Öykü: İki çingene | Sitare Kanşay Sarayönlü

Ekim 18, 2025

Öykü: İki çingene | Sitare Kanşay Sarayönlü

Demir kapı, menteşelerinden sarsılarak gürültüyle açılıyor.  Sesinden irkilmiyorum. En az elli kişinin geçici ikametgâhı,  taş çatlasa elli metrekarelik şu hücrede, kapının açılması bir dirhem temiz nefes demek. Kapının ağzından tükürülür gibi içeriye fırlatılan insanları merak etmeyi bırakalı kaç hafta oldu? Hatırlamıyorum.  Burada zaman dakikalardan, saatlerden, günlerden değil, devinimlerden ibaret. İçeriye alınanlarla, dışarıya salınanlar arasındaki hengâmeden…

Uyuşturucu satıcıları, pezevenkler, hırsızlar, kumarbazlar, yankesiciler, tacizciler, tecavüzcüler, ibneler, kardeş katilleri, pişmanlıktan sesi soluğu çıkmayan bıyığı yeni terlemiş töre cinayeti sanıkları, tepesi atınca silahına sarılıp cümle adamı eşek cennetine göndermiş eli kanlı katiller,  Anadolu’nun bağrından kopmuş ağır abiler, benim gibi siyasiler…  Memleketin rengârenk suç mozaiğinin, karmakarışık, durağan bir bulamaç halinde bekletildiği bu havasız ve karanlık yerde zaman uzayarak genişliyor.  Bu nezaret her birimiz için, adaletin ne şekilde tecelli edeceğinden çok, kader denen dilsiz uşağın başımıza daha ne çoraplar öreceğini merakla beklediğimiz bir bekleme durağı.

“Abi sen uyanık bir adama benziyorsun, sana bir güzellik yapayım,” diyerek yanaşan Hokkabaz Recai’ye şüpheyle yaklaşmıştım başta. Yanıldığımı sonradan anladım.

“Beni yakından salarlar mekândan. Pide paralarını toplama işi artık sende. Bu kıyağımı da unutma,” demişti Hokkabaz dişsiz ağzıyla sırıtarak. “Her kafadan üç beş kuruş fazla toparlayıp, tüm parayı şu kabak kafalı gardiyana verecen.  Ama çaktırmadan ha. Şöyle avucunun içine parayı saklayıp, bileğini içeri bükerken eline tutuşturuverdin mi tamamdır. O zaman görür seni bak!”

Hokkabaz Recai gideli beri, pidelerin parası benden soruluyor.  Bu arada, kabak kafalı çam yarmasının şahsıma yaptığı yegâne güzellik, arada sırada diğer nezaret odasına geçmeme müsaade etmesi. O boş odada nefes borumdan içeri bir nebze olsun temiz hava giriyor. Silkinip kendime gelir gibi oluyorum. Derken hoop yine elli metrekarelik mezbeleliğe…

Köşedeki umumi tuvaletten gelen berbat kokuya dahi zamanla burun deliklerimizin aşina olduğu bu kalabalık ve havasız yer, hangi suçu işlemiş olursa olsun, insana uygun bir yer değil kanımca. Gene de Adem evladı, zamanla her şeye alışıyor. Yeryüzünün açık ara koşullara en kolay uyum sağlayan varlığıyız. Belki de bu yüzden en zararlısı…

Ne anlatıyordum, evet! Bu sefer içeri atılan iki adamın yaygarası, sonradan anlattıklarına göre de, burada yaşanmış gelmiş geçmiş en büyük şamataydı. Bağırıp çağıran, isyan eden, sızlanan adamlara aşinaydı kulaklar elbet. Fakat, boyundan posundan utanmadan, sabiler gibi ağlayıp zırlayan adamların gürültüsü içerinin uğultusuna baskın gelince, tekinsiz kafalar yeni gelenlere çevrildi. Gözler kırpıştırıldı, bir daha bakıldı. Mahpuslukların loş ortama alışkın gözleri dahi adamları seçemedi ilkin. Zira öyle böyle değil, kör bir zindan gibi kapkaraydı mekânın yeni misafirleri.

