Zeynep Eşin: “Böyle Uğuldar Ağaç’ı yazarken, daha önceki kitaplarımdan farklı olarak bilerek gölgeyi merkeze almak istedim.”

Kasım 26, 2025

Zeynep Eşin: “Böyle Uğuldar Ağaç’ı yazarken, daha önceki kitaplarımdan farklı olarak bilerek gölgeyi merkeze almak istedim.”

Söyleşi: Aynur Kulak

Zeynep Eşin’in Alakarga Yayınları tarafından yayımlanan öykü kitabı Böyle Uğuldar Ağaç yazarın beşinci kitabı. Hem yazarlığı hem de yayın yönetmenliği ile çağdaş edebiyatımızda önemli bir yeri olan Zeynep Eşin yine özgün öyküleriyle çıkıyor okurunun karşısına. Böyle Uğuldar Ağaç kişinin kendi sıradan yaşamını sürdürürken dünyayı nasıl gördüğüne ve insanın gölgeli taraflarının nasıl tetiklendiğine odaklanıyor. Zeynep Eşin ile Böyle Uğuldar Ağaç odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşimiz için buyurun lütfen.

Sanatın dalları ve özellikle edebiyatın her aşaması ile ilgilenen, merak eden bir yazar olarak, meraklarınızın nelerden kaynaklandığını, bağlarınızı nasıl kurduğunuzu sorarak başlamak istiyorum. Bu durumun çocukluğunuzdan getirdiğiniz süreçlerle oluşturduğunuzu düşünüyorum, ne dersiniz?

Aslında benim için merak, çocukluğumda diğer duyguların çok önüne geçmiş bir şeydi. Yoksunlukların, eksikliklerin, suskunlukların çok olduğu bir evde büyüdüm; kimi zaman yetişkinlerin dillendirmediği şeyleri, çocuk sezgisiyle “okumak” zorunda kalan bir çocuktum. Sanırım sanatla kurduğum bağ, önce bu okunamayan alanları okuma ihtiyacından doğdu. Birinin yüzündeki gölge, sofradaki bir eksik tabak, bir odanın hiç açılmayan kapısı… Bunlar benim ilk metinlerimdi.

Edebiyatın her aşamasıyla ilgilenmem de biraz buradan geliyor. Sadece yazılmış, bitmiş metne değil; o metnin mutfağına, nefes alışına, hatta yarım kalışına meraklıyım. Bir öykünün ilk cümlesiyle son cümlesi arasında sadece hikâye anlatılmaz; yazarın o dönemdeki ruh hâli, okuduğu kitaplar, duyduğu sesler, bazen sokaktaki kavga bile metne sızar. Ben o sızmaları, mikro bağlantıları seviyorum.

Bağlarımı çoğu zaman sezgiyle kurarım. Çocukluğumda anlam veremediğim gerilimlere, yetişkinlerin konuşmaktan kaçındığı kırılmalara sonradan edebiyatla geri döndüm. Kuşlarla, taşlarla, ağaçlarla kurduğum ilişki bile aslında o günlerin yalnızlığından devralınmış. Bugün bir öyküde bir ağacı merkeze koyduğumda, o ağacın gövdesinde çocukluğumdaki bir suskunluğu, bir bakışı, bir yarım kalmış cümleyi görüyorum. O yüzden evet, merakımın kaynağı çocukluğum; ama bu merak, yıllar içinde kendine bir dil, bir biçim, bir damar buldu diyebilirim.

Bugüne kadar yayımlanmış beş kitabınız bulunmakta. Bu beş kitap arasında kurgu dışı kitaplarınız da var sanırım. Şunu merak ediyorum: Yazmaya nasıl karar verdiniz? Tetikleyici bir şey veya bir şeyler mi oldu yoksa çocukluğunuzdan beri düşündüğünüz bir şey miydi?

