
Türk edebiyatı dediğimiz o büyük nehir, iki kıyı arasında asırlardır akıp duran; bir yandan lisânın ince musikisini korumaya çalışan, öte yandan zamana yetişemeyen kalbin telaşını saklayan bir akıştır aslında. Bizde metin, çoğu kez hikâyeyi anlatmaktan ziyade bir “hâl”i hatırlatır; dilin toprağıyla ömrün suyu arasındaki o eski rabıtayı yoklar. Kelimeler, yalnızca taşıdığı anlamlara değil, hafızasına da çağırır bizi. Geçmişle bugün, aynı cümlede yan yana durduğunda, aslolan kıyas etmek değildir, biz kıyasın adını bile anmadan, yalnızca tınısını işitiriz. Mesele, bir metnin kendi vaktini kurup kurmadığı meselesidir, zira kendi sükûtunu taşımayan söz, pek de uzun ömürlü olmamakta… İşte Saatçi İbrahim Efendi Tarihi tam da bu anlamda, lisanın terbiyesiyle vaktin dokusunu birbirine değdiren; okuru anlatıdan çok bir iç zaman tecrübesine buyur eden bir metin olarak duruyor karşımızda.
Romanda vakit, kadranda ilerlermiş gibi görünürken her sayfada geriye sızıyor, bir anının kenarından ötekine seğirtiyor. Hatırlayış, burada kilitli bir kapı değil, açılıp kapanan bir çekmece gibi; her açılışında bir şey eksiliyor, her kapanışında başka bir iz beliriyor. Bu devinim romanın biçimine de sinmiş ki, sahneler arasında mikroskopik atlamalar, yarım bırakılmış cümleler, sessizlikle kesilmiş
geçişler mevcut. Burada amaç, “şimdi” ile “dün”ün ne kadar kirli bir müzakere içerisinde olduğunu sezdirmek. Geçmiş, metne dışarıdan bilgi olarak değil, içeriden ses olarak karışıyor. Ve bu ses, hatırlananın kesinliğinden değil, hatırlamanın titrek tabiatından alıyor gücünü. Böylece roman, zamanın kendisini anlatmaktan ziyade, zamanın insanın içinde nasıl bozulduğunu, nasıl tekrar kurulduğunu, kimi yerde nasıl durduğunu duyuruyor.
Dil ve üslûp, Saatçi İbrahim Efendi Tarihi’nin yalnız kılıfı değil, gövdesi de aynı zamanda. Aksarı, Türkçenin kadim zarafetini bir takıymış gibi asmamış cümlelerine; onu nefes gibi içeri almış. Özenle seçtiği kelimeler, bizi bir gösteriye değil, ritme davet ediyor çünkü. Arkaik tını, süs değil, hatırlatma vazifesi üstlenmiş. Cümle kuruluşunda devrik akışa yaslanan o musiki, anlamı iteklememiş; bilâkis önünü açmış. Tamlamalar, sıfat zincirleri, yer yer düşen, yer yer yükselen nefes aralıkları, tüm bunlar lisanın bir iç zaman taşıdığını fısıldıyor kulaklarımıza. Metin, güncel Türkçenin sathî süratine kapılmadan, yine de bugünün okurunu yormayan bir berraklıkta. Çünkü burada mezcedilen olgu nostalji değil; kelimenin hafızasıyla duygunun terazisini aynı elde tutabilmeyi zerkeden, terbiye edilmiş bir duyma biçimi. Bu yüzden romanı okurken hikâyeyi izlemekten çok, Türkçenin kendisini dinlediğimizi fark ediyoruz.
Romanın anlatı yapısı, görünürde sade bir izleğin ardında dikkatle gizlenmiş bir düzen saklıyor. Dışarıdan bakıldığında olaylar fazla gürültü çıkarmıyor lâkin içeriye doğru girdikçe sesler çoğalıyor. Dış sesle iç ses arasındaki mesafe hayli
daralıyor ve kimi yerde anlatıcı geri çekilerek sahne kendi kendini idame ettiriyor, kimi yerde bir cümlede bırakılan boşluk bütün paragrafın yükünü sırtlıyor. Kronolojiyi bir vakit çizelgesi gibi çalıştırmayan yazar, bölümleri hatırlama mantığıyla birbirine bağlamış; sıradan görünen bir eşyayı odak haline getirmiş, o odaktan çevreye dalgalar yaymış.
Aksarı, tarihsel bilinci ve modern yalnızlığı birbirinden ayırmadan işlediği romanında, bir devrin gölgesini dekor olarak kullanmamayı, o gölgeyi karakterlerin nefesine karıştırmayı tercih etmiş. İmparatorluktan Cumhuriyet’e, oradan da günümüze uzanan zihinsel iklim değişikliğini didaktik bir şerit halinde değil; yaşantının dokusunda, gündeliğin küçük ayrıntılarında görünür kılmış. Mesela dengesini yitirmiş bir toplumun mikro ölçekteki sarsıntısını, bir ustanın elinde duran saatin kasasında işitiyoruz. Bu bağlamda roman, şanlı bir mazi methiyesi düzmeden, yokluğu ifşa ederken bile ağırbaşlılığını koruyor. Çünkü geçmişe dönük iştiyak yerine, hafızaya dönük mesuliyet sindirilmiş satırlara. Bu mesuliyet, modern insanın kendi kökleriyle arasına giren ince sis tabakasını dağıtıp yok etmiyor belki ama onun farkına varmanın edebî karşılığını net bir şekilde gösteriyor.
