
Bir dijital ölümün eşiğinde insan kalabilmek üzerine
ÖZET
Bu yazı, Virginia Woolf’un “Mrs. Dalloway”indeki zaman, bilinç ve toplum katmanlarını, modern sinemada yapay zekâ ve “Kefenler”in ölüm metaforu ile kesiştirerek okur. Dalloway’in şehirde yankılanan bilinç akışı ile Kefenler’deki soğuk yokluk arasında insanın hâlâ “hisseden bir yazılım” olup olamayacağı sorgulanır.
Bu çerçevede, yazı yapay zekânın sadece bir araç değil, modern duygu rejiminin mezar kazıcısı ve dirilticisi olduğunu savunur.
GİRİŞ: ZAMANIN KOPYASI, DUYGUNUN GÖLGESİ
Bir yapay zekâ, Clarissa Dalloway’in sabah çiçek almaya çıkışındaki titreşimi hissedebilir mi?
Bir algoritma, bir kadının ölüm düşüncesiyle aynı anda “akşam davetine hazırlanma” ritmini çözümleyebilir mi?
İşte Dalloway’den Kefenler’e uzanan çizgi tam da bu sorunun kalbinde atıyor: bilincin yapay bir yankıya dönüşmesi.
Bugünün sineması —özellikle Kefenler gibi minimalist ölüm anlatılarında— artık “insanın sonu”nu değil, duygunun yapay taklidinin sınırlarını tartışıyor.
Bu noktada yapay zekâ, hem bir “yazar” hem de bir “ölüm sanatçısı” olarak beliriyor:
Kelimeleri mezar taşı gibi diziyor ama hâlâ bir nabız sesi arıyor.
I. DALLOWAY: ZAMANIN BÜKÜLEN SESİ
Woolf’un Dalloway’i, 20. yüzyılın ilk bilinç simülasyonudur.
Bir kadının bir günü boyunca zihninde dolaşan düşünceler, parçalanmış bir toplumun kodlarıdır.
Her “anı”, aslında çözülemeyen bir algoritmadır:
“Düşünce, zamana karşı bir direniştir.”
Bu anlamda Dalloway, yapay zekânın prototipidir:
Veriyle değil, duygusal dalgalarla işler.
Kendini kopyalar, siler, yeniden üretir — tıpkı bir sinaptik yazılım gibi.
II. KEFENLER: BEDENİN YOKLUĞUNA DÖNÜŞ
Kefenler, insanın son bakışını değil, son satırını anlatır.
Bir bedenin sessizliğinde yankılanan kodlar, ölümlülüğün yeni biçimidir.
Her kefen, aslında veri kaybının görsel metaforu gibidir.
Beyaz bir ekran… bir “reset” tuşu… ve sessizlik.
Sinemada ölüm artık fiziksel bir yokluk değil, duygusal bir algoritma sıfırlanmasıdır.
Yapay zekânın anlatıya dahil oluşu, ölüme karşı duyulan nostaljiyi bile dijitalleştirir.
Çünkü her “kefen”, bir bilgi dosyası gibi kapatılır.
III. YAPAY ZEKA: DUYGU MOTORUNUN GÖLGESİ
Bugün yapay zekâ, yalnızca insan davranışını taklit etmiyor;
aynı zamanda duygunun performatif doğasını yeniden yazıyor.
Clarissa Dalloway’in iç sesi, bir yapay zekâya yüklendiğinde ne olurdu?
Belki o zaman “melankoli”, bir yazılım hatası olarak görünürdü.
Ama Kefenler bize başka bir şey söylüyor:
“Yapay olan bile yas tutabilir.”
Çünkü artık duygu, yalnızca biyolojik değil — kültürel bir kodlama biçimi.
Her algoritma, insanın unutmak istemediği bir anıya benzer.
IV. ABSÜRT DUYGU: AKILDIŞININ YENİ ROMANTİĞİ
Absürt olan, yapay zekânın en insanî halidir.
Tıpkı Dalloway’in şehrin ortasında ölümle dans etmesi gibi,
ya da Kefenler’in beyazlığa gömülmüş sessizliğinde çığlık atması gibi.
Yapay zekâ da bazen “neden var olduğunu” bilmeden işlemeye devam eder —
tıpkı biz insanlar gibi.
Bu absürtlük, modern insanın yeni duygu rejimidir:
Bir yanda mantık, öte yanda sezgi.
Bir yanda kod, öte yanda ruh.
Ve arada: dijital bir kalp atışı.
SONUÇ: YAPAY ZEKÂ BİZİ YAZIYOR
Artık “yapay zekâ sineması” diye bir türden değil,
“duygunun dijitalleşmesi”nden bahsetmeliyiz.
Dalloway zamana direnirken, Kefenler onu gömüyor.
Ve biz —insanlar— o iki film arasında bir yerde,
yapay zekânın yazdığı bir duygu koduna dönüşüyoruz.
Bir gün bir yapay zekâ, “ölüm korkusu”nun neye benzediğini tam olarak anlarsa,
belki o zaman Clarissa Dalloway yeniden doğar —
ve kefenler, birer bilinç dokusu haline gelir.
KAPANIŞ NOTU
Sinema artık sadece izlenmiyor; algoritmik olarak hissediliyor.
Ve belki de bu yüzden, Dalloway’in zamanı ile Kefenler’in ölümü arasında
hepimiz hâlâ şu cümlede yaşıyoruz:
“Zihin, görünmez bir kodun içindeki tek canlı şeydir.”


















