Yanlış Dala Asılanlar Ya da Hiç Tutunamayanlar | Elif Can

Aralık 12, 2025

Yanlış Dala Asılanlar Ya da Hiç Tutunamayanlar | Elif Can

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Bir demiryolu istasyonunda çalışan, seyyar hikâye satıcısının dilinden soruyor bunu Oğuz Atay. Hikâyelerini satacak tek bir müşterisi bile kalmadığında. Artık ne tren geçiyordur istasyonundan, ne de kendisininki dâhil bir adres biliyordur. Ama yine de yazmak ister; Çünkü kafası hikâyelerle doludur. Fakat etrafında anlatacak kimseyi bulamaz. Oysa bir zamanlar sepetinde hikâyelerle gezerken vagonlar da doluydu. Hatta o ara belki Turgut Özben’e bile bir sayfa okumuştu. Ama bu sonunda hikâyeleriyle yalnız kaldığı gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu. Tıpkı yolu erkenden ölümün kıyısına yaklaşan Oğuz Atay gibi.

Aslında Atay o kıyıya yanaştığında, meşhur şairin ömrün yarısı dediği yaşı geçeli çok olmamıştı. Hatta bu beynindeki tümörün kendini haber etmesiyle aynı zamana denk düşüyordu. Yazdığı kahramanların kafası hayatın cam kırıklarıyla doluyken, onun canını olabildiğince gerçek bir tümör acıtıyordu. Neredeyse her kahramanı kendi isteğiyle dünyaya sırtını dönse de o dünyada kalmak için bir kurtuluş arıyordu. Son yılları hastaneler ve ameliyathaneler arasında geçmişti. Ama belki de o bunların hepsinin bir oyun olmasını dilerdi. Çünkü hayat ancak onun yazdığı oyunlarla çekilir hale gelebilirdi.

“Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız.”

Tehlikeli Oyunlar ‘da Hikmet Benol’un yaptığı da bu söylediğiyle uyuyordu. Hayatın gerçekleriyle oynuyormuş gibi yaparak ilgileniyordu. Ve ancak böyle yaptığında içindeki boşluğa biraz olsun dayanabiliyordu. Tutunamayanlar’ın Selim Işık’ı ise zamanı sadece vakit geçirme oyunu oynayarak yenebiliyordu. Tabii bu iki kahramanın nihai sonunu değiştirmeye yetmiyordu. Oğuz Atay, onları da tıpkı diğer insanlar gibi en zayıf noktalarından yakalıyordu. Umutsuzluk ve uyumsuzluk içinde hayatın yanlış dalına asılmalarından…

Oğuz Atay’ın kahramanlarının duyguları dünyanın gerçekleriyle aynı yerde durmakta zorlanıyordu. Tuttukları ayna hep karanlıktı sanki. Yine de bakanın ruhundaki yaralar görünüyordu. Hayallerinde bile yenik düşenlerin hikâyeleriydi bunlar. Kafasındaki konuşmalara söz geçiremeyenlerin yaşamları. Biraz karamsar, biraz acı ama bir şekilde hep alaycı.

Fakat onun alaycılığı yarası olmayanın yarayla alay etmesi gibi değildi. Hatta bizzat kendi anlaşılmamasının yansıması olabilirdi. 43 yıllık ömründe değerinin bilindiği pek söylenemezdi. Ki kendisi de günlüğüne yaşarken unutulduğunu yazmıştı. Ama zaman bunu yanlış çıkarmayı başarmıştı. Çünkü “Beklenen sahiden de geç geliyordu ve geldiği sırada da insan başka yerde oluyordu.” Tıpkı doğduğu sokağa adı verildiğinde ya da yazdıkları dilden dile dolaştığında onun toprağın altında olması gibi.

Onun bugün geldiği nokta, kendi deyimiyle edebiyatın mutfağında yetişmemiş biri için belki hayal bile değildi.  Ama bir sıralama varsa eğer, artık en tepelerdeydi. Sonuna kadar hak ettiği yerde.

Atay’ın kitaplardan kendine dünyalar kuran karakterlerinin yerini, onun kitaplarından kendilerine dünyalar kuran gerçek insanlar almıştı. Hem zaten onun yazdıkları da bir nevi romanlar üzerine romanlar değil miydi? Ona göre insanlara yön veren de kitaplardan başka bir şey değildi. Hatta yazmasında etkili olan şeyin, başka romanların heyecanı olduğunu da yine o söylemişti. Her yazarın başka bir yazar için ilham kaynağı olduğunu bilirdi. Her romanın başka bir roman için kıvılcım olup, oradan farklı kapılara yol adlığını da.

Hikâyeler hikâyeleri doğururdu. Ve bazı insanlar bu hikâyeleri anlatmak için dünyaya gelmiş gibiydi. Oğuz Atay da onlardan biriydi. Onun anlattıklarında öyle büyük kavgalar olması gerekmezdi. Ama her cümlesiyle, mustarip bir ruhun iç çekişlerini önümüze sererdi. Yazdıklarında macera değil yaşam vardı. İnsan, yaşadığı çağ ve bütün bunların orta yerinden parçalanması…

Öldürerek ölümsüzleştirirdi o. Tabii yapılan eylemi yüceltmeden. Hatta insanın acizliğini de olabildiğince verirdi. Bunu yaparken umutsuzluk sığınaklarına kahkahalar dinletmeyi de ihmal etmezdi. Mektuplar, şarkılar, oyunlar birbirine girerdi yazdıklarında. Parça parça işlenen açmazlar hep kaçınılmaz yüzleşmelere giderdi. Fakat ne kadar önsöz, sonsöz yazılırsa yazılsın bu dünyaya yabancılaşma bir türlü geçmezdi. Ama zaten Turgut Özben’in de dediği gibi tutunamayanların romanı hiç bitmezdi…

Yorum yapın