
13./ Metafor
Değişsek, size gözlerimi versem; siz de sizinkileri bana! Acaba nasıl bakardık birbirimize, nasıl algılardık birbirimizi?
Söylemiştiniz dün yazdığınızda: “acaba ben sizin bana yazdıklarınızı nasıl algılıyorum?”
Benim açımdan aslolan da bu.
Evet, nasıl algıladığınız; ne düşündüğünüz…
Umarım tüm bunları “edebiyat parçalıyor”, “tek kişilik oyun/text, tek kişilik sahne/izleyici” gibi algılamıyorsunuzdur! Üzülürüm buna.
Hiç de öyle bir niyetle yazmadığımı bilmenizi isterim.
Max Frisch’in sayfalarında gezinirken şimdi duralıyorum. Hadi gelin birlikte okuyalım güncesindeki şu notu:
KISKANÇLIK
Dün ziyaretime gelen mutsuz adam, şu sevgilisinin başkasıyla işi pişirdiği, bu adam başka bir adamın konuşmaları, başka birinin öpücükleri, başka birinin şefkatli sözleri ve başka birinin kucaklaşmaları sevgilisine yaklaşmasa, daha sakin ve rahat olmaz mıydı?
Kıskançlık: başkasıyla kıyaslanmaktan korku.
Ne söyleyebilirdim ki? Bir matemi paylaşabilir insan, ama kıskançlığı paylaşamaz. Kulak veriyor ve düşünüyorum: nedir istediğin? Mücadele etmeden zafer kazanmak iddiasındasın, bir mücadele olacak mı ondan da emin değilsin. Sadakatten söz ediyorsun, ama sadakat değil, sevgi istediğin biliyorsun. Aldatma diyorsun, oysa sana onunla gittiğini yazmış açıkça ve dürüstçe-nedir dostum asıl istediğin?
İnsan sevilmek istiyor.
Sadece kıskanırken zaman zaman zorla aşk olmayacağını unutuyoruz ve bizim aşkımız da – ya da aşk diye adlandırdığımız o şey de- kendisinde bazı şeylere hakkımız olduğu çıkarsaması yaptığımızda ciddiyetini kaybetmeye başlıyor…”
Bir sonraki günce notunda da şöyle yazıyor:
“Bir kez kıskançlığı sonuna kadar yaşadım, korkunç bir şey bu, silah aldım ve ormanda on saat yürüdükten sonra, deneme atışları yaptım.”
Bir dostumda, aldatıldığını anladığında, bir ormana gidip saatlerce odun kestiğini anlatmıştı bana.
Aslında, bence, böyle bir deneyimi yaşamak önemli. İnsan kendisini de tanıyor. Biz yazarlar, çoğu kez, yazarak aşıyoruz bunları.
Anlık Görüntüler’deki (*) kitabımda yer alan şiirlerim bazıları, şimdi hatırladığım kadarıyla, bu deneyimler ve gözlemlerin ürünüdür.
Sizi sevebilirim, âşık olabilirim size. Tutkum beni size sadık, bağlı kılar. Bu da kıskançlık duygusunu ortadan kaldırır.
Kendinden, karşıkinin duygularından emin değilse, bu söylediklerimle de ilgili değilse; bir hastalık gibi kıskançlığa bulanır. Çok önceleri böyle düşünemiyordum! Ama insan iradesi her şeyi yenebiliyor; tabii ki öğrenerek, mücadele ederek.
İnsan kendini onararak yaratır.
Şimdi biz, sizinle, iki sürgünün şarkısını söylüyoruz birlikte; bilmem farkında mısın?
“Sevdim, tutuldum,” nidası çok kolayca edilecek bir şey değildir. Çünkü göze alıyorsun bir şeyi; duygularından emin oluyorsun, anlam yüklüyorsun, emek vermeyi önceliyorsun…Var olan benliğinde yer açıp onunla daha da zenginleşmeyi var kılıyorsun…
Kahvem soğudu. Kek kesmedi. Belki de yemek zamanı geldi.
Bir şeyler yedikten sonra, birazdan kalkıp evin yolunu tutacağım. Bugün dizüstü bilgisayarım yanımda yok. Deftere yazdıklarımı evde bilgisayara geçip ileteceğim.
