Bir edebiyat eserini sanat yapan nedir sorusunu sorduğumuzda sayısız sanat akımlarıyla karşı karşıya geliriz. Bu akımların da kendileriyle ve dünyayı algılamalarıyla ilişkileri olduğunu görürüz. Bu noktada bazı görme sistemleri bir edebiyat eserini yorumlarken devreye girer. Fakat söz konusu sistemlerden önce, bir gözün, ardına aldığı temel bilgilerle sanatı hissetmesi neredeyse zorunludur. Kısaca, bir edebiyat eserini yaratırken, o yazarın iyi bir sanat altyapısını biriktirmiş olması beklenir. Ama her şeyden önce bir yazarın eserini yaratırken geniş bir yüreğe ve müthiş bir gözlem gücüne ihtiyacı vardır.


Çağlar boyu hayatın merkezinde yer almış olması nedeniyle, insan, her zaman bilimde ve sanatta üzerinde en çok durulan, sürekli incelenen bir varlık olmuştur. Belki de “insanı” bu denli önemli kılan ilk özelliği, sürekli gözle görünür değişimler yaşamasıdır. Yaşadığı mekâna, kültüre, inançlara, toplumuna kısacası yaşamının her anına uyum sağlaması, hayata anlamlar yüklemesi, bir çamur gibi yeniden yeniden şekillenen bir yapıya sahip olmasıdır. Bir yazarın, karakterini yaratırken, böylesi karmaşık yapıya sahip olan insanı anlaması, bunun için de ona yaklaşması, el uzatması gerekir. Yalnız insanoğlu değil, yaşamın kendisi de gizemli, karmaşık ve anlaşılmaz değil midir? Karanlıkların içinde, ince ayrıntılarla var olan insanı ve yaşamı tanımak, yaşamın nabzını duymak ne denli zorsa, yazıya dökmek de o denli zordur. Anlaşılması zor olan insanı ve yaşamı anlatmak, onu bir sanat eserine dönüştürmek zoru yaşamaktan, onunla baş etmekten geçer. Bu yol sanatın yoludur.
Türkiye’de Çağdaş Drama Derneği’nin kurucularından, DTCF Tiyatro Bölümü’nde tiyatro eğitimi görmüş, TRT’de Drama Programları Müdürlüğünde senaryolar yazıp prodüktörlük yapmış, pek çok uluslararası drama seminerine katılmış, Drama Eğitmeni, oyun yazarı, romancı ve öykücü İnci Gürbüzatik, Türk edebiyatında kendi sesini bulmuş, gündelik hayatın derinliklerine nüfuz eden bir yazardır.


Onun edebiyat çizgisi, sessizliğin içindeki anlamı arayan, insan ilişkilerinin görünmeyen çatlaklarına ışık tutan bir bakışla şekillenmiştir. Ne büyük anlatıların peşindedir ne de olay örgüsünün dramatik gerilimlerine yaslanır. Aksine, sıradan olanın içindeki olağanüstülüğü keşfetmeyi seçer. Bu yönüyle onun sanat anlayışı, duygusal derinlikleriyle varoluşsal bir sorgulamayı beraberinde getirir.
İnci Gürbüzatik’in yazarlık serüveninde gözlem önemli bir yer tutar. Karakterlerini, yaşamının içinden, sessiz, çekingen ya da hayatla boğuşan inanların dünyasından seçer. Onun kahramanları, hayata sıkı sıkıya tutunan ama iç dünyalarında derin boşluklar taşıyan kişilerdir. Bu karakterler aracılığıyla yazar, bireyin yalnızlığını, içsel çatışmalarını, toplumsal rollerin üzerimizdeki ağırlığını anlatır. Bu da onun edebiyatını sadece estetik bir çaba olmaktan çıkarıp, aynı zamanda bir insanlık arayışı haline getirir.