“Vallahi suda gibi oldum be, kemik memik kalmadı!” dedi karaltılardan uzun olanı.

“Sana dedim trenin makinist vagonuna binmeyelim diye, ey budalo!” dedi orta boylu, yapılı olan.

“Ben falcı mıyım be, ne bileyim trenonun oynayacağını… Yazık la moroso, kafama kafama vurdular abe…” 

“Sende kafa yok ki, be gavın aptalı! Trenoyu kaçırdık diye yakalandık işte, ey budalo. ”

Hem ağlaşıp, hem de etrafta kimse yokmuş gibi kendi aralarında tartışan adamlara gözler alışınca, koyu tenlerinin kandan kıpkızıl olduğu görüldü. Öyle böyle değil, pek fena kalaylamışlardı bu marsıkları aynasızlar. Garibanların acıyla haykırıp bağrışırkenki çaresiz ve zavallı halleri, nezaretin en katı yüreklerini dahi yumuşattı. Bıçak keskinliğindeki bakışlarda merhamet tohumları peyda oldu. Sargı, su, merhem ne varsa toplandı. Kanlar temizlendi, açık yaralar sarıldı, adamların kadife parlaklığındaki tenleri, tenleriyle eş renkte birer kömür gibi ışıyan gözlerinden ibaretmiş gibi görünen güleç simaları ortaya çıktı.  Onları buranın en üst makamı olan yatağıma, masanın altındaki ezik şilte ile kılıfsız bir yün yastıktan müteşekkil yere buyur ettim. Uzandılar. Neden sonra ağlamalar yerini önce uzun, ardından kesik inlemelere bıraktı. Ahali dağıldı.  Mekân olağan uğultusuna kavuştu.

 “Hakikaten tren mi kaçırdınız,” diye sordum adamlara, kovboy filmlerindeki tren kaçıran haydutlara benzer bir yanları olmadığından şaşkın.

“E, koskoca trenoyu kaçırdık ya, ama elimizden gelmedi be!” dedi uzun olan.

“Ne yani kendiliğinden mi gitti tren?”

“Biz de insanız abe. Bindik trenoya, kolu çekince hareket etti lokomotif. Bazen işler ters gider işte, öyle oldu be” dedi orta boylusu.

“Doğru!” dedim. Buradakiler kadar kim bilebilir bunu…

İnlemelerin arası uzadıysa da uzun iç çekişlerden belli ki adamların canları fena yanıyordu.  Koskoca katar kaçırılınca vukuatları kulaktan kulağa yayılmış, nihayetinde gazetelere haber olmuştu. İki gariban çingenenin koskoca katarı kaçırdığı görülmüş şey değildi. Başbakan ulaştırma bakanına,  ulaştırma bakanı valiye, vali kaymakama vermiş veriştirmişti tabi. Eh, kaymakam da durur mu? Çok pis azarlamıştı emniyet amirini. Amirim de Allah yarattı dememiş girişmişti bizim garibanlara… Yer misin yemez misin, yer misin yemez misin?  Tren macerasının sonu böyle kanlı bitmişti işte!

“Abe,” diye fısıldadı uzun olan. “Bana bi su şişe bul be!”

“Hayırdır? Bardaktaki sudan vereyim mi?”

“Yok be abi. Boş şişe bul be! Şey, pet şişeler var ya, hah ondan.  Büyükçe şöyle…”

Adamcağızın yerinden kalkıp, köşedeki ayakyoluna gidecek mecali yok herhalde diye alelacele sorup soruşturuldu, beşlik bir pet şişe bulup buluşturuldu, garibanın eline tutuşturuldu. Şişenin kapağını kapkara kocaman elleriyle yavaşça çevirerek açıp, bir kenara koydu Çingene. Sonra şilteye boylu boyunca uzandı. Yastığı başının altına, şişeyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Gözlerini kapattı. Adamın şişeye işemeyeceği anlaşılınca, elindekiyle ne yapacağına herkes dikkat kesilmişti. Birdenbire çok tuhaf bir şey oldu. Kimsenin beklemediği bir şey!  Çingene, pet şişenin iki yanına elleriyle vurarak ritm tutmaya başladı.