Yazmak, benim için bir “karar” olmaktan çok bir “mecburiyet” gibi gelişti. Çocukluğumdan beri defterlerim vardı; kimi zaman günlük, kimi zaman listeler, kimi zaman yarım kalmış hikâyelerle dolu. Ama bunlara uzun süre “yazarlık” demedim. Yazıyordum çünkü başka türlü baş edemiyordum. Dolapta saklanan sırlar, evin içinde dolaşan görünmez ağırlıklar, sokakta gördüğüm adaletsizlikler… Bunların hepsi içimde büyüyordu ve konuşacak yer bulamayınca kâğıda dökülüyordu.

Profesyonel anlamda yazmaya “karar verme” süreci ise, aslında bir kayıp duygusuyla başladı. Hayatımda önemli bir kırılma yaşadığım bir dönemdi; insanın kendine “Ben ne olacağım?” sorusunu ilk defa gerçekten sorduğu o keskin eşik. O günlerde fark ettim ki ne yaparsam yapayım, yazmaktan vazgeçemiyorum. Mesleğimi değiştirebilirim, şehir değiştirebilirim, insanlardan uzaklaşabilirim ama yazıdan uzaklaşamıyorum.

Kurgu dışı metinlerim de bu mecburiyetin başka bir yüzü. Bazen bir meseleyi kurmaca ile anlatmak yetmiyor; daha doğrudan, daha çıplak bir dille konuşmak gerekiyor. Edebiyata, yayıncılığa, yazar-yayıncı ilişkisine, okurla kurduğumuz o karmaşık bağlara dair yazdığım denemeler biraz böyle ortaya çıktı. Çocuklukta başlayan iç konuşma, zamanla hem kurmacaya hem kurgu dışına bölündü; biri içimin mağarasına iniyor, diğeri dünyaya daha açık bir pencereden bakıyor. İkisi de aynı insanın nefesleri aslında.

Böyle Uğuldar Ağaç ile ilgili ilk sormak istediğim bu koleksiyonunuzdaki öykülerin farkının ne olmasını istediniz? Yazılma sebepleri diğer öykü seçkilerinizle karşılaştırıldığında tematik, anlatım, dil özellikleri adına nasıl farklar söz konusu?

Böyle Uğuldar Ağaç’ı yazarken, daha önceki kitaplarımdan farklı olarak bilerek gölgeyi merkeze almak istedim. Önceki öykülerimde de karanlık, tekinsizlik, içsel çatışmalar vardı elbette ama bu kitapta sanki ışığı biraz daha geri çektim, gölgenin kendisini konuşturmak istedim.

Tematik olarak, insanın kendi içindeki uçurumlarla kurduğu ilişkiyi daha çıplak hâliyle görmeye çalıştım. Travmalar, yarım kalmışlıklar, suçluluklar, bir türlü adına karar veremediğimiz korkular… Bunlar bu kez sadece arka fonda değiller; öykülerin ana taşıyıcı kolonları oldular.

Anlatım ve dilde de daha yoğun, daha katmanlı bir ton aradım. Cümlenin ritmiyle çok uğraştım. Bazen bilinç akışına yaklaşan ama tamamen onun içinde debelenmeyen, bazen de masalsı bir sükûnetle konuşan bir ses istedim. Yani okur, sayfayı çevirirken hem hikâyeyle ilerlesin hem de dilin kendi içinde kurduğu uğultuyu duysun, istedim.

Önceki kitaplarımda daha toplumsal, daha dışarıya dönük bakışlar da vardı; burada ise iç mekânlar, dar odalar, koridorlar, rüyalar, sanrılar daha baskın. Böyle Uğuldar Ağaç, benim için biraz da “iç odalar kitabı”. Buna uygun bir dil, yoğun bir atmosfer kurmaya çalıştım.

Böyle Uğuldar Ağaç içerisindeki öykülerin yazılma sebeplerini de merak ediyorum elbet. Ana, odak meseleleriniz neydi, sizi tetikleyen ve yazmak adına masanızın başına oturmanıza sebebiyet veren meseleler?

Bu kitaptaki öykülerin çoğu, bir cümlenin, bir görüntünün ya da bir sarsıntının ardından geldi. Mesela birinin “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” deyişi… Bunu hepimiz defalarca duymuşuzdur ama bazen o cümle, bir odanın ortasına bırakılmış kırık bir vazo gibi kalır; görünmez ama yer değiştirmenizi engeller.