Gürbüzatik’in dili ise yalın ama katmanlıdır. Her cümle, sanki birkaç kez düşünülerek kurulmuştur. Fazlalıklardan arındırılmış bu anlatım, okuyucuyu metnin içine çeker. Betimlemeler abartıya kaçmaz ama derinliklidir. Edebiyat çizgisini belirleyen bir başka unsurda onun kadın duyarlılığıdır. Kadınlık hâlleri, toplumsal cinsiyet rolleri, sessiz çığlıklar ve içsel direnişler, Gürbüzatik’in metinlerinin önemli izleği olarak karşımıza çıkar. Ancak bu izlekleri işlerken didaktik bir dil kullanmaz. Onun kadın karakterleri, edilgenlikleriyle değil, fark edilmemiş güçleriyle hatırlanır. Gürbüzatik’in eserlerinde rastlanan bir başka çizgi de mekânların karakterlerle kurduğu ilişkilerdir. Özellikle kıyı kasabaları, eski evler gibi nostaljik mekânlar, yalnızca birer fon değil, karakterlerin duygusal dünyalarını yansıtan canlı birer unsur gibidir. Bu da onun anlatısına sinematografik bir derinlik ve şiirsel bir tempo kazandırır.
İki Çırpı Kiraz Kız adlı eseri 1999 yılında Kültür Bakanlığı tarafından öykü yarışmasında Cumhuriyetin 75. Kuruluş Yıldönümünde kitaplaştırılmaya değer bulundu. 1998 yılında Orhan Murat Arıburnu Film Öyküsü dalında Deve Boku Savaşları adlı uzun metrajlı film öyküsü ile 2003 yılında Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve Geliştirme Derneği tarafından Ekin Teki öyküsü ile ödüllendirildi. Öyküleri pek çok ödül kazandı. Aşk Kaldığı Yerden yazarın ‘Aleni Kitap Yayınevinden’ çıkan ikinci baskı yapan ikinci öykü kitabıdır.
Halbwachs’a göre bireysel hafıza ile toplumsal hafıza ayrılamaz. Halbwachs tezini “hafızanın toplumsal şartlara bağlı” olduğu üzerine kurmuştur. Gerçi hafıza her zaman bireye aittir; ama Halbwachs’a göre bu hafıza toplumsal olarak belirlenir. En kişisel anılar bile, sadece sosyal grupların iletişim ve etkileşimi üzerinden yapılanır. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız; aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını hatırlarız. Malraux da her kitabın bir otobiyografi olduğunu söyler. Yazar kendi hayat deneyiminden yola çıkmadan yazamayacağına göre, doğal olarak yazar yapıtına kendi kişisel izlenimlerini yansıtacak, eserini oluşturacaktır.
İnci Gürbüzatik de otobiyografik romanı Misket’i şu tümcesiyle anılarına yaslanarak oluşturacağını okurlarına muştular. “Sadece bana ait olan, kimsenin çalamayacağı, elimden hiçbir biçimde alamayacağı anılarım ve geçmişim, bir avuç miskete dönüşüyor böyle zamanlarda” diyerek Ankara’daki çocukluk günlerine döner. (Misket, 2009, s.27) Bir Ankaralı olarak çocukluk ve gençlik anılarıyla harmanlar romanını. Çocukluğunun Ankara’sı güzel anılarla doludur. Kent umudun, akasyaların, sinemaların ve tiyatroların, operaların şehridir. Kimliğinin, kişiliğinin oluşmasında başkent Ankara sosyal ilişkileri, sanatsal zenginliği ve mimari yapısıyla onu derinden etkilemiştir. Roman Ankara’ya bir vefa borcudur.
“Anılarım darmadağın. Daldan dala zıplar gibi. Birinden diğerine konup, uçuşuyorlar. Geldim işte. Sağım solum, önüm arkam, her yanım anı. Sobe!” (Misket, 2009, s.72). Romanın başlarında yer alan bu cümle yazarın saklambaç oyununda kullanılan bir tekerlemeyikullanarak anılarını anımsamaktan duyduğu coşkuyu göstermesi açısından ilginçtir.
Aydın yöresini anlattığı Deve Boku Savaşları (2018) kitabı, gerçek bir hayat hikayesine dayanır. Bu yönüyle Aydın’ın şehir güzellemesidir. Yaşanmış bir aşk öyküsünün, anıların yer aldığı bu eserde kadın sorunlarını ele alır. 1950 li yılların Aydın’ın doğası ve bozulmamış florasıyla inciri, üzümü, pamuğu tütünü, develeri, ağustosböcekleri ve kaktüsleriyle muhteşem bir kent panoraması karşılar okuru. Kendisi eseri hakkında şöyle açıklayıcı bir bilgi veriyor:
“Deve boku savaşlarına gelince, develerin güneşte sertleşen bokları birer kurşuna dönüşünce ve de bol olunca, artık savaşmak için bahaneye gerek yoktur çocuklar için. Yukarı mahallelilerle, aşağı mahalleliler arasında tıpkı yeni başlayan Amerika ve Kore arasındaki savaş gibi Aydın’ da da savaş kaçınılmazdı artık. Ama ben, tam da romanımı yazdığım sırada başlayan Suriye savaş terminolojisini kullanarak 1950’li yılları yazdım. O yüzden ben de okurumun romandaki şifrelerimi çözüp çözmediğinin merakındayım hep.”
