
Başlığa yerleştirdiğim “Doğru Okur” ifadesinin sık kullanılır bir tabir olmadığını biliyorum. Ancak bazı kitaplar vardır ki, deyip yerindeyse, kolay yenilir yutulur cinstendirler. Elinize alır, sizi kendine has büyüsüyle saran, dahası nitelikli akışıyla sizi kuşatarak soluksuz bırakan o eseri tamamlar ve önü sonu bir kenara koyarsınız. Bazı kitaplarsa yine büyülüdürler, fakat büyülerinin sebebi ele aldıkları tema/konu ve bunun anlamsal derinliğidir. Okunması görece zordur. Hatta çetindir de, ama sanırım tam da bu özellikleri nedeniyle güzel ve nadirdirler! Zira önünüz sıra akaduran satırlardan kop(a)maz, ara verip başka bir kitaba/meşgaleye yönel(e)mez, ezcümle elinizdeki kitabın gönüllü esiri olursunuz. Eh, şu hayatta bir kitap ya da kitapların gönüllü esiri olmaktan daha güzel, daha anlamlı ne olabilir!
“Okurun doğrusu, yanlışı olur muymuş?” diyenler çıkabileceğini tahmin etmek zor değil. Fakat uzun zamandır hapishanede olan; kimi dönemlerde, kimi “mücbir sebepler”le kitapsız kalan biri olarak söylemem gerekir ki, böylesi mahrumiyetler kadar kasvetli bir şey olamaz. Kısa ve net bir cümleyle, böylesi durum(lar), insanın varoluşunu katlanılmaz bir hâle dahi getirebilir, diyebilirim. Bu nedenle kitaplar ve sayelerinde (‘saye’ gölgeydi, öyle değil mi?) içine daldığınız edebi, felsefi, sosyolojik, ruhsal envaiçeşit anlam ormanında, kimi eserlerle düz, görece engebesiz, kimileriyle dolambaçlı yollara koyulur; hayal, hakikat, yaratı bütünselliğinin içinden süzülerek hayatla buluşuruz. Üstelik hemen her seferinde farklı türden hikmetler kazanarak… Sayfaların “görünmez mürekkebi” bulaşır üzerimize ve baştan aşağı anlama bulaşırız. Galiba bu, insanın en kıymetli bulaşıklık hâlidir. Bakın ne diyor, Toni Morrison:
“Görünmez mürekkep, doğru okur tarafından keşfedilene dek satırların altında, arasında, dışında yatanlardır. ‘Doğru okur’ derken, belli kitapların elbette her okur için olmadığını ima etmiyorum. (…) kitap için ‘biçilmiş kaftan’ olan okur, görünmez mürekkebe karşı duyarlılığı olan okurdur.”
* * *
2024 yılı yazıydı. Haziran ayının sonları…
O zaman tekli hücredeydim. Posta günüydü; mazgal açıldı. Uzatılan içi boş zarfın üzerini okuyunca anladım ki, sevgili Halûk Sunat bana, yollayabileceği en güzel hediyeyi yollamış. Zarfın bir kenarına, kırmız kalemle düşülen şu nottu gördüğüm: “Üç adet kitap Kütüphane Birimi’ne teslim edildi.” Okunup incelenen kitaplar, neden sonra verildi. Sıraya koyarak ilkin, “Hayal, Hakikat, Yarata”yı, peşinden, “Boşluğa Açılan Kapı”yı okudum.
