Varlık ve zaman arasında: “Şimdi Buradaydı”  | Duygu Uzel

Ekim 18, 2025

Varlık ve zaman arasında: “Şimdi Buradaydı”  | Duygu Uzel

“Şimdi Buradaydı” okurunu arayıp bulan bir kitap. Kurguda “Ben” ve “O” sürekli yer değiştiriyor. Bu durum, karakterlerin konumundan çok anlatının yönünü belirliyor. Okur, bilinç akışında konuşanın kimliğini sorgulamak yerine, sesin nereden doğduğunu izlemeye yöneliyor. Anlatının gerilimi de buradan kuruluyor.

Roman, varlık ve zaman arasındaki ilişkiyi yalnızca olaylar üzerinden kurmuyor. Olaylar dışında varlık ve zaman ilişkisini algı, anlatıcı konumu, mekânın işlevi, dilsel yapı ve zamansal kırılmalar üzerinden işliyor. Bu, zamanın deneyimlenme biçimini ve varlığın bu deneyim içindeki konumunu sorgularken okuru da ustaca alıyor yanına.

Metin, varlık ile zaman arasındaki ilişkiyi yalnızca olaylar üzerinden kurmadığında, anlatı düzlemi ontolojik ve fenomenolojik bir derinlik kazanıyor. Zaman, çizgisel bir akış olma işlevini yitiriyor. Bireylerin zamansal deneyimi, sabit bir kronolojiye yaslanmak yerine algının çok katmanlı yapısına yöneliyor. Anlatı, olup bitenin kendisini aktarmakla yetinmiyor. Onun ne zaman ve nasıl fark edildiğine yöneliyor.

Zamansal belirsizlik ve kırılmayla metnin, zamanın sabit bir çizgi olmadığını, geri dönüşler, sıçramalar, durmalar ve boşluklarla dolu olduğunu gösteriyor. Bu durumda varlık, zamanın içinde yer alan bir öğe olmaktan çıkıyor; onunla birlikte oluşan bir olma biçimi olarak ele alınıyor.  Bu tür kurgular, Heidegger’in Varlık ve Zaman yaklaşımına yakın duruyor. Varlık, zamanla birlikte açımlanıyor. Kurgu, olayların yanı sıra varoluşsal deneyimlere, zamansal çözülmelere ve metinsel kırılmalara yaslanıyor. Şimdi Buradaydı, zamansal belirsizlik ve kırılma fikrini doğrudan örnekliyor. Zamanın sabit bir çizgi olmaktan çıkışı hem temada hem de biçimde açıkça hissediliyor. Seanslar arasındaki geçişler, anlatıcının konumundaki kaymalar, karakterlerin içsel çözülmeleri ve özellikle Yankı’nın geçmişle kurduğu kesintili ilişki, zamanın çizgisel değil, parçalı ve eşzamanlı bir deneyim olduğunu ortaya koyuyor. Zaman, anlatının taşıyıcısı olmaktan çıkıyor; anlatının içinde çözülüp yeniden biçimlenen bir yapı olarak işliyor.

Irmak Zileli’nin söyleşilerinde söylediği gibi kötülük romanın içerisinde sinsice dolaşıyor. Kötülük soyut bir kavram olarak durmuyor. Muhbirler, kayıplar, susanlar, kıskananlar, bastırılan duygular, gizlenen arzular, üstü örtülen hesaplaşmalar anlatının içine yerleşiyor. Yazar bu örnekleri sıralamakla kalmıyor onların nasıl görünür hâle geldiğini, nasıl görmezden gelindiğini, nasıl sıradanlaştığını da gösteriyor. Yazar okurunu, susanların, susturulanların, konuşanların ortasına yerleştiriyor. Ve o yer, okurun kendi sessizliğiyle, kendi sesiyle sınandığı yer.

Terapist Birkan’ın seansları, bir çözümleme alanı gibi görünse de aslında anlatının dağılma noktaları. Süreç yalnızca terapi olarak işlemiyor. Kötülüğün şekil değiştirmiş haline tanıklık ediyoruz. Kimi zaman yas kimi zaman koruma, kimi zaman görev ya da emir kulu olarak çıkıyor okurun karşısına.

