Varoluşsal Sancı: Tatar Çölü | Başak Canda

Ekim 13, 2025

Varoluşsal Sancı: Tatar Çölü | Başak Canda

Uzun zamandır okumak isteyip de okuyamadığım bir kitaptı Dino Buzzati’nin Tatar Çölü. Sonunda okudum ve iyi ki okudum dediklerimden oldu. Romandan çok uzun bir öykü tadında. İnsanı içine alan, kapıların kapandığı bir kalede esir kalma hissiyle debelenip durdum ben de okuma boyunca. Kitabın ana karakteri Drogo gibi o kalede bulunmanın hep bir amacı olduğunu düşünerek Tatarların bir gün geleceğine inandım.

Drogo’nun ölme riskine rağmen kalede kaldığı ve bir gün bir şey olabilir ihtimaliyle beklediği, ancak hiçbir şeyin olmadığı bir hikâyenin ardına düşüyoruz. Teğmen Drogo’nun çölün karşısına dikilmiş yüksek bir dağ kalesi olan Bastiani Kalesi’ne atanmasının mantıksızlığıyla başlar anlatım. Çünkü diğerlerinin aksine bu atamada kalede kalma süresi belirlenmemiştir. Dünyanın, ömrün, yalnızlığın sınırıdır Bastiani kalesi. Hırsın, başarının, beklemenin ve içsel sorguların sınırı. İnsanın içindeki derin duyguların kayboluşunun ve “zamanın elini sizden daha çabuk tuttuğu, sizinse artık her şeye yeniden başlama hakkınızın olmamasının” sınırı.

Hiçliğin kıyısında kaybolmuş bir kaledir burası. Eğer düşman gelecek olursa, düşmanın bütün gözetlemecilerinin dikkatini çeken bu geçilmez çölden gelmeyeceği de bilinir oysa. Drogo bunu önemsemez, sadece bir süre kalmayı, daha sonra şehrine ve aile yaşamına dönmeyi düşünür.  Ancak yavaş yavaş, bu sade kalede hüküm süren atmosfer, ruha sinsice sızan bir nem gibi damla damla içeri akar ve onu esir alır. Düşmanın varsayımsal saldırısı üzerinden kurgu yürür.

Komutan Matti ile tanıştığında, tıbbi muayenesinin gidişini kolaylaştırması için dört ay orada kalmasını teklif eder; çünkü deneyimle her şeyin bir alışkanlık haline geldiğini ve hayatını orada geçireceğini bilir. Öyle de olur.

Kaledeki yaşamın monotonluğu, can sıkıntısı, rutin, kasvetli manzarası arasında sıkışıp kalan Drogo ve burada konuşlanmış yoldaşlarının hayat hikâyelerini takip ederken hep bir değişiklik beklentisi içindedir okuyucu. Her an bir şey olacakmış gibi tetiktedir. Bu yanıyla kurallara bağlanmış bir sistemin oturtulduğu kalede gerçeküstü bir yaklaşımın içinde bulur kendisini. Hayatın saçmalığı belki de bu. Ancak etkileyici ve muhteşem sahneler eşliğinde görkemli tasvir duygusu ve insanın kaderi, içinde evrimleşmesi gereken dünyadaki varoluş yeri, ona dokunmadan bile edebi, felsefi yanlarını kalemiyle konuşturmuştur yazar.

Yıllar geçmesine rağmen beklenen değişikliğin olmaması tuhaf gelse de herkes durumundan memnundur. Oldukça hipnotik, hiçbir şey olmayacağını bilerek bir şeylerin olmasını bekleyenlerin bu muhteşem anlatıda aynı zamanda bambaşka bir dünyada, hiç bilmedikleri bir ülkedeymiş hissine ortak olmaları gibi bir durumdur bu. Konunun özgünlüğü buna bağlı ve bambaşka bir mekân ve zamanda, farklı tarzlardan karakterleri buluşturuyor âdeta. Herkes yalnızdır, durağandır ve birbirine benzemektedir.

Bana göre yazarın yapmaya çalıştığı şey, tamamen yararsız gibi görünen, hiçbir şeyin olmadığı ya da pek bir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin başarılamadığı, boşluk ve yanılsamalarla dolu ama yine de var olan ve başka türlü olamayacağı için var olmak zorunda olan bazı hayatların sıkıcılığını resmetmektir. Zira çevremizde bunun yüzlerce örneğini bulmak mümkün. Hatta herkes kendi yorumuna göre Kafka, Camus, Sartre’den bir şeyler bulabilir. Ancak Tatar Çölü, insanın yaşam çölünü aşmasının yalnızlığını, bu yaşamın anlamını ya da anlamsızlığını, zamanın saplantılı uçuşunu konu edinen akıcı bir anlatımla felsefik dokunuşlarla doludur. Her şeyden izole bir kalede hiçbir şey olmuyor olmasına rağmen güçlü bir anlatımla varoluşa dair gerçeklerle boğuşuruz. Rutinliğin yarattığı yalnızlık uçurumlarına sürüklenişimizi görürüz.