Farklıydılar. Zira ilkinde Adalet Ağaoğlu’nun, ikincisinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserleri ele alınıyor; ancak bu ele alış, “psikanalitik duyarlıklı bakış”la yapılıyordu. Benim için yeniydi diyebileceğim, bir yazarla eserlerini, yaratan ve yaratılan paralelliğinde değerlendirerek “analiz ediş”, doğrusu çarpıcıydı. Ders doluydu, aynı zamanda. Çünkü Halûk Sunat, ortaya koyduğu metinlerle şu sorulara cevap arıyor, “hakikatli okur”unu da düşündürüyordu: Hangi türden bir hayat, ne tür çelişki ve çatışmaları aldı ve yazarın önüne koydu ki, onu huzursuz ederek hesaplaşmaya yönlendirdi? Hangi derin izler, acaba hangi hikâyelerde hayat buldu? Soyut bir hayal edişin değil, yazarın bizzat içinde olduğu hakikatin doğurduğu düşlerden, metinlerden, anlatılardan söz ediyordu, Halûk Sunat. Yani yaratı(lar)dan… Hem edebi anlamda ufuk açıcı, esin veren, düşünmekle bırakmayıp okurunu tartışmaya çeken, samimiyetiyle kusurların altını çizerek öğrenmeye çağıran, edebiyatın sonsuz yolculuğunda talebe kalmanın değerini fısıldayarak “okuryazar” olmanın/kalmanın vazgeçilmezliğini yücelten, iki ayrı eserdi okuduklarım. “Hayalcileri” destura bağlamayan; bir ölçü düşürme gayretiyle sınır(lar) çizmeyen, Halûk Sunat’ın ifadesiyle, “Ne kadar poetiksin? Kaç dirhem mimetiksin?” türünden yaklaşımların uzağında duran; yazarla eserini “kademeli bir estetik tarife”ye bağlamayan Halûk Sunat’ın bu iki eserinde, aynı zamanda bir bütün olarak sanat, yaratıcılık, hayal, hakikat ve bu iki olgunun hayatın içinde çatışmasıyla ortaya çıkan eser/yaratı üzerinde etraflı analizler yapılarak duruluyordu.
Asıl önemlisi, Adalet Ağaoğlu ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinin “psikanalitik duyarlıklı bakış”la ele alınışıydı ki, bu, yazarın hayatına/mutfağına süzülmek; onun oradaki haline, tavrına, duruşuna, yapıp edişine, elbette yasayışına, ezcümle duygu ve yasayış çerçevesine dikkat kesilmek, buradan hareketle “yaratı sofrası”na doğru yol alıp anlayarak kavramak demekti. Psikanalizi, bilinçdışı olgusunu, rüyalarımızı, bildik hakikatler dünyasında bilinç tökezlemesini, bilinci tökezleyenlere kendini yeniden yaratma kazandırmak gerçeğini, aynı hakikatler dünyası ile çarpışarak yaratı dünyasında kendini de yeniden yaratmak gibi psikanalitik duyarlıklı bakışla yapılan analizin bana, “yazmak” denen uğraşın bir heves olmanın ötesinde, yazmayı varoluşsal bir dert edinenlerin “işi” olduğunu, bambaşka açılardan gösterdi diyebilirim.
* * *
Aylar sonra sıra nihayet üçüncü kitabı okumaya geldi. Halûk Sunat’ın açış sayfasına, “Spinoza’nın sevinci her daim seninle olsun, sevgili Metin,” notunu düştüğü o “hacimli” kitaba… “Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla Spinoza ve Felsefesi.”
Hayatımızın, insanın doğası gereği, kaçınılmaz, doğrudan nedeni biz olmadığımız karşılaşmalarla örüldüğünü söyleyen Spinoza ile “karşılaşmak”; kimliğini, kişiliğini biçimlendiren dünyasında onunla birlikte adımlar atmak; içine doğduğu Yahudi cemaatinin kayıtlarında “kutlu-kutsanmış” anlamında “Bento” diyerek anılan bir insanın, “D’espinoza”dan hareketle, Portekiz dilinde “perişan bir yerden” anlamına gelen Spinoza’ya evirilişinin izini sürmek; daha ilkokul sıralarında üç dille (İbranice, Portekizce, İspanyolca) tanışan Spinoza’nın, cemaatini huylandırır nitelikte kimlik edinme sürecinden haberdar olmak; 1632 doğumlu Spinoza’nın onu “yoldan çıkaran” kişi, olay ve çevre gibi faktörlerin ayırdına varıp 1656’daki aforozuna uzanan yolu, onun “şeytani görüşlerini”, “isyankar” denilerek tecrit edilişini, içinde olduğu cemaatin temel dinsel kabullerini hiçe sayışını nedenleriyle birlikte anlamak güzeldi. Düşünün ki, 1670’te yayımlanacak kitabı, “Teolojik-Politik İnceleme” adlı eserinde Spinoza, yaşadığı yüzyılın gerçeklerine rağmen, Tevrat’ı tartışma konusu yapabilen, ilahi kökeninin olup olmadığını tartışarak akıl yürüten ve şu net, açık satırları yazmaktan çekinmeyen biridir. “Cadı avı”nın revaçta olduğu günlerde üstelik: “Yahudiler bugün diğer ulusların üstünde kendilerine atfedebilecekleri hiçbir ayrıcalığa sahip değildirler.(…) anlama yeteneği ya da gerçek erdem açısından hiçbir ulus bir diğerinden farklı olamaz. Öyleyse, bu alanda, Tanrı hiçbirini bir başkasına tercih ederek seçmez.”