Eser, tarihî romanın kalıplarını ödünç alıyor ama onlara boyun eğmeden, o kalıpların içini sessizce boşaltıp yeni bir anlamla dolduruyor. Olayın akışına değil, zamanın şiirselliğine kulak veriyor; geçmişi bir bilgi alanı olarak değil, bir iç hâl olarak işliyor. Çünkü onun dünyasında tarih, artık belgelerden değil, hatıralardan yapılmış bir malzeme işlevinde sadece. Roman, bir yandan eski Türkçenin zarafetini koruyarak kelimenin etrafındaki sükûnu büyütüyor, öte yandan bugünün yorgun sözcüklerini toparlayıp onlara yeniden soluk kazandırıyor; böylelikle iki çağın sesi birbirine değiyor, geçmişle bugün aynı cümlede nefes alıyor. Bu aradalık, metne bir köprü gibi yerleşiyor; roman ne bütünüyle tarihî bir anlatıya dönüşüyor ne de yalnızca bir bilinç romanına; ikisinin arasında, hem gelenekle hem şimdiyle konuşan bir bilinç olarak varlığını sürdürüyor.
Saatçi İbrahim Efendi’nin hikâyesi, bir devrin değil, bir vicdanın tarihi gibi ilerliyor; kaybolan zamana özlem duymuyor, o kayboluşun bilincine varıyor. Çünkü roman burada geçmişin yasını değil, o yasın insanda bıraktığı sessiz bilgiyi anlatıyor. Biz okurlar, sayfalar arasında dolaşırken bir dönemin hikâyesini değil, insanın kendi iç vaktini işitiyoruz; bir çağın kroniği değil, bir ruhun zamana karışma biçimi beliriyor gözlerimizin önünde. Roman, türün sınırlarını kırmadan ama genişleterek kendini hem tarihî olanla hem modern olanla ilişkilendiriyor. Cümleler zamanın içinde dolaşırken, anlam geçmişten değil, hatırlamanın derinliğinden doğuyor. Ve bütün bunların ortasında okur artık edilgen bir tanık olmaktan çıkıyor; her cümle okurun zihninde yeniden kuruluyor, her anlam onun nefesiyle tamamlanıyor. Roman, yazıldığı kadar okunduğu anda da var oluyor; kelimeler bizim içimizde yeniden şekillenerek başka bir vakti mümkün kılıyor. Biz, sayfalar arasında yalnız hikâyeyi değil, kendi sesimizi de duyuyoruz; çünkü bu metin, okurla birlikte nefes alıyor, her okunuşta başka bir vücut kazanıyor, geçmişin içinde kalmayıp bugünün duyarlılığıyla yeniden uyanıyor.
Elvan Kaya Aksarı’nın Türk Dili ve Edebiyatı sahasında tahsil görmüş okullu bir yazar olduğu hususu gözönüne alındığı vakit, eserinin edebî derinliği ve teknik atlası okuru elbette ki şaşırtmayacaktır. Bu doğrultuda metnin imgeleri birer tesadüf değil, bilinçli ve yerinde tercihler olarak zuhur ediyor. Saat, gölge, rutubet, toz, ayna… hepsi birer leitmotiv edasıyla bölümden bölüme anlam devreder mahiyette. Tekrirleri, retorik bir alışkanlıktan öte, hafızanın işleyişinin biçimsel karşılığı olarak kullanan yazar, telmihleri de okur kendi payına düşeni zihniyle sezerek tamamlasın diye bağırmadan, alçak sesle yapıyor. Anlatımdaki yavaşlatma ve hızlandırma yalnız ritim için değil, idrak düzeyini ayarlamak için kullanılmış bir teknik. Bir sahnede betimleme yapılıp duyma öncelenirken, bir diğerinde görüntü terk edilerek eşyanın sesi öne alınıyor. Diyaloglar açıklama değil, boşluk açma işlevi görüyor; sükûtun yerleri yazıyla değil, yazının bıraktığı ince aralıklarla tayin ediliyor. Haliyle biçim, içerikten ayrı bir gösteri alanı kurmadan anlamın imkânlarını çoğaltıyor. İç uyaklar, seci’ye yaklaşan tınılar, devrik akış gibi unsurlar devreye girerek bir nevî Türkçemizin iç musikisi parlatılıyor. Ve bu teknik zarafet, okura kararının çok üzerinde edebi bir haz yüklüyor.
Bütün bu katmanlar bir araya geldiğinde Saatçi İbrahim Efendi Tarihi, Türk edebiyatı neşriyatı içinde yalnız bir kitap olarak değil; kendi vaktini kendi lisanıyla kuran, okuru da o vakte davet eden bir metin olarak konumlanıyor. Kıyıda köşede kalmış kelimeleri ihyâ ederken bugünün Türkçesini incitmiyor Aksarı; zamanı konuşurken zamana yetişmeye de çalışmıyor, belleği çağırırken hatırayı da putlaştırmıyor.
Belki de en mühimi: Bizde, edebiyatın hâlâ bir vakit kurma sanatı olduğunu; sözün, yeri geldiğinde, mesafeyi değil yakınlığı; gürültüyü değil sükûtu büyüttüğünü ağırbaşlı ama diri bir üslûpla hatırlatıyor…
Sözün özü, gücünü Türkçenin vakur suskunluğundan alan bu roman, yalnız bir hikâyenin değil, bir dilin yeniden dirilişinin kaydını tutuyor; çünkü Saatçi İbrahim Efendi Tarihi, âyan beyân bir şekilde, Türk edebiyatının kendi kök sesine eğilme cesareti… Lisanın terbiyesini, zamanın ağırlığını ve anlatının vakarını birlikte taşıyan bu metin, yazmanın bir hafıza işi, okumanınsa bir sadakât biçimi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor; bu sebeple de, benim nazarımda Türk edebiyatı adına okunması, konuşulması ve gururla anılması gereken, sessizliği anlamla çoğaltan ve dilin hafızasında yer eden edebî varoluşlardan biridir artık…

