Kötülüğü anlatmak tarihsel bir yük, anlatısal kırılma noktası. Böylesi anlatının karşısında açılan evren, bireysel şiddeti, aile içi iktidarı, toplumsal dışlamayı, dilin baskısını, belleğin silinmesini de içerir. Siyaset üzerinden anlatılan kurguda kötülük sadece olay olarak anlatılamazdı. Siyaset tüm dünyada kötülüğün en görünmez biçimi. Yasayla meşrulaşır, kurumla yerleşir, söylemle sıradanlaşır. En az konuşulan ama en çok hissedilen hâliyle “Şimdi Buradaydı” da tanık olmaktan çok maruz kalıyoruz.

“Yılanın başını büyümeden ezeceksin, dedi birden. Yorgundu sesi. Kim söylerdi bunu, diye sordum. Nasıl yani? Ailenizde bunu sık söyleyen biri var mıydı? Babam olabilir dedi, bilmiyorum. Evde olduğu nadir zamanlarda televizyon karşısında hatırlıyorum onu.  Haberleri izlerken bunu söylediği zamanlar olmuştu sanki.” (s.109)

Görevi açık açık anlatılmayan ama sezdirilen babalardan biri. “Yılanın başını büyümeden ezeceksin” artık deyim olmaktan çıkıp muhbirin içselleştirdiği, görev bilinciyle tekrar ettiği bir strateji haline geliyor. Bu sözler için bir tür mikro-tanıklık demek sanırım yanlış olmaz. Yankı, babasının kim olduğunu tam olarak bilmese de biliyor. Deyim, artık içselleşmiş şiddet biçimi, ideolojik refleks. Yazar, zamanın ve belleğin nasıl ideolojik olarak şekillendiğini, gündelik dilin nasıl bir şiddet taşıyıcısı olabileceğini incelikle işliyor.

Romanda Kaya’nın babası dışındakilerin akıbeti belirsiz. Bilen yok! Fakat yazarın sezdirmeleriyle bildiklerimiz/tahmin ettiklerimiz var. Açıktan anlatılmayan her şeyin adresi belli. Yol haritası öyle ustaca çizilmiş ki okur eliyle koymuş gibi buluyor tüm noktaları.

“Annenizin gözünde iki meslek arasında nasıl bir fark var sizce? Hâkim güç sahibidir, karar vericidir dedi. Gazeteci verilen kararların haberini yapar. Karar verici, diye tekrar ettim. Allan gibi bir şey annemin gözünde. Onun idealinde, hâkimlik makamına gelmiş birinin hiçbir günahı yoktur, bundan emin olabilirsiniz. Anneniz sizin günahsız olmanızı istemiş öyleyse.” (s.112)

Görevi açık açık anlatılmayan ama sezdirilen babalardan biri. “Yılanın başını büyümeden ezeceksin” artık deyim olmaktan çıkıp muhbirin içselleştirdiği, görev bilinciyle tekrar ettiği bir strateji haline geliyor. Bu sözler için bir tür mikro-tanıklık demek sanırım yanlış olmaz. Yankı, babasının kim olduğunu tam olarak bilmese de biliyor. Deyim, artık içselleşmiş şiddet biçimi, ideolojik refleks. Yazar, zamanın ve belleğin nasıl ideolojik olarak şekillendiğini, gündelik dilin nasıl bir şiddet taşıyıcısı olabileceğini incelikle işliyor.

Romanda Kaya’nın babası dışındakilerin akıbeti belirsiz. Bilen yok! Fakat yazarın sezdirmeleriyle bildiklerimiz/tahmin ettiklerimiz var. Açıktan anlatılmayan her şeyin adresi belli. Yol haritası öyle ustaca çizilmiş ki okur eliyle koymuş gibi buluyor tüm noktaları.

Anneniz sizin günahsız olmanızı istemiş öyleyse. Oğlunu babanın gölgesinden uzak tutmak, onu karar verici kılmak istemiş olabilir mi gerçekten? Yankı’nın babasını “devlet memuru” olarak bilmesi, annenin de bu örtüyü sürdürdüğünü ima eder mi yoksa gerçek evin dışında mı kalır? Babanın ne yaptığını bilmiyor mu bilmemeyi mi seçiyor? Bu seçim bir tür suskunluk performansı adeta. Bilmemek, görmemek, duymamak… Böylece oğlunu tüm günahlardan koruyabilecek midir? Bunları yaparken anne suç ortağı olur mu? Belki de bilmek istemediği için susmuştur. Bu durumda, annenin idealindeki hâkimlik, yalnızca adaletin değil, inkârın da makamıdır. İroni burada daha da derinleşir. Muhbir babanın muhabir oğlu, suskun bir annenin tanık çocuğu olur. Oğlunun karar verici olması kendi sırtındaki yükün ağırlığını hafifletmek olabilir mi? Kendi yerine başkası karar verir. Cevaplar yazarın satır aralarında okuyucunun zihninde ete kemiğe bürünme yolculuğuna çıkar.