Akciğerlerinde, annesinin erken ölümüne yol açan türden bir rahatsızlığın, erken yaşlarından itibaren onu sarsarak zorladığını gördüğümüz, neredeyse her dem solgun, narin, “zayıf” ve “naif” Spinoza’nın “İnceleme”, “Kısa İnceleme”, Descartes’in “Felsefenin İlkeleri” eseri üzerine İnceleme ve Etika’nın ilk üç bölümünün yazımına, sıralı bir biçimde devam ettiğini anlıyoruz. Arada, bir bağnazın bıçaklı saldırısına uğrar, ancak kendisine bir yaşam düsturu belirleme, “hakiki iyi” denen şeyin peşinden koşma, “en büyük hazın sonsuz kaynağı”na erişme çabasından vazgeçmez. “Âdeta bir simyacı hevesiyle gerçek, kalıcı, sonsuzca geçerli ‘iyi’ye, eşsiz bir yaşama sevincine – ama aynı zamanda ruh dinginliğine – ve ebedi mutluluğa taşıyıcı bir yaşama yordamını arar.
Amacının, “Halûk Sunat’ın bu değerli kitabının genişçe bir özetini buraya aktarmak olmadığını söylemeliyim. Fakat kitap boyunca tanığı olduğumuz içsel sorgulamaları, akıl yürütmeleri ile Spinoza’nın önermelerini -kuşkusuz, Halûk Sunat’ın açtığı parantezler, düştüğü notlar vd. ile- okuyor; iyi/kötü, hata/doğru, sevgi/nefret, bilmek, benimsemek gibi birçok kavramsal tartışmanın içine dalıyorsunuz. Açık seçiklik sayesinde, nedensellik bağını kurarak yakalanan doğru, anlama/bilme yetimiz, benimseme/isteme arasındaki ilişki, giderek irademiz ve bunun anlama yetimizle bağı, kendimizi kimi yetkinliklerimizden yoksun bırakarak yöneldiğimiz kötülükler olgusu ve daha birçok şey üzerine akıl yürütüyoruz. Eh, Spinoza’nın derdi bu değil midir? Ussalcılık… Anlama yetisi… Ve elbette bu yetiyi güçlü kılan irademizin özgürlüğü meselesi… Öz, töz, inanç, inancın kişiselliği, ölüm, yaşam, intihar ve bunun insanın varoluşsal doğasıyla bağdaşmazlığı, hayat yolunu kendin ve öteki için yararlı olanı amaçlayarak yürümek, sorumluluk hissedip yüklenmek gibi okurunu sadece Spinoza, Descortes, Leibniz, Negbi, Deleuze, Althuser, Marks ile değil, pek çok düşünürün karşılaştırmalı tartışmalarıyla başbaşa bırakıyor Halûk Sunat. Yetinmiyor ve kadın, kadına bakış, erk ve devlet olgusu türünden nitelikli meseleleri de alıp tartışma sofranıza koyuyor. Bakın, ta 17. Yüzyıl’da nelerin altını çiziyor Benedictus de Spinoza:
“Erki usun yolunda kimliklendiren, kitlenin demokratik edimidir. Dolayısıyla demokrasi, en iyi yönetim biçimidir. Siyasi yetkenin tek kişinin eline devredildiği monarşiler ise güvenilmez yönetimlerdir.”