14./ Geçişsizlik
Sözü taşıdığınız yerden bakıyorum size. Değişken bir duruşla yol alınan zamanınıza. Oradaki hızın sarsalayan yanlarına…Ama bizi çağıran düşüncenin, dahası mekânın yolcusu olmak gene de anlamlıdır. Bir yerden bir yere giderken taşıdığımız heyecan/kaygı, biraz da merak bizim yolculuk halimizi de tanımlamaz mı? Geçişsizlik dediğim de budur biraz! Bekleyişler, kaygılar, yeniden yaşamaların eşiğinde duruşlar…
15./ Bachmann’ın Anlattığı
Size söz etmedim sanırım Ingeborgh Bacmann’dan! Siz şimdi onun kentindesiniz. Bense, yazdıklarınıza dönerken, yaralı aşkının yansılarını içeren Kalp Zamanı adı verilen mektuplarını okuyorum. Okuyorum da denmez buna, duygu içimi..ara ara gelen, beni durgun bir zamanın eleğinden geçiren bakışla başka göklere çıkaran her bir metni yaşarcasına adımlarım Viyana sokaklarını. Hava yağmurludur, ıssızdır yollar. Bir kahve kokusuna giderim, unutuşun dilini hatırlatan her şey o kentte beni sarmalar. Dilsiz bir çağı yaşarım anlayacağınız. Ve eminim ki, karşıma çıkar bir kez daha Paul Celan’ın sızısını dillendirdiği, Bachmann’ın da “vahlanarak” neden bu şiiri (“Corona”) kendisinden önce başka birinin okuduğunu dillendirdiği satırları arar bakışlarım.
Size bu şiiri burada aktarmak isterim. İhtimal hava gene yağmurludur, siz bir cafede oturmuşsunuzdur, kahvenizi yudumlayarak okumanızı; sonra da çıkıp bir kitapçı arayışına düşmenizi hayal ediyorum! Hatta, belki de Bachmann ile Celan’ı da merak ederek yol alıyorsunuzdur!
CORONA
Sonbahar, avucumdan yemekte yaprağını: biz dostuz.
Badem kabuklarından soyup zamanı, ona gitmeyi
öğretiyoruz:
Zaman kabuğuna dönüyor.
Aynadan yansımakta Pazar,
düşlerde uyunuyor,
ağızlar doğruyu söylemekte.
Sevenlerin kavmine iniyor gözlerim:
Birbirimize bakıyoruz,
karanlık şeyler söylediklerimiz,
gelincik çiçeğiyle hatıraların birbirlerini sevmeleri gibi
seviyoruz birbirimizi,
istiridyelere sızan şarap,
ayışığında yüzen deniz gibi uyuyoruz.
Birbirimize sarılmış, duruyoruz pencerede, sokaktan
bizi seyrediyorlar:
zamanı geldi artık bilmelerinin!
Taşların çiçeklenmesinin,
Bir yüreğin tedirgin atmasının zamanı geldi.
Zamanıdır artık zamanının gelmesinin.
Zamanı geldi.
Çev.: Ahmet Cemal
16./ Kıyısında Hayatın
Her gün, ama neredeyse her gün bir filme ayırırım zamanımdan bir bölümünü. Sinema benim için göze gelen sestir, imgedir…Her bir film bizi yansıtılan hayat(lar)ın kıyısında durdurup baktırır. Düş kıpırtıları kadar duygu selintileri, düşünce ipiltilerine yöneltir bizi. Sanırım, işte o an, sanki başka bir gözle bakarız anlatılanlara. Yani, biraz da, başka biri olarak yol alırız. Bitince film, başladığımız yerde olmadığımız kesindir; hem ruh hali, hem de düşünce duyarlığı olarak…
17./ Yazdıkça
“Ben yazdıkça aklıma başka konular ve sorular geliyor, en iyisi birkaç film izledikten sonra bu konuyu bir daha düşüneyim,” diyorsunuz.
Belki de bizi çağıran bir sestir sanat; içimize bakmaya, hayatı anlamaya dönük bir yolculuk. Sinemanın büyüsü ise gösteren olması, o görsel şölende öyle çok şey gelip sizi düşüncelere salar ki; bazen bunlarla yolculuğunuz baş edilemez olur. Gene de, yazının başka bir kurtarıcılığı var; yazdıkça sağaltır sizi. Kendinizle baş başa olma fikrini vermesi, geçen zamana dönük çıktığınız içsel yolculukların anlatılabilir yanlarını göstermesi açısından önemli.
Hadi, bu kez de Bachmann’dan dizeler size:
“Işığın büyük fırtınalarından hiçbiri
hayata kavuşamamış bugüne kadar.
Bu yüzden, deniz kapladığında bizi,
alıyorum tuzun birazını
ve geri dönüyorum,
eşiğe serpiyorum
ve eve giriyorum.” Çev.: A. Cemal
(*) Anlık Görüntüler, Aytekin Karaçoban; 1998, Öteki Yay., 56 s

















