
Şimdilerde Bozcaada ismiyle nam salmış, bohem hayat tarzını benimseyen Kuzey Ege sevdalılarının, Çanakkaleli yazlıkçıların, alternatif tatil rotası arayışındaki yabancı turistlerin, Polente fenerinde fotoğraf çekmeye gelen çiftlerin gözdesiyim. Yıllar içinde öyle değiştim ki, kendimi tanıyamaz oldum. Çok uğrak olmayan sakin bir adayken, turistlerle dolup taşmaktan içme suyunun tükendiği yazlar yaşadım, bilmiyorum. Kafaları çok karıştırmadan, tercih ettiğim esas ismimin Tenedos olduğunu söylemek isterim.
Denizi kucaklayan Salhane, meydandaki Çanlı İbo’nun muhteşem tavuk döneri, yeni nesil publar, Vahit’in yerinin muhteşem mezeleri, Ayazma Plajının buz gibi suyu, tanrıların denizinde yıkandığı sahiller; benimle ilgili bilinenlerden birkaçı, ama bunlar sadece yüzeyde kalanlar. Asıl hafızama kazınan, deniz tuzuma sinmiş, rüzgârla fısıldanan bir hikayem. Onu size yalnızca ben anlatabilirim.
Akhilleus’un öfkesi, kör talihi Eris tarafından yazılmış Paris ve Helen, Agamemnon’un gemileriyle yola koyuluşu ve terk ettiği karısı Clytemnestra, savaş rehinesi Cassandra, Truva’ya yürüyen ordular… Egeyi ve beni kasıp kavuran bir destan yaşandı. Ben ise, bu destanın kıyısında yer alan, unutulan ama o destan olmadan ben olamayacak bir adayım. Tıpkı hikâyeleri destanlaşan, neden destan oldukları sorulduğundaysa, yaşadıkları Truva Savaşı ile kayıtlara geçen, sayfa aralarına sıkışmış kadın kahramanlar gibiyim. Acılarıyla doğan, acılarda yoğrulmadan kendini bulamayan kadınlar.
Şimdilerde herkesin dilinde bir söz var, ‘coğrafya kaderdir’ diyorlar. İşte ben bunun en büyük kanıtıyım. Kendi halimde bir adayken, Truva Savaşında Yunan filolarının kullandığı kuşatma bölgesi oldum. Savaşlarla ilgili, savaşta askerler, siviller ne yaşadı, ülkeler, taraflar ne kazandı, ne kaybetti merak edilir. Önemsenmeyen ya da merak edilmeyen şey ise, savaşın orta yerinde kalmaya mahkûm edilmiş yerlerdir. Belki yalnızca bir kaya parçasıyım, ama içimde nefes alan küçük bir dünya var, bu benim öyküm. Size, yaşananları benim ağzımdan anlatayım.
Bundan üç bin küsür yıl kadar önce, Helen’i kaçıran Paris’in ardından gönderilen Yunan donanması için mükemmel bir gizlenme noktasıydım. Kıyıya çok yakın oluşum, rüzgâr akımları ve çevremdeki koylar sayesinde gemilerin saklanabileceği bir yer haline geldim. Çoğu kişinin bilmemesine rağmen Truva’ya gönderilen tahta at planında büyük rolüm oldu. Gemiler, geri çekilmiş, saklanmış numarası yapmayı benim onları gizlemem sayesinde başardılar. Ben kendini Troyalılardan sayan bir adayım, ama benim insanlarım olarak gördüğüm bu sevimli ölümlülere ihanet etmek zorunda bırakıldım. Bunun acısı hala üzerimde. Belki de sakin, huzurlu atmosferimin arkasındaki şey hüzündür; beni değerli kılan hüzün. Truva atının geldiği gece elimden gelen her şeyi yaptım. Evet, benim vicdanım rahat olmalı. Kimse onları görmedi. Öyle çok dua ettim ki Zeus’a; güçlü bir rüzgâr çıktı, kıyıma bağlanmış birçok balıkçı takası olduğu yerden kopup savruldu gitti. Umuyordum ki, bu hareketliliği fark eden bir Troya’lı gözcü, bunu tanrıların mesajı olarak algılayıp dikkat kesilsin; olmadı. Rüzgâr, ne kadar dalga çıkarsa da, kaç tane kayığı savursa da, kimse sessiz çığlığımı anlamadı.