Halûk Sunat’ın “Notlar”, “Arasöz”ler ve bunları tamamlayan “sonsöz/ler”i ile “kolaylaşan” Spinoza okuması sırasında, Etika’ya bir “kuş uçumu” bakıyor; hem “varoluşsal bütünsellik” hem de “Freud’un Aynasında Spinoza” başlıklarına giderek, ruhsal-bedensel olanın nerede ve nasıl kavuştuğuna dair Spinozacı yaklaşımı kavrıyor; Spinoza’da “itki” denilerek konumlandırılan olgunun, Freud’da “dürtüler” ve “uğradıkları değişiklikler”e evirilişinin izini sürüyorsunuz. İtki, bilinçli itki olarak istenç ve elbette buna yönelik çabamız… Spinoza ile Freud’un itki/dürtü, bilinç/bilinçdışı vd. Psikanalitik boyutlarıyla ele alınışı rehberliğinde aydınlanıyor; Deleuze ile birlik olup bilgi ve türleri üstüne düşünüyor; Ferraris’le de imge, imgelem, imge işçiliği üzerine kafa yoruyorsunuz.
Halûk Sunat, titizlikle ele aldığı Spinoza metinlerinde bize, sonuçta eksik olanın “bilinçdışı” olduğunu ve bunun esasında psikanalizin (bilimsel/ilgi) nesnesi olduğunu açıklıyor. “Ambivalens”i, “Haset”i, “Narsizm”i, Spinoza ile Freud bağlamında irdeliyorsunuz. Paul Riceour’ün, “Yoruma Dair. Freud ve Felsefe” adlı çalışmasından “tedarikle”, Spinoza’nın Felsefesi’nin ayrıntılarına iniyor; “anlam/yorum”, “bedensellik”, “kültür” katlarından bakarak (tabii ki, Freud karşılaştırmalarıyla) geziniyor ve Halûk Sunat’ın şu tespitinin altını çiziyorsunuz:
“Psikanaliz, bilinç alanından uzaklaştırılmış anlamı, bilince katarak onu zenginleştirme çabasıdır: Katılan bilinçle eksik edimselliğin telafisi-biraz daha mutluluk ve özgürlük imkânı…”
Devamında dikkat kesildiğiniz bir boyut da şu:
“…felsefe denilen şey, bir tür ‘dönüşlü düşünce’ ise, Spinoza felsefesi, ne kadar öyledir, ya da durup kendi üstüne düşünme ehliyeti nedir? Dahası dönüşlü düşünce, ‘sesgisellik’ değil, ‘Düşünen Ben’deki ‘Ben’i, nesnelerinin, yapıtlarının ve edimlerinin aynasında yeniden yakalama çabası ise, Spinoza felsefesi, acaba düşünen beni, hangi dolayımları içinde ayrıştırmaktadır? ‘Kendi kendini bilme’ de ‘yorum’a ne denli açıktır kapısı-açık mıdır?”
Samimiyetle belirtmeliyim ki ben, ne felsefeciyim ne de psikanalist. Ancak şu karşılaştırmalı tespite katıldığımı, not düşmeden geçemeyeceğim:
“Baktığımız zaman ne görüyoruz? Eh, elbet, Spinoza’nın gördüklerini. Tonla yanılsamalı pratik içinde hayatını sürdüren insanı. (…) Hatta insanı insan yapanın yanılsamaları içinden – bitmez tükenmez- yol alışı olduğunu. ‘Hayal’ ve ‘hakikat’in bilimsiz karşılaşmalarını –sarmalını. (…) Aynı hayata bakan Freud’un, yanılsamaları, itibarsızlaştırmak değil, arkasındaki insanı hakikati görmek ve kuramının öğesi olarak muteber kılmak üzere sahiplendiğini söylemeliyiz öncelikle – akıl hastalığında (‘psikoz’da) dahi geçerli olan hakikan okumasını esas aldığını…”
Halûk Sunat, yer yer “bir çilekeşlik kokusu” aldığını söylediği “Spinozacı tavır”ın, “fikrin altını çizdikçe, insanın ‘ruhsal gerçekliği’nden uzaklaş”tığını belirtiyor: “Zira, imgeselliğin hüküm sürdüğü o coğrafyada her duygu, nesneler diyarındaki karşılıkları mahfuz kalmak şartı ile, bir şeyi temsil etmektedir. (…) Duygu ile düşünce, duygu ile nesne arasındaki yolculuk ya da yoldaşlık, haz ilkesinin, gerçeklik ilkesine sızış serüvenidir –ve insan, yalnızca o serüveninde ya da o serüveniyle insandır…”
