
Şubat ortası günlük güneşlik bir günde önce tren sonra otobüs yolculuğunun ardından ilk kez ayak bastığım, o güne kadar yaşadığım şehrin kuzeydeki en ücra ilçesinde, nasıl kiraladığımı bir öykümde hikâye ettiğim bahçe katı, iki odalı evimin denize mesafesi 300 metre.
Manzarası o mavi tuzlu su kütlesini içermese de, denize hiç bu kadar yakın bir evde bunca süre yaşamamıştım. Üçüncü yazım burada. Bu yıl gider gibi yapıp tekrar dönen kış, benden çok, çiçek açmış ağaçları afallattı. Doğanın kendine yaptığı bir şaka mı bu? Çiçeklerinin bir kısmını soğuktan koruyabilen bahçedeki Japon eriği, geçen yılki kadar olmasa da asli görevini yaptı sayılır. Dallardaki iri bilye büyüklüğündeki kızarmış meyveleri, ağacın kendi doğasına olan sadakatini kanıtlamıyor mu sizce de?
Damağımı tatlandırmak için dalından kopardığım gibi ağzıma atıyorum. Meyvenin dışını saran ince zar dişlerimin arasında parçalanırken, birkaç kez çiğnedikten sonra önce suyunu, ardından lifli kısmını yutmadan önce dil ve dişlerimin çekirdeği meyveden ayırma becerisine, ilk kez oluyormuşçasına hayran kalıyorum.
Deniz suyu girilebilecek kadar ısındığından beri her sabah bir tişört, altına mayo, omzuma attığım havlu, ayağımda şıpıdık terliklerle yola düşüyorum. Kıyıya çıkan uzun sokağın ortasında bir yerde, kayısı ağacının dalları gövdesinin bulunduğu bahçeden duvarı aşarak yola taşmış. Olgunlaşan kayısıların bazıları kaldırımda, karıncalar üşüşmüş ezilmiş olanların üstüne. Tadına bakıyorlar daldan düşen armağanın. Uzanıp bir tane kopardıktan sonra yürüyüşüme devam ederken bir taraftan da avcumda oğuşturarak, güya arındırıyorum tozundan kirinden diri kayısıyı. Sağ elimin baş ve işaret parmaklarıyla meyveyi yanlarından sıkıştırınca istiridye gibi açılıveriyor; düşen çekirdek yola döşenmiş dikdörtgen taşa çarpınca, çıt diye ses çıkarıyor. İçinde bir ağaç barındıran sert çekirdeğin var oluş çınlaması mı? Gök kubbede bırakacağı seda bununla mı sınırlıydı? Unutmuyor, eve dönünce araştırıyorum: Uygun toprakla buluşur, her şey sonrasında yolunda giderse kök salıp ağaca dönüşebilirmiş.
Buraya taşındıktan sonra, yolumun üstündeki kimi boş parsellere birkaç yeni ev yapıldı. İnşaası daha uzun süreni, dışıyla diğerlerinden bir hayli farklı görünüyor. Dış alanda betondan arta kalan bölümler çimlendirildi. Verandasına plastik masa ve sandalyeler yerleştirildi. Bahçede bu amaçla ayrılmış bir yere plakası farklı bir ile ait otomobilini park etmiş ev sahibi, kök salmış mı oluyordu böylelikle? Hepi topu bir, bilemedin bir buçuk ay kalacak burada. Eleştirel iç sesim bu sorgulamaya beni dahil etmese rahat etmez. “Ya sen?” deyip devam ediyor, “Ya sen yuvarlanan taş, Erich Fromm’un oluşturduğu olmak ya da sahip olmak ölçeğinde, yosun tutmadığın için hangi uca daha yakınsın?” Takındığı bağımsız yargıç edası beni güldürüyor. Oysa cevabını bildiği bir soru bu.
Yaptığımız her şey, hikâyesi hayatımıza kattığı anlam kadar değer kazanmıyor mu? Altmışımdan sonra öğrendiğim yüzme ve bisiklet gibi yazmak da kendi hikâyesini oluşturuyor bende.
