Sabahları oğlumla okulun kapısında saatin dokuz olmasını bekleriz. (Portekiz’de sizi tam saatinde içeri alırlar, ne geç ne erken) Kapı önüne kalabalık birikirken önümüzden geçip giden küçük bir oğlan çocuğu dikkatimizi çeker. Altı yaşlarındadır, üzerindeki üniformadan belediye çalışanı olduğu anlaşılan görevli bir kız varıdır. Kızın yüzü hep gülümser; çocuk yaya geçidindeki beyaz şeritlerin üzerinden atlamaya başladığında o da bu oyuna katılır. İkisi de hallerinden pek mutlu görünürler. Yine de düşünmeden edemez insan; küçük çocuğun başına ne gelmiş olabilir? Şiddet mi? Anne, babanın ölümü mü? Kardeşleri var mı, onlar nerede?

Bugün kaza ile masamdaki çayı döktüm. Bir kısmı yazı yazdığım diz üstü bilgisayarın klavyesine geldi. Hemen en yakındaki teknik servise gittim. Louis’in tamir atölyesi benzerlerinden çok farklı. Etrafı antika hesap makineleri, daktilolarla süslemiş. Duvarda Picasso’nun kocaman bir portre fotoğrafı asılı. Kapıdan içeri girdiğinde bir kadın heykeli dikkat çekiyor. Bacak arası “wifi işareti” ile boyanmış. Lous, kız kardeşinin Türkiye’de çok arkadaşı olduğunu, hep onlarla konuştuğunu söylüyor. Bir kez Türkiye’ye de gitmiş.
Bu hafta metroda şaşırtıcı bir şey oldu. Durağa henüz gelmemişken makinist sert bir fren yaptı ve durduk. Tıpkı bir belediye otobüsündeymişiz gibiydi. Yarım dakika kadar tedirgin bir bekleyişten sonra tekrar harekete geçti. Kuzey Avrupa ülkelerinde olsaydık, kimilerinin raylara atlamış olabileceğini düşünürdüm. Fakat Lizbon’ da kimsenin intihar edeceğine ihtimal vermiyorum.
V. Portekizce kursundan arkadaşımız. Kendisi Rus asıllı Amerikan vatandaşı. Bize İstanbul’u çok merak ettiğini söyledi. Galata Kulesi’ni, Ayasofya’yı, Boğaz’ı görmek istediğini düşündüm. “Hayır, hiçbiri değil. Kedileri merak ediyorum”, dedi. “Anlamadım”, dedim. “İstanbul, kedilerle dolu,” dedi. “Kedileri çok severim.”
Biz, Türkler olarak kestaneyi sevdiğimizi düşünürdüm. İşin doğrusu Portekizliler bizden daha fazla seviyor ve sevgilerini de bizden daha fazla gösteriyorlar. Bu hafta Lizbon’daki kestane şenliklerine katıldık.