Ucuz bir pet şişeden değil, bir müzik aletinden çıkıyormuşçasına ustaca, art arda eklemlenmiş vuruşların sesi, yüksek tavandan yankılanarak nezaretin bütün boşluklarını doldurunca diğer sesler azaldı. Derken diğer çingene yanık sesiyle eşlik etmeye başladı ritme. Adem elmasının rakkas gibi gidip gelerek titreştiği esmer gırtlağından değil de yüreğinden kopup geliyormuş gibi dokunaklı, hüzünlü ama kıvrak melodiye paslanmış kulaklar dikkat kesildi. Öyle doğallıkla akıp giden bir müzikti ki bu, mahpuslukların cümlesi sus pus olup, sesin büyüsüne kapıldı.  Kumarbazlar pokeri, ağır abiler muhabbeti, siyasiler memleketi kurtarmayı, boş yapanlar laga lugayı bıraktı. Arada ses çıkaranlar sertçe susturuldu. Elli metrekarenin her köşesini kuşatıveren müzik, bu soğuk ve sevimsiz mekâna çok yabancıysa da, belli ki mekânı dolduran yüreklere aşinaydı.

Şarkının sözlerini hiç kimse anlayamadı ya, belli ki acıklı bir hikâyeydi anlatılan. Burada herkesin başka başka hikâyeleri vardı. Akla hayale sığmayacak hikâyelerdi bunlar. Hatta şu tıkış tıkış odada havadan daha bol olan şey bu hikâyelerdi şüphesiz. Hepsinin tek ortak noktası, doğal olarak, pek iç açıcı hikayeler olmamalarıydı. Bundan sebep, her bir mahpusluk, kendi yaşanmışlıklarını kafasının içinde evirip çevirerek,  yeni sözler yazdı şarkıya. Kiminin dudakları oynadı, kimi ayaklarını vurarak, kimi parmaklarını oynatarak, kimi başını hareket ettirerek ritme katıldı. Kimi kafasını ellerinin arasına alıp düşüncelere daldı, kimi tespihine asıldı, kimi ellerini göğsünde kavuşturarak rengini belli etmemeye çalıştı.  Kimi gözlerini kapattı, kiminin gözleri bir noktaya takılıp, öylece kaldı. Kimi iç çekti, kimi susup taşa kesti. Müziğin sihri herkesi tekrar esir aldı. Fakat bu seferki esaret diğerlerine hiç benzemiyordu.

Biri çaldı, biri söyledi, biz dinledik. Bir ara coşkuyla yükseldi, kıvraklaştı melodi. Şarkının nakaratını söylerken, yukarı kıvrılan dudaklarıyla kirpikleri eş oynadı çingenenin.  Zayıf boynundaki adem elmasının devinimi arttı. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. İşte o vakit bellekler en güzel anıları çağırdı. Gamsız çocukluğun sıcak yaz öğleden sonraları, ananın sıcak kucağı, yavuklunun gül dudağı, evladın süt kokulu nefesi tomurcuklandı belleklerde. Yaralı çingenelerin müziği yaralı ruhlara pansuman oldu. Buraya geldiğimden beri ilk kez elli metrekarenin genişleyip uzadığına şahit oluyordum. İlk kez tenimde hafif bir ferahlama hissettim.  Bir ara kapının gözetleme yerinden kabağın kafa göründü. Biraz öylece kaldı, ardından kayboldu. Şarkı uzadıkça uzadı. Zaman da ağırlaştı, uzadı, uzadı,  ardından yok oldu. Zamanla birlikte geçmiş ve gelecek de anlamını yitirdi. Hepimiz yalnızca o ana takılı kaldık.

İkisi uykuya daldığında, nezaret sessizliğinden yavaş yavaş sıyrıldı. Sonu meçhul esaretimiz düştü yine  aklımıza.  Ardından,  geçmişle hesaplaşmaya ve gelecek için endişelenmeye başlayacaktık.  Bu zalim zindanda zaman ağır da olsa akmaya devam edecekti. Tek farkla. Artık bu amansız akışa, iki çingenenin belleğimizde çalmaya devam eden büyülü müziği de eşlik edecekti.

Yorum yapın