Bugün Çarşamba. Yazma çalışması için, K sokak 14 numarada buluşacağız akşam üstü. Ev sahibi Filiz benim gibi ilk kez geleceklere, adını söylediği eczaneyi sağlarına alarak sokağı yürümelerini söylüyor grup iletisinde. Telefonumuzun haritalar uygulamasından konum paylaşarak adresi daha anlaşılır kılıyor. Grupta bir tek benim, ilçe merkezinden bu uzak sayfiye mahallesine gelen.
İlçeye yerleştikten sonra, ara ara gidiş ve İzmir’den dönüşlerde yolculuk ettiğim belediye otobüsünün zorunlu uğrak yeri olduğundan ilçenin bu mahallesini merak ettim bir süre. Sonra ayda bir iki kere gelir oldum. Özellikle sonbahar, kış aylarında. Bir iki atıştırmalık ve indirilmiş okuma materyallerinin bulunduğu tabletimi koyduğum küçük çantamı da yanıma alarak. İzmir yönünde ilerlerken Çandarlı’yı terk etmeden, deniz kıyısındaki durakta otobüsten iner, ilerde soldaki kahvelere yürür, o gün hangisi çılgın rüzgârdan daha korunaklı ise, onun denize en yakın masasına kurulurdum. Hele de yeni demlenmiş çayı varsa, dokunmayın keyfime. Okuyacaksam, okudum; yazacaksam, yazdım. Canım hiçbir şey istemediyse; sadece denize, bulutlara, karşı sırtlardaki rüzgâr güllerine baktım. İnsanları, doğayı gözlemledim. Geçmişe daldım. Sokak hayvanlarını izledim, rüzgârın uğultusunu dinledim, yağan yağmuru seyrettim, soğuğu hissettim. Kimi zaman endişelerime, kaygılarıma gömüldüm.
En başta andığım öykümde yerleşme hikâyemle birlikte yer bulan buradaki grubu, ilçeye geldikten çok daha sonraları bir rastlantı sonucu keşfettim. Onlara bağlanmamın gerçek nedeni, orada edebiyat konuşulması değil, edebiyat konuşmanın daha önce görmediğim ve benim de akıl edemediğim bir yöntemi kullanmalarıydı. İyi yazarlardan seçilen çok isabetli öykülerle bir tür grup psikanalizi gibi geçer toplantılar. Çehov, Mansfield, Poe, London, Faulkner, Joyce, Ali, Karasu, Kavukçu, Caldwell ve daha nicelerini okuduk. Yazarlardan bahsettik, hayatlarıyla öykü kahramanları arasında paralellikler kurduk. Öykülerdeki olayları analiz ederken, aslında kendi hayatlarımızı da çoklu merceklerin altına tutmuyor, yaşadıklarımıza yeni anlamlar katmaya çalışmıyor muyduk? Aslında yaptığımız tam da bu değil miydi? Öykülerden konuşurken Koçanlı Köşkü, Çamlaraltı, Asmalı Kahve ve ya kısa süre önce başlayan yazma çalışması için Filiz’in bahçesinde biraraya gelindiğinde, bilincinde olmasak da bunu dilemiyor muyuz içten içe? Kendi adıma söylersem: Okurken olsun ya da yazarken; yanılgı, yanılsama, çelişki, çatışmalarla dolu kişisel dünyamı gözlemliyor, düşünüyor, anlamaya, analiz etmeye çalışıyorum.. Hayatıma bir tutarlılık, düzen, anlam getirme çabasıyla.
14 numaranın önündeyim. Tereddüt ediyorum. Görünürde bir bahçe yok. Yanlışlıkla başkasının kapısını çalma düşüncesi tedirgin edici benim için. Kapı önünde oyalanırken başka tanıdık yüzlerin geldiğini görüyor, rahatlıyorum. Burası olmalı, diyor bir kadın arkadaş. Zile basıyor. Ev sahibi siyaha boyalı demir kapıyı açıyor, bizi buyur ediyor içeri. Loş bir koridordan geçiyor toplantımızı yapacağımız iç avluya ulaşıyoruz.