Kuşkusuz ki, bu eserin üzerine daha birçok cümle kurulabilir. Ancak artık toparlamanın vaktidir. Halûk Sunat’ın da bazen imlediği türden “hakikatli okur” olarak sayarsam kendimi, diyebilirim ki, bu eserle birlikte hayal, hakikat, yaratı, imge, imgelem, bilinç, bilinçdışı gibi pek çok kavramsal mesele hakkında aydınlanacak; birey ve toplum, birey ve devlet, birey ve özgürlük türünden birbiriyle bağıntılı birçok konunun katmanlı, düşünsel irdelenişinden keyif alacaksınız. Spinoza’yı, sadece “Etika” gibi büyük yapıtlarından değil, sıradan hayatının içindeki halleriyle de tanıyacak; evde bir başınayken felsefesinin ötesinde yaptıklarına yer yer şaşıracaksınız. Ağlarına atılmış birkaç sineği kapıp yemek için birbirleriyle dövüşen örümceklerin arasındaki canhıraş boğuşmaya kendini kaptıran Spinoza’nın kahkahalarını duyacak; yenme – yenilme, ‘sado – mazo’ vasıflı bir eylem ve ondan keyif alan Spinoza’yı psikanalitik bir gözle tartacaksınız. Veya “İnsanın Köleliği ya da Duyguların Gücü”nde yer alan 37. Önerme’deki satırları okuyacak; “Us bize kendi yararımız uğruna kendimizi insanlarla birleştirmenin zorunluğunu öğretir, ama hiçbir biçimde hayvanlarla ya da doğaları insan doğasından ayrı olan şeylerle değil…” diyerek “türcü” tutumundaki bu hoyratlığı neye yoracağınızı bilemeyeceksiniz. Devleti yüceltişine, “doğaları gereği” diyerek kadınları zayıf, “demokratik hak ve yetkileri kullanmaya ehil erkekler”in aşağısında görüşüne mim koyacak; “varoluşsal özerklik arayışı”nda yol açıcı kimliğiyle işlevselliği önünde şapka çıkardığınız Spinoza’nın da kimi felsefi tutarsızlıkları olduğunu not edeceksiniz. Belki de tam bu noktada, Spinoza’nın bazı felsefi – ideolojik çizgisinde tutarsız/uygunsuz bulduklarınızı dikkate alacak, Halûk Sunat’a katılarak, “felsefesi” yerine, Althuser’e atıfla “kendiliğinden felsefesi” olarak nitelemeyi yeğleyeceksiniz.
Şimdi en başa, ilk satırlarda söylediğime dönüyor ve Halûk Sunat’ın bu kitabının “doğru okur” tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir eser olduğunu yinelemek istiyorum.
Edebiyatın tutkulu bir talebesi, yazmak uğraşına gönül vermiş biri olarak işi, gücü düş, düşlem, imge, imgelem, imge ve dil işçiliği olan; insanı hayatı, bir bütün olarak doğayı ve dünyayı, çapları ve yatakları ayrı görünse de birbirlerine akan nehirler olarak kavrayıp, her birinin “üçüncü kıyı”sına, dolayısıyla ânda hem bir imkânın hem de bir imkânsızlığın kıyısına kurulan, kurulduğu bu yer/ler/de hayallerini hakikat/ler/i ile çatıştırarak huzursuz olan, tam da bu nedenle üretip yaratma gayreti gösteren bir “yazan insan” olarak ufuk açan, esin veren, ışık sunan bu “emek yoğun” kitabı için Halûk Sunat’ı kutlamalı, samimiyetle teşekkür etmeliyim. Zira, edebiyat bir anlam yaratma sanatıdır ve anlamı yaratırken yöneldiğimiz insan/ birey ve onun içinde olduğu zaman, mekân ile olaylar olgusu, insanın ruhsal gerçekliğinin sınırsızlığını da bir o kadar ilgilendirmektedir.
Halûk Sunat’ın, kitabının Önsöz’üne yazdığı, Didem Madak’a ait dizeleri alıyor, kendi metnimin Sonsöz’üne dönüştürerek bitiriyorum:
“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu Tanrı’m
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla”
“haddi müdafa yoktur zatı müdafa vardır”
Zira…
















