvasız, kimliksiz birer “hiçkimse” olmanın ağrısı yüreğinizi sarıyor. Ancak bir taraftan da, her yanlarını sarıp derin izler bırakan kötülüklere karşın, insanların ve elbette çocukların, düş kurmaktan, umut etmekten vazgeçmeyişlerine hayran kalıyorsunuz. Öyle ki, an geliyor ve ruhu gibi kalbi de kötürüm kalmış görünen Issa’nın, kendisi gibi göçmen Melodie’nin gözlerinden aşka doğru kanat çırptığını görüyorsunuz.

Tam adı Gatkuoth Lam Nasere olan, Güney Sudanlı biri Issa. Malakal şehrinden kalkarak zor, eziyetli, kayıplarla dolu bir yolculukla Midilli’ye, Morio kampına gelmiş. Romanın içine onunla giriyor, ama peşi sıra Muhammed, Ferid, Abdullah gibi çocuklarla tanışıyorsunuz. Suriyeli, Afgan, Sudanlı, Nijeryalı, Sierra Leaneli bir dünya çocuk… Yaralılar. Travmaları derin. Belki de ömürlük… Midilli’nin zeytin dallarında barışı değil, savaşı görüp hatırlıyorlar. O kadar masum, genç ve toydurlar ki, yaşadıklarının ağırlığıyla dünyaya bakıp, “her şey ve herkes kötü” hissine kapılıyorlar. Tıpkı, adı “Cehennem” konulmuş Moria ve orayı var kılan her şeye karşı duydukları his gibi… Fakat bazen samimi bir dokunuş, içeriye akan gülüşlü bir ses ya da sesleniş, sevecen bir bakış, ezcümle hesapsız, mesafesiz bir insani duruşla, bir de bakıyorsunuz ki, kötürüm kalpleri kanatlanıvermiş.

Altı bölümden oluşan romanın, ilk üç bölümünde Metin Yaban, bizi öyle bir mülteci kampı gerçeğiyle yüz yüze bırakıyor ki, şaşırıyorsunuz. Zira içeriden anlatıyor. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun, aynı üniversitede felsefe yan dal okumuş, Kültürel Çalışmalar Bölümü’nde yüksek lisans yapıp Bremen Üniversitesi’nde Sosyoloji doktorasını tamamlamış yazar, uzun yıllar Midilli mülteci kamplarında, çocuk koruma ekiplerinde çalışmış. Sağlam gözlemlere, yakın tanıklığa dayanan anlatının “edebi hakikiliği”ni buradan anlayabiliyoruz. Resmedilen kamp, artık malzemeler, çürük çarık kartonlar, plastik ve hurda eşyalarla inşa edilen yaşam alanları ve adım adım hepsini ören ayrıntılar, gıdasını bu deneyimden alıyor. Metin Yaban, tanığı olup notlarını aldığı her insan ve olaydan süzüp devşirdiği anlamdan yola çıkarak bizi, edebiyatıyla kuşatıyor. Değilse sadece kampı ve insanların ötesinde, onlara dayatılan biçimsel, kurumsal, duyarlılıktan yoksun yaklaşımları da, bu denli gerçekçi bulmaz, bu denli etkilenmezdik. İnsanların böylesi cehennemi bir kampta nasıl da zamansız bırakıldığını, sonu belirsiz bir tür yaşamasızlığa nasıl da hapsedildiklerini görüp hissediyorsunuz.

İnsan manzaraları çok çarpıcı. Boş verişleri, iradesizlikleri, varoluşlarını bir kenara bırakıp sadece yemek-içmek ve yatmakla sınırladıkları hayatları, giderek genişleyen boşluklarında nefessiz kalışlarını görüyorsunuz. 25 yıldır hapishaneyi yaşayan biri olarak diyebilirim ki, manzara çok tanıdık!

Uyumaktan korkuluyor; geçmiş rüyalarda, olmadı gündüz düşlerinde görülüp defalarca yaşanıyor; sadece kendinizin değil başkalarının ölümleri tekrarlanıyor; bir ses, bir yüz, ufak bir eşya ya da küçük bir izle tarihiniz ardınız sıra yürüyüp size eşlik ediyor; ani bir ses ya da hareket gizli veya açık bir travmanızı tetikliyor ve kendinizi bir mermi ya da bir patlamadan sakınmanın yolunu arıyorsunuz.

Zorlanmış, Afgan olmasına rağmen, oturum için eline silah verilerek İran’dan Suriye’ye yollanmış, çocuk savaşçı yapılmış Muhammed cevabı zor bir soruyu soruyor:

“Başıma gelenlerin sorumlusu ben değilsem, neden her şeyin cezasını ben çekiyorum?”

Kullandığı ilaçlarla, kendisini iyi, hala güçlü, hala kuvvetli, dahası korkusuz hisseden insanların arasında dolaşıyorsunuz. Derin bir yalnızlığın içindeki çocukların, kadınların, erkeklerin arasında… Arada gülüyorsunuz; zira, o yoklukta bir yol bulup kendilerine kostüm, tahta kılıç gibi malzemeler üretip oyunlar oynayan çocukların neşesi, hayatı tiye alışları size de geçiyor. Çoğu kulaktan dolma bilgilerle hayali kurulan “başka yerler” hikâyelerini, macera filmi gibi yaşanmış hayatlara dair detayları dinliyorsunuz. İltica işlemlerinden duyulan bıkkınlığı, geri yollanma korkusuyla din değiştirip Hristiyan olanları, üçkâğıtları, kurnazlığı görüyorsunuz. İktidar ve onun hoyratlığından kaçanların, buldukları ilk fırsatta bir araya gelerek çeteleştiklerini, ezip sömürmeyi hüner saydıklarını, birbirlerini zehirlediklerini ibretle izliyorsunuz. Hele ki kadınların, kızların ve dahi çocukların fuhuşa zorlandıkları sahneler… Adı “hem hapishane hem tımarhane”ye çıkan Moria kampı, sizi dehşete sürüklüyor.