İlk toplantıya katılamamış, grupta fotoğraflar paylaşıldığında hayıflanmıştım. Fotoğraflarda, bahçe içinde üstüne desenli beyaz örtü serilmiş birkaç masadan oluşan uzun masanın çevresinde arkadaşlarım notlar alıyor ya da verilen bir ödevi yapmaya odaklanmış görünüyorlardı. O anda o bahçede onlarla birlikte olmayı daha çok dilemiştim. Masanın üstü su şişeleri, bardaklar, kağıtlar, yiyecekler, kitaplar, kalemler ve daha birçok nesneyle düzensiz bir düzen görünümü veriyordu. Ve birden tüm o nesne kalabalığının içinde canlı olmasıyla diğerlerinden ayrılan bir şeyi fark ettim: Kahverengi saksısını gizlemek için beyaz renkte bir başka saksı içine oturtulmuş bu iddiasız, bodur yeşil bitki için şiirler yazmamış mıydım bir zamanlar? Çocuksu bir sevinçle bildiğim her iki adını da heceleyerek dua eder gibi fısıldadım: Fes-le-ğen. Rey-han. Bilinçaltımın çok çağrışımlı sembolü, aynı anda karanfil, nane karışımı rahiyası eşliğinde bütün temsilleriyle bilincime fırlayıvermişti. Çocukluk, anne, köy ve köy hayatına dair tüm imgeler…Unutamam. Deli gibi bekledim bugünü.
Avlu yüksek korunaklı duvarlarıyla, dışarıda akan hayatın olumsuz yanlarını bizden uzakta tutuyor, zamanı yavaşlatıyor duygusu yaratıyor bende. Yazma konusunda yalnız Ursula K le Guin’in kılavuz kitabına değil, sanki onun sosyal idealine de sadık kalmayı kararlaştırıyoruz sessiz bir onayla. Herkesin yönetici olması, grupta eşitlik vurgusunun kurgusal düzeyde bir ifadesi. Yazı bahçesi, zihinsel tasarım olarak herkesin çünkü. Böylelikle bahçe, her katılımcının hissesiyle çok ortaklı üretken bir mülk metaforuna dönüşüyor kendiliğinden. Yazmamızı sağlayarak, bu ortak amaçta birleşen Ursula ve Filiz’in yapmak istediğine uygun gelişiyor her şey.
Tabii ki yazmanın öğretilebilen, bir de öğretilemeyen tarafı var. Yaratıcılık nasıl öğretilebilir ki? Kitabın adı Türkçede biraz farklılaşmış; orijinal adındaki craft, zanaat ifadesi yerine yaratıcılık kelimesi ile karşılanmış. Ursula’nın istemeyeceği bir şey, diyorum içimden. Kitabıyla aslında işin zanaat kısmını hedefleyen Ursula, yazma sanatını bahşetmeyi vadediyormuş gibi algılanıyor dilimizdeki başlık tercihiyle. Takılmıyorum bu tür şeylere. Herkes halis duygularının akışına bırakıyor kendini. Kitaptaki on bölümün her biri, her hafta sırası gelenin sunacağı şekilde en baştan paylaşıldı. “Hadi bakalım,” diyor arkadaşımız konuya girişini yaptıktan sonra, “on beş dakikanız var, hangi noktalama işareti olmak isterdiniz, başlayın yazmaya!”
Ben açıkçası ve bağlacını zorunlu olmadıkça kullanmıyorum. Olabildiğince virgülle telafi etsem de yokluğunu, çengel görünümlü işaret gözdem sayılmaz doğrusu. Bağıran, aşırı tepkili ünlem de bana göre değil. Noktaya gelince.. Baskıcıdır, zorbadır nazarımda. Sözün bittiği yeri gösterir; artık fazladan tek kelimeye dahi izin vermez arkasında bıraktığı cümlede. İki nokta; vurgulamayı, açıklamaları öne çıkaran özgecil işaret hiç bencil değildir, paylaşmayı sever. Gerekirse kendini feda eder. Ne var ki o da değildir tercihim. En çok üç nokta olmak isterim. Söyleyemediklerimi söyler benim adıma. Dile gelmeyeni okuyana bırakır.
Bir paragraflık metinler tek tek yüksek sesle okunduktan sonra her seferinde alkışlanıyor. Şaşkınlıkla fark ediyorum ki, üç nokta ile özdeşleşenler çoğunlukta.
Çalışma giderek derinleşirken zamanı unutuyor, sokaktan gelen sesleri artık duymaz oluyoruz.
