Ana meselelerimden biri, insanın kendi karanlığıyla kurduğu pazarlıklar oldu. Kendimize anlattığımız yalanlar, katlanabilmek için uydurduğumuz masallar, yüzleşmekten kaçtığımız anılar… Bunlar sadece bireysel değil, toplumsal katmanları da olan meseleler. Kitapta bu kişisel ve kolektif yaralanmaları iç içe geçirmeye çalıştım.

Bir diğer tetikleyici mesele ise “son” fikriydi. İlişkilerin, şehirlerin, çocukluğun, bir dönemin sonu… Ama bu sonların içinde hâlâ titreşen bir yaşam isteği var. Ölümle, bitişle, kayıpla iç içe duran çok ince bir yaşam ısrarı… Beni masaya oturtan, bu ince hattı yakalama arzusu oldu.

Kısacası, yazıya oturduğumda çoğu zaman dışarıdan bakınca “küçük” görünen ama içten içe insanı kemiren bir duygu vardı: suçluluk, utanç, kıskançlık, eksiklik, geç kalmışlık… Öyküler, bu duyguların içinden kendilerine yol açtılar.

Kitabın içindeki öyküler için içe dönük, daha çok insan psikolojisini hedef alan öyküler diyebilir miyiz? Kendini bulma öyküleri de diyebiliriz ama kişisel gelişim türevinin getirdiği insan davranışlarıyla ilgili bir yerden söylemiyorum bunu. Daha derinlerde bir şeyi görmeye çalışmak gibi; daha ziyade de anlamaya çalışmak gibi, desem, ne dersiniz?

Tam da böyle derim. “Kendini bulma” ifadesi, popüler kültürün elinde biraz hırpalandı. Sanki raflardan alınabilecek hazır bir “kendilik” var ve biz onu paket açar gibi açacağız… Benim öykülerimdeki arayış, tam tersine, insanın kendini kaybetme cesaretiyle de ilgili.

Bu öykülerde psikoloji, bir şema ya da açıklama aracı olarak değil; bir derinlik, bir sis tabakası olarak var. Karakterlerin davranışlarını kategorize etmek yerine, o davranışların içindeki çatlaklara bakmak istedim. Birinin “yanlış” gibi görünen bir seçiminde, en çıplak hâliyle görünmekten duyduğu korkuyu; sevilme ihtiyacıyla kendini yok etme isteğinin nasıl birbirine dolandığını…

Kişisel gelişimin sunduğu rahatlatıcı, çözüm odaklı dile mesafeliyim. Hayat o kadar basit formüllerle işlemiyor. Öykülerim, hazır cevaplar değil, sorularla dolu koridorlar gibi. Okurla birlikte o koridorda yürümek istiyorum. “Niye böyleyiz?” sorusundan çok, “Bu hâlimizi gördüğümüzde ne yapacağız?” sorusuna yaklaşmak önemli benim için.

Dolayısıyla evet, insan psikolojisini hedef alan, içe dönük öyküler bunlar; ama “kendini bulma”dan ziyade “kendine bakma” ve o bakışa tahammül edebilme öyküleri.

Umudunu, umutsuzluktan, bir takım sonlardan alan öyküler de diyebiliriz Böyle Uğuldar Ağaç içerisindeki öyküler için. Mesela kitaba da ismini veren öykünüz, mesela İleri öykünüz, mesela Nehirde Kaybolan Güzel İki Taş … öykünüz gibi.

Evet, bu tespitinize çok katılıyorum. Ben umut denince hep parlak, steril bir şey düşünmüyorum. Hatta çoğu zaman umudun, umutsuzluğun içinden çıktığını, oradan beslenerek var olabildiğini düşünüyorum.

Böyle Uğuldar Ağaç’ta, bitmiş ilişkiler, kapanmış sayfalar, geri getirilemeyecek kayıplar var. Ama hayat, tüm bu “son” duygusuna rağmen inatla sürüyor. İleri öyküsündeki karakter, adımlarını atarken aslında geçmişten kurtulmuyor; geçmişi yanında taşıyarak yürüyor. Nehirde Kaybolan Güzel İki Taş’taki kaybolma hâli, bir tür çözülüş ama aynı zamanda yeni bir bakışın da başlangıcı.