“Anneniz, babanızın yasını tutmayarak, onun hakkında konuşmayarak sizin yas tutmanıza da izin vermemiş. Kaya’nın annesi ise o kadar çok ve o kadar uzun yas tutmuş ki, Kaya’nın kendi yasına yer kalmamış.” (s.127)

Kaya’nın annesi… Bitmeyen bir yas, tüm hücreleriyle yaşadığı. Bütünleşmişsindir. Babasını hiç görmemiş bir çocuk. Tanımayınca kayıp duygusu yaşanmaz mı? Annenin yası çocuğun da yası olur mu? Annesinin yasını, babasının yokluğunu omuzlarında taşıyan bir yetişkin. Başlangıcında yoktu, bitiş çizgisi yok. Eşinin peşinde adalet mücadelesi veren anne bu durumda çocuğunu ihmal etmiş olur mu? Sanırım bu manzaranın ne tarafında olduğunuza göre değişecek bir durum.

Farklı evlerde başka başka yaklaşımlarla yüzleşiyor okur. Bazı kelimeler hiç kullanılmıyor, sorular sorulamıyor. Anne, bir yüze bakarken başka bir yüz görünmez oluyor. Çocuk, o görünmeyen yüzle büyüyor. Ne eksikliği tanıyor ne de tamamlanmayı. Sevinçleri eksik, öfkeleri yönsüz, özlemleri tanımsız… Kimi zaman onlara kalan yasın kendisi olmaz. Onun çevresine örülen duvarlar ya da çitler arasında yaşamaya devam eder, hiç farkında olmadan. Düşünce, beden ve bellek, bu düzenin içinde biçimlenir. Özne, kendi olmaktan çok, ona biçilen olmaya başlar.

ŞİMDİ BURADAYDI ilk sayfadan son sayfaya kadar okurunu diri tutan bir kurguya sahip. Bireylerin hem bedensel hem zihinsel hem de kurumsal bir süzgeçten geçtiği sahnelerde soluksuz ilerliyor okur. Özne, kendi yönelimi yerine dışsal bir düzenin dayattığı biçimde hareket eder. Bu noktada özgür iradenin hangi ellerde nasıl şekillendiğini sorgulatırken, bu sorunun cevabını doğrudan vermez. Çünkü kötülük, burada sadece karakterlerin eyleminde yoktur. Aynı zamanda sistemin sessizce işleyen düzeninde de saklıdır.

Irmak Zileli, diğer romanlarında olduğu gibi burada da ustaca kurmuş tüm sahneleri. Yazar, kötülüğü görünür kılmak yerine, onu yapının içine yerleştirir. Bu, parmak sallayan bir anlatıdan uzak kurgusu okuru kendi yönelimiyle baş başa bırakan bir yapıda ilerliyor. Ve belki de en çarpıcı olan, okurun bu yapının içinde kendini nerede konumlandırdığıdır. Çünkü kötülük, yalnızca anlatılanla değil, anlatılmayanla da kurulur.

“Annemin yüzünde canı yanmış bir ifade vardı. Dudaklarındaki gülümseyiş sahte, gerçek olan gözlerindeki keder. Hatta çürük bir şey yemiş de midesi bulanmış gibi bir ifade. Peki başka? Başka ne vardı fotoğrafta? Kendi gözlerimi oymuşum, dedi. İkinci fark ettiğim o oldu. Bunu yaptığınızı hatırlıyor musunuz? Hayır, ama başka kim olabilir, dedi. Fotoğrafta kısa süre sonra kardeşim öldü zaten. Bir çocuk yapabilir bunu ancak. Kendi gözlerinizi oymuşsunuz, dedim. Neden sizce? Annemin o ifadesini görmemek için, dedi.” (s.159)

Toplum da görmemek, duymamak için gözleri oyuyor mu, diye düşünmeden edemiyor insan. Toplum da benzer biçimde hareket ediyor, sesleri yükseliyor içimden/içimizden. O görmek istemediği şeyi yok etmek yerine başka gözler koyar. Gözlemciyi değiştirir, odağı kaydırır, tanıklığı dağıtır. Kötülük, böylece görünmez olmaz. Görünür ama duyarsızlaştırılmıştır. Tıpkı annenin yüzündeki ifade gibi; gülümseyen ama çürük bir şey yemiş gibi. Gerçek olan, gözlerdeki kederdir.

