
Havada kesif bir yanık kokusu var. Bu koku hiç azalmıyor; üstüme, başıma, derime siniyor. İlk odadaki, yeni gelmiş. Saçları ve yüzünün sol tarafı yanmış. Sağ gözü açıkta, deli deli bakıyor. Belli, çok korkmuş. Hemşire, doktor ve iki hasta bakıcı önce kibarca, sonra sabırsızca yaralıyı sabit tutmaya, tedaviye başlamaya çalışıyorlar. Nafile.
Kapıdaki polisin artık canı sıkılmış. Elindeki çayla volta atıyor, laflamak istiyor. Başlıyor anlatmaya:
“Bu kadın otuzunda yoktur abla,” diyor. “Belli, güzel kadınmış ama eski kocası acımadan yakmış yüzünü. Şimdi bizim karakolda. İlk ifadesinde, çok kıskandığı için yaktığını söylemiş. Öyle sokak ortasında, gündüz vakti, pazarın hemen önünde bir kavanoza doldurduğu alkolü kadının yüzüne boca etmiş, sonra da çakmakla yakmış. Etraftakiler donakalmış. Sonra kadıncağızın üstüne palto atarak ateşi söndürmüşler. Cani koca kıskıvrak yakalanmış. Neye yarar… Bunlardan dışarıda çok,” diyor.
Kadın bağırıyor, çığlıkları beyaz duvarlara çarpıyor. Yine kadına geri dönüyor.
2
Yan odada iki çocuk, karşılıklı iki ranzada yatıyor. Ortada anneleri, başını ellerinin arasına almış, yarı uykulu. Belli ki gece boyunca nöbetteymiş. Çocuklardan biri kız, daha küçük olan erkek. İkisi de ilaçların etkisiyle uyuyor, elleri sargılı.
Hemşire elinde ilaç tepsisiyle kapıda beliriyor.
“Ses yapmayın,” diyor bana. “Çocuklar gece boyunca uyumadılar, çok ağrıları oldu. Anneleri işe giderken onları evde bırakıyormuş, kapıyı da arkadan kilitliyormuş. Ne yapsın kadıncağız, kimi kimsesi yok. Hayat pahalı, ekmek parası derdinde. Bu fukaralar da sabah ayazında üşümüşler, sobayı yakayım derken ellerini yakmışlar. Neyse, çabuk iyileşir çocukların yaraları, iz miz kalmaz,” deyip elindeki ilaç tepsisiyle hızla odaya dalıyor.
3
Bu oda holün sonunda, hastanenin bahçesine bakıyor. Diğer odalara göre biraz daha aydınlık ve daha sessiz. İçeride, gözleri sargılı bir adam tekerlekli sandalyede bahçeye bakıyor. Odanın kapısında dikiliyorum, ne söyleyeceğimi bilemeden.
“Kimsiniz?” diyor gri bir sesle.
“Leman ben,” diyorum biraz çekinerek.
Karşımdaki genç bir adam. Elleri ve ayakları dikkat çekecek kadar iri. Tırnakları kırık, avuçları nasırlı. Üzerinde kirli bir kot pantolon, yakası yırtılmış bir kazak. Kapıda durmuş, ayakkabılarıma bakıyorum. Gitmenin mi, kalmanın mı daha uygun olacağına karar veremedim. Orada dikildiğimi hissetti. Sıkılmış bir sesle o da başladı anlatmaya:
“Ben Tunceliliyim. Buraya çalışmaya geldim. Tersanede kaynakçıyım. Geçen hafta hava çok sıcaktı. Bir ara gözlerim karardı. Kaynak makinesine çok yaklaşmışım. Kıvılcım atıldı gözlerime. İkisi de yaralandı. Bakalım doktor abi ne diyecek, bugün yarın durumum belli olur. Abi öyle söyledi. Gözlerim açılır de mi abla, yine işimin başına dönerim?”
Bilemedim ne diyeceğimi. Birden ağzımdan çıkıverdi:
“Gözlerin ne renk?” dedim.
“Tunceli’de Munzur var abla. Çevresinde türlü türlü ağaçlar, içinde deli deli akan Munzur Çayı var. Böyle bakmaya, dinlemeye doyamazsın. Annem bana gebeyken ormana gider, çaydan su alırmış. ‘Oğlum olsun, gözleri bu su gibi olsun,’ dermiş. İşte gözlerim o renk abla, Munzur gibi…”
3. sayfa haberlerinin sonu


