Drama konusundaki birikimini Bodrum‘da ÇYDD’de çocuklara drama dersi vererek sürdürmektedir. Çocuklarla Bodrum Kale’sindeki gezi ve müzede drama çalışmalarında, kale ile ilgili çok ilginç gözlemlerini bir esere dönüştürme fikri ile Binbir Masal bir Kale (2019) eserini kaleme alır.
İnci Gürbüzatik öykülerinde kadınları kadın bakış açısı ve duyarlığıyla anlatan bir yazar. Anlattığı kadınlar toplumsal hayatın içinde, toplumun katı değer yargılarıyla bastırılmış, erkek egemen bir toplum düzeni içinde ezilen, iç dünyaları örselenmiş, dar bir çevrenin kıskacı içinde bunalmış, bazen yenik bazen başkaldıran kadınlardır. Bu kadınlar kimi zaman yaşlarını dışa vuran buruşuk çizgileriyle, ya da her gün aynı saatte uyanıp hayvanları güden, onları besleyen, temizliklerini yapan, sütlerini sağan köylü kadınlardır. Ya da kayınvalidenin bitmek tükenmeyen bilmeyen dırdırını çeken gelinlerdir. Ya da komşuların abuk sabuk konuşmalarına, iğneli sözlerine maruz kalan ablalardır. Ya da kocalarının öfke dolu tehditkâr bağrışlarına sadık bir köle gibi katlanan itaatkâr annelerdir.
İnci Gürbüzatik güçlü kadınları da betimlenmiştir. Ancak ona göre bu kadınların en güçlüsü annesidir. Misket romanında annesinin ne denli güçlü bir kadın olduğunu okurlara şöyle anlatır: “Anneme gelince… O hepsinden güçlüydü. Babam varken de sık sık değiştirdiği kadınların sıcacık yorganının altındayken de bize onun yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Parasızlığı, yokluğu en çok o hissetti. Elinin hüneri, gözünün nuru emeğe dönüştü, alnı terledi, çok yoruldu ama kazandı. Çocuklarını doyurdu, giydirdi, besledi, en önemlisi okutup eğitti.”
Mahallelerinde bedenleriyle para kazanan iki kadın yaşamaktadır. Bunlardan birini babası pazarlamakta, diğeri ise pavyonda çalışmaktadır. Yazar bu kadınlara küçümseyerek değil, yoksulluğun getirdiği zorlu koşullar nedeniyle hoş görüyle yaklaşır. Mahallelinin Ayla’nın ablasına karşı tavrı şöyle betimlenir: “Onun, evinden bara gidiş-gelişler sırasında hiçbir eziklik duymadığını, durumundan yakınmadığını hissederdi, onu gizli gizli seyredenler. “Namusuyla çalışıyor” derlerdi, o zaman da. “Öyle bir yerde bile, insan namusuyla pekâlâ çalışabilir, öyle değil mi? Ama Allah yine de oralara düşürmesin” sözleriyle mahallelinin bu iki kadına olan tavrı karşılaştırıldığında, iki kadının da kınanmadığı, toplum dışına itilmediği görülür. (Misket, 2009, s. 40)
Her şeyden öte görünmeden var olmayı, sustukça derinleşmeyi bilen kadınlardır onlar. Kadınların her biri, toplumun çizdiği rollerle çatışmasa da onlar rollerin içindeki sıkışmışlığı fark eden kaderlerine boyun eğmemiş kadınlardır. İnci Gürbüzatik, yüzlerce yıldır haksızlığa, eşitsizliğe, her çeşit zulme ve baskıya maruz kalmış, açık ya da gizli ev hapsine boyun eğmiş bu kadınları, bir ideolojinin değil, insan olmanın sınırlarında anlatır.


