Benim için umut, “Her şey güzel olacak” cümlesinin naifliğinde değil; “Her şey çok acı ama ben hâlâ bakabiliyorum” cümlesinin ağırlığında saklı. Karakterlerim de genellikle orada duruyor: Acıya rağmen bakabilen, bakarken gözlerini kaçırmayan ama bunun altında ezilmeyen bir yerde.

Bu yüzden belki de öykülerimdeki umut, afişe edilmekten hoşlanmayan, köşede oturan, sesi kısık bir umut. Ama var. Ve okurun, sayfayı kapattıktan sonra en çok onu hissetmesini istiyorum.

 Öykülerin arasında bir yazar dolaşıyor. Hayalet Yazar öykünüzde, İleri öykünüzde var bu ama sanki tüm öykülerin arasında bir şekilde dolaşıyor ve öyküleri birbirine bağlıyor gibi; katılır mısınız?

Evet, bunun bilinçli bir tercih olduğunu söyleyebilirim. Hayalet Yazar’da çok görünür olan o figür, aslında diğer öykülerin koridorlarında dolanan bir gölge gibi. Bazı öykülerde adı geçmiyor ama nefesi hissediliyor.

Bu yazar figürü, sadece “meslek olarak yazar” değil; kendi hayatına bakarken fazlasıyla şüpheyle yaklaşan, kendini sürekli izleyen ve kaydeden içsel bir tanık. Hepimizin içinde böyle bir “yazar” yok mu? Kendimizi eleştirirken, yargılarken, geçmişi montajlarken devreye giren iç ses… Ben o sesi somutlaştırmak istedim.

Öyküleri birbirine bağlaması da tesadüf değil. Böyle Uğuldar Ağaç, tek tek okunabilen bağımsız öykülerden oluşsa da, ben kitabı kurgularken bir bütün olarak düşündüm. Aralarında görünmez köprüler olsun istedim. Hayalet Yazar, bazen gerçekten bir karakter olarak, bazen üstkurmaca bir gönderme olarak, bazen de sadece bir bakış açısı olarak bu köprülerin üzerinde dolaşıyor.

Dolayısıyla evet, metinlerin arasında dolaşan, kimi zaman yazara, kimi zaman okura, kimi zaman karaktere dönüşen bir figür var. Bu figür, “hikâye anlatmak” ile “hikâyenin içinde kalmak” arasındaki gerilimi taşıyor.

Öykülerin tedirginlik veren tarafları da var; hafif bir ürpertiyle de olsa bu tedirginliği hissediyoruz. Böyle Uğuldar Ağaç, Onların Zehri, Edgar Allan’a Götüren Yol öyküleriniz gibi. Biraz bu öyküleriniz özelinde öykülerinizin tedirginlik veren yanlarını konuşabilir miyiz?

Tekinsizlik, benim edebiyatta en çok peşine düştüğüm duygulardan biri. Korku edebiyatındaki gibi doğrudan dehşet yaratan bir şeyden bahsetmiyorum; daha çok günlük hayatın içinde, sıradan görünen bir sahnenin bir anda “kayarak” yabancılaşması ilgimi çekiyor.

Örneğin Onların Zehri’nde, ilişkinin çok tanıdık, çok gündelik görünen dinamikleri var. Ama bu dinamikler yavaş yavaş bir zehre dönüşüyor; kimse doğrudan kötücül değil, ama kimse masum da değil. Okur, bu dönüşümü izlerken kendine dair bir şeyle de yüz yüze geliyor ve tedirginlik bir anda dışarıdaki hikâyeden içeriye sızıyor.

Edgar Allan’a Götüren Yol’da ise, hem Poe’ya hem kendi karanlık bölgelerimize bir selam var. Özellikle hayranlık duyduğumuz yazarların dünyasına girebilmek için ne kadar ileri gidebiliriz? Hayranlık ile taklit, etki ile erime arasındaki o kırılgan çizgi beni çok düşündürüyor. Tedirginlik buradan doğuyor.