Kestane şenliklerinin kökeni São Martin’ kadar uzanıyor. Aziz Martin hikayesi şöyle: Romalı bir süvari olan Martin, keşiş olmak için görevinden vazgeçer. Bir kış günü eve dönerken bir dilenci ile karşılaşır. Dilenci soğuktan donmak üzere olduğunu söyler ve Martin’den yardım ister. Martin derhal, kılıcı ile pelerini kesip yoksul adama verir. Atı ile yola devam eder. Kısa süre sonra güneş açar, hava ısınır.
11 Kasım’da Lizbon belediyesi Aziz Martin şenliklerinde, Alges ve Oerias’da ücretsiz sıcak şarap ve kestane dağıttı. Meydan çok kalabalıktı. Kimi ağaçlar ışıklarla, şiirlerle süslenmişti.
Okula giderken metroda iki yanımda da kitap okuyorlardı. Yolculukta okumak, iki kez yolculuk etmek, demek.
Yine yağmur yağıyor. Öyle “adet yerini bulsun diye” çiselemiyor. Sular, seller gibi yağıyor. Karşı kaldırıma geçmeye çalışıyorum. Kaldırımın önünde su birikintileri var ama ayaklarımı ıslatmadan geçebileceğime inanıyorum. En sığ yerlerden dikkatle yürüyorum. Kaldırıma yaklaştıkça, her adımda su daha da derinleşiyor. Kıyıya varmama yalnızca birkaç adım kaldı. Fakat o da ne? Ayaklarımda ıslaklık hissediyorum. Tahminlerimde yanılmışım. Su seviyesi ayakkabılarımın tabanını aşmış. Umutsuzca başımı çevirip geriye bakıyorum. Gördüğüm manzara karşısında daha da umutsuzluğa kapılıyorum. Arkamda küçük ırmaklar, derinliği bilinmeyen su birikintileri beni bekliyor. Geri mi dönmeli devam mı etmeli? Ya biraz daha ıslanmayı göze alıp kaldırıma çıkacağım ya da her şeyden vazgeçeceğim. Her halükarda kaybeden ben olacağım…
Ölüler Gününü (İspanyolca : Dia de Muertos) kutlamak için dışarı çıktık. Lizbon’da, ölüleri anımsamak aklıma Ganj Nehri’nde yüzenleri getirdi. “Yüzerken iskelete rastlayabiliyorsunuz ama endişe etmeye gerek yok, ölümü de bu hayatın bir parçası olarak duyumsuyorsunuz.” diye bahsetmişti, Karaburun’da tanıştığımız, Almanya doğumlu bir gurbetçi. Bizim toplumuzda da Osmanlı’nın ilk dönemlerinde ölüler, uzaklardaki mezara değil, evlerin bahçelerine gömülürlerdi. Bursa’daki Muradiye, Yeşil, Hamzabey camilerinin avlusunda türbe ve mezarlıklar yan yana bulunuyordu. Eskiden insanların ölümden daha az korktuklarını düşünüyorum. Belki de daha az günah işledikleri içindir.

Bu sabah evden kaçtım. Apar topar. Hava daha aydınlanmamışken. Kahvaltı etmeden. Banyoya bile girmeden. Evde çıt çıkmasın, kimse beni duymasın istedim. Bir kedi gibi sessizce kapattım ardımdan kapıyı. Kütüphaneye gitmek için.
Karıma fön çeken kuaför kadın, benim de saçlarımı kesebileceğini söyledi. Ertesi güne randevu aldım. Kendisinden hem saç hem sakal tıraşı oldum. Çocukluğumdan beri kadın kuaförlerini merak ederdim. Pencereleri kalın perdelerle örtülü, kapısı kapalı, mahrem yerlerdi.
Türkiye’de gençlerin kaygısı, iyi bir üniversite kazanamamak. Avrupa’da ise sınıfta kalmak. Avrupa, bizim gerimizde kalmış.
Ufuk çizgisine, bulutlara uzun uzun bakmak ne kadar dinlendirici.
New York belediye başkanının Müslüman kimliğini, kadın, eşcinsel, işçi haklarını birlikte harmanlayarak savunmasını çok önemli buluyorum. Tam dönemin ruhuna uygun demokratik bir refleks.
Yurt dışına gitmek, sadakat ve vefa kavramları üzerine beni düşündürmeye başladı. Mecburiyetten gitmek, merak ettiği için gitmek, daha iyisini bulmak için gitmek. Ailesini, arkadaşlarını, ülkesini geride bırakmak. Sadakatsizlik ve vefasızlık bireye avantaj mı dezavantaj mı getirir?
“Batı ile entegrasyon ve kimlikler” deyince dönüp Afrikalılara bakmalı. Onlar bu meselede bizlere, diğer göçmenlere göre çok daha fazla yol kat etmiş ve başarılı olmuşlar.
Kimse siyasi yelpazesini köşe yazarlarının ve siyasetçilerin söyledikleri ile sınırlamamalı.


