Hiçbir aksiyon ve entrika yok, sadece her an gelmeye hazır gibi görünen ama asla gelmeyen bir düşman için bitmek bilmeyen bir bekleyiş var. Karakterin bekleyişinin peşinde sürüklenen okur zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Kimileri kaleyi terk edecek, bu da düşmana yaklaşma anlamına geleceği için kaledekileri tehlikeye atan ve önlenmesi gereken bir intihar adımıdır. Yine ölümün olduğu bir diğer sahne de beklemenin verdiği şarhoşlukla, yaklaşan düşmanı kaçırmaktansa dışarıda donmayı tercih eden Angustina’nın ölümünü es geçmemek gerek. Kaledeki salonlardan birinde asılı olan bir tabloyla özdeşleşir Angustina. Bir soylu ve şıklığın tasvirini yaşar. Çünkü ölüm, lirik ve olağanüstü güzellikte tasvir edilmiştir. Bu da bir nevi ölümü kutsallaştırmadır. Bir kahraman ve ölüm. Kahramanın ölümü daha doğrusu. Tüm sistemlerin olmazsa olmazı, kendi içinde bir paradokstur bu. Gerçekte, hiçbir şey yapmamak için değil, bir şeylerin gerçekleşmesi için ölçülemez bir istek duyulması. Bu bir umut arayışına dönüşür. Kısıtlayıcı bir rutinin içinde olmayan bir savaşın ortasında yenmekten kaçınma hissine ortak olmaktan başka seçeneği yoktur okuyucunun.

Drogo’nun isteği dışında kalmak zorunda olduğu, yaşamak için kendini içinde bulduğu bu tür bir sürgünde, hem gücün hem de zayıflığın tarafıdır. Bu kendisine olağanüstü bir kaderi garanti edebilecek bir umuda sarılma demektir. Düşmanla karşılaşma hem çok istenilen hem de çok korkulan bir olay. Bu ikilem Drogo ve yoldaşlarının hayatının tam merkezi oluyor. Üstelik romanın özünde korkunç bir ironi var. Drogo ve Simonei, uzakta görülen küçük bir ışığın bıraktığı işaretlerle yaklaştıklarını ima eden Tatarların tehdidi karşısında heyecanlanırken, general onlara bu saçmalıklarla ilgili endişelenmemelerini emreder ve birliklerinin düzenli bir şekilde yürümesini sağlar. Bir şeyin olma ihtimaliyle oluşu arasındaki ince çizgiyi ortaya koyan garip bir paradokstur bu.

Otuz yıllık bekleyişin ardından düşman nihayet gelir ancak Drogo hastadır ve kaleden çıkarılır. En büyük hayal kırıklığı ise tam da bu beklentinin gerçekleşebileceği bir zamanda kaleyi terk etmesidir. Drogo sonunda gelecek olan Tatarlarla yüzleşemeyecektir. Sayfalar boyunca zamanın Drogo’nun psikolojik davranışlarına ışık tuttuğuna da tanık oluruz. Düşmanın gelişiyle artık hayallerden arınır. Çünkü zamanın, bir zamanlar umutla dolu olan hayatını donuklaştırmaya yettiğini fark eder. Can sıkıntısını uzatan umutsuz yalnızlığa ve eylemsizliğe rağmen Drogo’nun kendisini ezen bir evrende yabancılaşmasının anlamsızlığını düşünürüz bu sefer. Sonunda zamanın durması için ölümü bekleyecektir. Elinde sadece hayatının mücadelesi olan nihai müttefik ölüm kalmıştır. Bir ömür nasıl boşa harcanır sorusunun cevabının ayrıntılarında onun yaşamı bir yaşamdan ziyade yavaş yavaş bir ölme biçimi haline gelişidir.

“Drogo zamanın akışının duruverdiğini zannetti. Bir büyü bozulmuş gibiydi. Son zamanlarda burgaç giderek yoğunlaşmış, sonra aniden ortada hiçbir şey kalmamıştı, dünya yatay bir kıpırtısızlık içinde duruyor, saatler boşu boşuna çalışıyordu. Drogo yolun sonuna gelmişti; işte, gri ve tekdüze bir denizin bomboş sahiline varmıştı artık ve çevrede ezelden beri ne bir ev, ne bir insan, ne bir ağaç vardı.”

Okuyucuyu sıkmadan bir bekleyişin can sıkıntısı hakkında yazmak büyük bir ustalık işi elbette. Tüm karamsar yanlarına rağmen zamanın akışına dair iç sorgulamalarımı çoğaltan bir kitap oldu. Kitabın sonuna kadar okuyucuyu bekleyiş içinde tutmak da başka bir ustalık. Yazarın yapmak istediği tam da bu belki. Beklenmedik bir sonuç ya da güzel bir gelişme olmasını umarak okumak Drogo’nun beklentisinin boşuna çıkmasıyla eşdeğer.

Okuma boyunca bu sonsuz bekleyişin boşluğuna ve gerginliğine, sahte umutlarına, bu hikâyenin gerçeküstü anlatımına, manzaraların güzelliğine ve çağrışım gücüne kaptırmaktan alıkoyamadım kendimi. Bu da insanın kendi varoluşuyla kaçınılmaz bağlantısının güzelliğidir. Ve benim bu yazıyı yazarken dönüp durup aynı şeyleri söylemiş olduğum hissine kapılmam da kitabın başarısı olsa gerek. Ya da insanlar ne olmak, nasıl yaşamak, neyle yaşamak isterlerse ömür ve zaman ona feda edilecektir.

Yorum yapın