Böyle Uğuldar Ağaç’ta ise doğa, ağaçlar, rüzgâr, uğultu… Yani tekinsiz olan, sadece insan değil; mekân da bu duyguyu taşıyor. Ağaç uğuldarken, aslında karakterlerin içi de uğulduyor. Okurun, “Burada bir şey olacak ama ne?” hissini yaşamasını istedim. Tedirginlik, bence o “olma ihtimali”nden besleniyor; çoğu zaman olan şeyden çok, olabilecek olan rahatsız ediyor bizi.

Kuzgun öykünüz bir Kuzgun’un başrolde olması ile ayrıca konuşulması gerekiyor. Öyküyü yazma sebeplerinizi konuşabilir miyiz? Niye bir Kuzgun seçtiniz mesela? Anlatmak istediğiniz hikayenin derdini daha iyi yansıtabileceğinizi düşündünüz?

Kuzgun, edebiyatta ve mitolojide zaten çok güçlü bir sembol. Ölüm, haber, kehanet, uğursuzluk, bilgelik… Birçok anlamı aynı anda taşıyabilen bir figür. Benim Kuzgun öykümde, bu anlamların hepsini kullanmak istemedim ama kuşun taşıdığı o “eşik varlığı” hâlini çok önemsediğim için onu merkeze yerleştirdim.

Kuzgun, benim için aynı zamanda “gören ama konuşmayan” bir tanık. Yukarıdan bakıyor, her şeye hâkim gibi ama müdahale etmiyor. Öyküdeki insan karakterler, kendi küçük trajedilerini yaşarken, Kuzgun onların hem dışarıdan izleyicisi hem de istemeseler de dâhil edemedikleri bir yabancısı. Bu mesafe, hikâyenin derdini daha iyi anlatmama yardımcı oldu.

Neden kuzgun? Çünkü serçeyle, güvercinle ya da martıyla bu kadar yoğun bir tekinsizlik kuramazdım. Kuzgunun siyahı, sertliği, zekâsı ve çoğu kültürde taşıdığı uğursuzluk imgesi, benim öyküde anlatmak istediğim “gerçeğin rahatsız edici yüzü”ne çok yakındı. Öyküde insanlara güvenmiyorum biraz; onların anlattığı hikâyeye değil, Kuzgun’un gördüklerine kulak veriyorum. Belki de bu yüzden, bu kez anlatıcı koltuğunu o kuşa bıraktım.

Dünya edebiyatından tanıdık yazarlar öyküleriniz içinde yer alıyorlar ve yabancı karakter isimleri kullanmaktan da imtina etmiyorsunuz. Poe gibi Plath gibi önemli isimler planlı bir şekilde mi öykülerinize girdiler yoksa sızıverdiler mi? Çünkü hiç böyle bir şey yoktu belki de kafanızda ve öyküler yazılırken çıkıp geldiler.

Aslında ikisi de oldu diyebilirim. Bazı öykülerde, daha ilk cümlede kimin gölgesiyle yürüdüğümü biliyordum. Poe, Plath, bazı başka yazarlar… Onlarla uzun yıllardır süren bir iç konuşmam var. Onların metinleri, sadece okuduğum kitaplar değil; benim iç mekânımın bir parçası hâline geldiler. Dolayısıyla bazı öykülerde bilinçli olarak onlara yer açtım.

Öte yandan, yazarken hiçbir zaman “Şimdi buraya Poe’yu yerleştireyim,” gibi mühendislikler yapmıyorum. Öykünün kendi ritmi, kendi atmosferi, kendi karanlığı bir yerden sonra o isimleri çağırıyor. Bir bakıyorum, karakter Poe’dan bir cümle alıntı yapıyor ya da Plath’in bir imgesi gelip masanın üzerine oturuyor. Bu sızmalar, çoğu zaman metnin lehine işliyor; çünkü içten geliyorlar.