Yazar sadece yatakhaneleri, konteynerleri değil, İltica Ofisi’nden başlayarak saplık ocağını, gönüllü dernek ve yardım kuruluşlarını, karakol ve polisin tutum ve yaklaşımlarını da resmediyor. Tam bir sefalet… Her şey, her muamele o denli baştan savma, tekrarlı ve bıktırıcı ki, bazı mülteciler kendi arzularıyla “deport” edilmek, geri gönderilmek istiyor.

Elbette bir de kampın dışı; Midilli ve burada yaşayan insanlar, adanın atmosferi, etkilenimleri ele alınıyor. Ülkemizde de örneklerine rastladığımız “zenofobi” – yabancı düşmanlığı üzerine çarpıcı olay ve insanlarla örülü hikayeler okuyoruz. Aslında bana kalırsa Metin Yaban, farklı bir zaman ve mekânda, bizi bize anlatıyor.

Rene Girard’ın cümleleri düşüyor aklıma:

“İnsanlar hep beraber korktukları veya nefret ettikleri ortak bir günah keçisi aracılığıyla birleşirler…”

“Toplumsal bütünlük” adına kötüyü, kötülüğü, düşmanlıkla şiddeti çağıran bu durum, romanda, yüksek sesle bağıran birinin ağzında veriliyor:

“Gitsinler!”

Biz olmayan her şeydir öteki, öyle değil mi? Cinsel, ırksal, ulusal, dinsel, mezhepsel her türden farklılık… Korku duyar ve işin kolay tarafını seçerek bu korkuyu, şiddetle sağaltmaya çalışırsınız. “Erkek olup ülkelerinde kalsa ve savaşsaydılar!” gibi büyük lafları sakınmadan edenleri duyanlarınız olmuştur mutlaka. Savaşın, hele ki bir iç savaşın boyutlarına, vahşetin derecesine, kıyıma, katliama, evinden ve yurdundan, dilinden ve kimliğinden olmaya, her şeyden yoksun kalıp ölmeye ya da yaşarken çok kez ölmeye ne kadar yakın durmuş olabilirler acaba?

Dördüncü bölümle birlikte sunulan Midilli ve sakinleri çok tanıdık. Zamanında Ayvalık’tan Midilli’ye taşınmak zorunda kalan mübadiller ve onların üç kuşaklık tarihsel geçmişiyle Metin Yaban, anlatısına yeni boyutlar katıyor. “Ben Anadolu’yum!” dediği, “Çakıcı” türküsü söylediği, dili ve kültürüyle farklı olduğu için, adları “Türk tohumu”na çıkan, lanetlenip uzak durulanlar, hala taptaze yurt özlemleriyle resmediliyor. Cunda’dan, Edremit’ten, Bergama’dan “mücbir” bir yolculuğa çıkan, ama camlarının önünde, içinde memleket toprağı bulunan saksılarında kadife çiçeklerini yaşatanların hüznüyle kederleniyorsunuz. Bir sesi, bir yüzü, bir sokağı, bir evi, bir kapının eşik merdivenini, bir yerin suyuyla havasını, kuşuyla çiçeğini, tozunu, çamurunu özlemenin ezikliğini yaşıyorsunuz. “Dün ne kadar yakın ve aslında ne kadar uzak!” diyerek not almışım bu sayfaları okurken.

Bahsetmiştim; Metin Yaban, işlediği temanın ağırlığını hafifletmeyen ustalıkta ironiler yapıp analojiler kurarak, bazen de metaforlarda, kıssalardan yararlanarak eserini kanatlandırıyor. Öyle ki, bu detaylar, “İt kadar özgürlüğü olmayanlara”, “özgürleştireceğiz” denilerek reva görülen resmi 7 kurumsal olan ve olmayan eziyeti, “mesele”nin arka planını, tarihselliğini çözüp anlamamızı da kolaylaştırıyor.

Eserin başlarında, “Demek ki iyi insanlar hala var!” diyen Issa, olaylar ilerleyip de ölme isteği baskın duygusu haline geldiğinde şöyle diyor: “Ölüp gitsem, yokluğumu kim fark eder?” Bu da yetmez ve bizi yeni bir soruyla sarsar: “Bu kadar acı hayatın yaşanacak nesi var?”

Issa bu haldeyken yanına yaklaşan, ona kucak açıp sevgiyle sarılan, kulağına umut dolu, hayat dolu sözler fısıldayan, samimi paylaşımıyla onu yeniden hayata döndüren biri oldu mu, olmadı mı, bunu öğrenmek; asıl önemlisi başkalarının hayatında kendinizi görmek istiyorsanız, bu romanı okumalısınız.

“Tanrı’nın Yalnız Çocukları”, Midilli ve Moria’dan hareketle bize aynı anda barbarlık ve masumiyeti, nefret ve sevgiyi, kötülük ve iyiliği anlattığı gibi, dünyayı güzelliğin kurtaracağını da anlatıyor. Ki, o güzellik, insanı sevmektir. Sevip anlamaktır ve anlayarak dönüşmek… dönüştürmek…

Gael Faye’nin “Küçük Ülke”siyle başladığım yazımı, onun cümleleriyle bitireyim:

“İnsan bir yerden ayrılacaksa sevdiği insanlara, nesnelere, eşyalara ve yerlere veda etmek ister; bunun için zaman ayırır. Bense ülkemden ayrılmadım, ondan kaçtım.”

Hiç kimsenin bu türden vedalara mecbur kalmaması dileğiyle…

Yorum yapın