“İnsanlar bıktı siyasi sloganlardan. Ekonomi bok gibi zaten. Tamam çiçek böcek göstermeyelim, kedi köpek doğa haberi yapmayalım diğerleri gibi. Siyasi meselelerin içindeki insanı diyorum size, onu bulup çıkarın.” (s.170)

“Size mi düştü devletin içindeki çelişkileri bulup çıkarmak, muhbirini osunu busunu ifşa etmek. En baştan söyledim sana Yankı, bu insanların dramını yaz dedim. O dramı gözüne sok okurun. Ama siyaset yapma. Emin ol onların da ihtiyacı bu değil. Duyulsun istemiyorlar mı hikayeleri? Al sana, açık çek, yaz, istediğin kadar yaz. Kocalarının, oğullarının arkasından kaç yıl gözyaşı dökmüşler, anlat.” (s.171)

İnsanın hikâyesi anlatılacak ama bağlamı soyutlanacak. Acı gösterilecek, nedeni görmezden gelinecek sorgulanmayacak. Gözyaşı sergilenecek ama o gözyaşını çağıran yapı, sistem, karar, ihmal görünmez kılınacak. Olaylar siyaset dışında tutulursa acı bireyselleşir. Bireyselleştirilen acı, sistemin sorumluluğundan koparılır. Yaz ama sorgulama, sorgulatma. Okur duygulansın, üzülsün, gerekirse ağlasın gerisi muhabiri aşar. Kimi kime şikâyet edecektir. Muhbir oluverir maazallah. Yaptığın haber tüketilsin, tarihe not düşmek kimin umurunda! Bu yolda kırılan kalem onlarınki olmasın! Görevse görev, sorumluluksa sorumluluk! Haberin duygusal yoğunluğu olabildiğince köpürtülsün, politik olarak içi boşaltılsın. Gözyaşı görünür olsun ama sistem görünmez kalsın. Okuyucu, haberle ilişki kurmadığı sürece maruz kalmasında, gündemi oyalamasında sorun yok. Zaten istenen de o! 80’ler 90’lar Türkiye’sinde yaşananlar sadece dram mı? Dram tek başına bireysel acıyı öne çıkarır ama onu üreten yapıyı görünmez kılar. Oysa bu dönemde yaşananlar devletin nasıl işlediği, nasıl baktığı, kimi görünür kılıp kimi silikleştirdiği, sindirmeye çalıştığıyla alakalıdır.

“Babanız arka koltuktaki itiş kakıştan bunaldı sonunda. Yeter, diye bağırdı, susun yeter. Kestiniz hemen sesinizi. Başı ağrıdı babanızın dedi anneniz, sessiz olun. Sık sık ağrırdı sizin gürültünüzden. Bu yüzden susturulduğunuz olurdu. Bak o da doğru, hayret bir şey doktor, sanki aynı evde büyümüşüz.” (s.178)

Şimdi Buradaydı, iç içe geçmiş üçgenlerden oluşan çok sesli, çok katmanlı bir roman. Odak noktasındaki kötülük, yüzüne taktığı maskeler, üzerine giydiği pelerinlere rağmen hiç beklenmeyen anlarda ‘ben buradayım’ çıkışıyla kendini gösteriyor. Okurla kurduğu ilişki de ebelemeden sobelemeyi başarıyor. Şimdi Buradaydı, metinler arası göndermeleriyle derinleşen bir anlatı kuruyor. Yoldaş Paçuni ve Yaz Ortasında Ölüm, uzaklardan gelir ve anlatının yönünü değiştirmeden onunla akar.

Başından sonuna temposu hiç düşmeyen bu okuma yolculuğunda, elinizde tuttuğunuz kitabın sayfaları arasında ilerlerken, bir anda kendinizi kendi acılarınıza, kendi gölgelerinize dokunurken bulabilirsiniz.

Yorum yapın