Yabancı karakter isimleri kullanmak da benim için bir mesafe aracı bazen. Coğrafyanın sınırlarını biraz gevşetmek, hikâyeyi belirli bir ülkeye hapsetmemek istiyorum. Ama her yabancı isim, aynı zamanda bizim buradan bakışımızı da yansıtıyor. Yani Poe ve Plath, sadece “onlar” değil; “bizim Poe’muz, bizim Plath’imiz” olarak giriyor öykülere. Onları nasıl okuduğumuz, nasıl yanlış anladığımız, nasıl içselleştirdiğimiz de hikâyenin bir parçası oluyor.

Alakarga Yayınları’ndaki yayın yönetmenliğinizle ilgili konuşmak isterim. Çünkü Türk Edebiyatı’na genç yazarların ilk kitapları nezdinde çok destek veriyorsunuz. Çoğu ilk kitap fakat önümüzdeki dönemlerde bu genç yazarlardan bahsetmeye devam edeceğiz. İsimlerinin duyulmasına, metinlerinin okunmasına büyük katkı sağlıyorsunuz; bu sürece nasıl karar verildi?

Bu, aslında tek başına benim değil, birlikte oluşturduğumuz bir yayıncılık anlayışının sonucu. Alakarga’da şuna inanıyoruz: Edebiyat sadece “büyük isimler”den ibaret değil, henüz adı duyulmamış, odasında tek başına yazan, dosyasını çekingen bir maille gönderen insanlarla da var olacak. Eğer yayıncı, sadece “garantili” isimlerin peşine düşerse, edebiyatın geleceğini budamış olur.

Genç yazarların ilk kitaplarına alan açmak, ekonomik ve lojistik olarak kolay değil, bunu biliyorum. Ama bir yayınevinin varlık sebebinin sadece “satacak kitap” yayımlamak olmadığını da biliyorum. İlk dosyalarını okurken, kalabalıklar içinde kaybolabilecek çok özel sesler duyuyorum. Onlara eşlik etmek, sadece bir iş değil, bazen etik bir sorumluluk gibi geliyor.

Bu sürece “karar verme” anı, belki de yazar kimliğimle yayıncı kimliğimin çarpıştığı yerdi. İlk dosyamı gönderdiğim, reddedildiğim, bekletildiğim süreçleri çok iyi hatırlıyorum. Bugün o masanın bu tarafında oturuyorsam, o masanın karşısındaki yazarı unutmak istemiyorum.

Dolayısıyla genç yazarlarla çalışmak, bir “lütuf” değil; edebiyatın devamlılığı için bir zorunluluk gibi. Elbette her dosyanın yayımlanması mümkün değil ama en azından ciddiyetle okunması, cümlelerinin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Gerisi zaten zamanla belli oluyor; bazı isimler gerçekten kalıcı olacak, bazıları olmayacak. Ama o ilk adımı atmadan bunun cevabını bilemeyiz.

Yeni projeler var mı masanızda, öykü yazmaya devam edecek misiniz?

Yazmaktan vazgeçmiş biri olarak karşınızda değilim, ne mutlu ki. Masamın üzerinde ve çekmecesinde bekleyen birkaç farklı dosya var. Yine öykü ağırlıklı gidiyorum ama bu kez formu biraz daha esnetmek, türler arasında gezinen bir yapı kurmak istiyorum. Öykü ile deneme, mektup ile iç monolog arasında gidip gelen metinler var aklımda.

Böyle Uğuldar Ağaç’tan sonra o tekinsiz, uğultulu havayı tamamen bırakmayacağım ama belki biraz daha dışarıya bakan, daha toplumsal kırılmaları da içine alan hikâyeler yazacağım. Bir yandan da kurgu dışı alanda, yayıncılık deneyimlerimi, yazar-yayıncı ilişkisini, edebiyat ortamını eleştirel ama tamamen karamsar olmayan bir yerden ele alan bir kitap fikri dolaşıyor zihnimde.

Özetle, evet, öykü yazmaya devam edeceğim. Çünkü kendime ve dünyaya hâlâ sorular sormaktan vazgeçmiş değilim. Yazmak, bu soruların kesin cevaplarını bulduğum bir yer değil; ama onlarla dürüstçe yüzleşebildiğim tek yer. O yüzden masam, her zaman biraz da yeni bir kitabın başlangıcı gibi duruyor.

Yorum yapın