Yunanların savaştan vazgeçtiğini sanan Troyalılar Truva’nın kapılarını açtı. Beni suçladılar, her şeyi herkesten çok iyi bilen yüce Olimpos’lu tanrılar bile benim taraf olduğumu düşündü! Bütün bu karmaşayı hırsından uydurduğu bir kehanetle başlatan Eris, verdiği zararı görünce sustu kaldı. Hera, hedef tahtası haline getirdi beni, adalı kadınların canlarının hesabını benden sordu. Demeter, savaşın verdiği zarar yüzünden herkese, her şeye ateş püskürüyor, Hades ise yer altı dünyasındaki ani yoğunlukla öfkeden köpürüyordu.
Oysa ben… Savaşın başında donanmalara bilmeden ev sahipliği yaparken bütün hikâyeyi, gizli kapılar ardında konuşulanları tüm ayrıntılarıyla duydum. Helen’in, Clytemnestra’nın masum kız kardeşiyim ben. Clytemnestra’ya düşman edilen Cassandra’nın da kız kardeşiyim. Tenedos, Cassandra, Helen; biz zorla alıkoyulan kadınlarız. Helen, aşk uğruna ülkesinden alıkoyulup, bir savaşın sorumluluğu onun omuzlarına yüklendi, ben, savaşa karşı tarafsız olabilme şansımdan alıkoyuldum. Cassandra, savaş ganimeti olarak evli bir kral tarafından topraklarından sökülürken, Clytemnestra, aşkı Agememnon’un uzak diyarlardan koparıp getirdiği bu yaban çiçeğiyle, aynı toprakta büyümeyeceğini anlayıp yaşamını son verdi çocuklarıyla, hayatından alıkoyulan kız kardeşlerimiz. Bir kadın, insan formunda, ada formunda, köle statüsünde, prenses statüsünde de olsa, kehanetler öyle buyurduğu için veya şartlar böyle gerektirdiği için alıkoyulabiliyor özgürlüğünden.
Helen de Paris’e âşıktı belki, bilemem, belki de aşkları bu tufanın içinde yeşerdi. Cassandra da isteyerek gitti belki Agememnon’un peşinden, belki de bu sadece iyi niyetli bir dilek. Peki ben? Savaş sona erdiğinde öyle utandım ki halkımdan; yıllarca çorak topraklar sardı üzerimi. Ne kadar yağmur yağıp sonra güneş açsa da ben uzun zaman yeşeremedim, sevinemedim. Demeter’in bana olan öfkesini böyle ödedim; toptan, tüfekten daha büyük bir şeyle, üzüntümün, çaresizliğimin, bana verilen cezanın kuraklık yarattığını görerek, yaşayarak. Yerle bir olan meydanlarım onarıldı, iskeleler yeniden yapıldı, ama yüreğimdeki yangın sönmedi, öfkemle, acımla harlandıkça mutsuzluğumun çorak günleri senelerce hüküm sürdü.
Sonra… Kötülüğün ele geçirdiği düzende ihanetin acısıyla sarsılmış olan Clytemnestra, bir başkaldırıda bulundu. Aramızdan zincirlerini kırıp, bu esarete karşı durabilen tek kişi o oldu. Hem çocuklarının hem de kendi canını aldı. Başkaldırılar sadece hikâyelerde güzelleşir, Clytemnestra’nınki gibi sonsuz bir acıyla gelir. Bedelini canından çok sevdiği çocuklarının nefesiyle ödeyecek kadar büyük bir isyana baş koymak, ancak acıdan delirenlerin yapacağı bir iştir.
Hep suçladım kendimi, hep. Kimi zaman kaderime lanet ettim, varoluşumdan utandım. Kimi zaman daha yapabilirdim diye düşünüp, kendimi suçladım. Bu hikâyeyi anlatmama vesile olan, beni bu acıdan, kederden çıkara o çok kadim dostum olmasa ne yapardım? Bütün bunlar olurken kıyılarıma gelip dinlenen, tüylerini, gagasını ıslatıp soluklanan dostum. Ben yalnız sanırken kendimi Corvus geldi. Kara tüylerinde sırlar, gözlerinde geceyi bilen o eski bilgelik vardı. Bütün bu hikâyeyi en başından beri izliyormuş meğer. Kargalar hakkında türlü kötü şeyler söylenir, ama benim Corvus’um merhametin ta kendisidir. Onun gelişiyle biz dört kız kardeş olduk. Kader ortaklarım, bir de kaderime tanıklık eden sırdaşım Corvus.
Clytemnestra’nın hikâyesi, rüzgârla gelen çığlıklarla ulaşmıştı bana. Üzüntü içindeydi, çaresizdim. Bir gün Corvus, bu üzüntümü geçirecek şeyi söyledi; Clytemnestra’ya ve çocuklarına gökyüzünde, güzel bir yerde, sonsuz huzurla dinlenebilmeleri için eşlik etmiş. Corvus’un bana söyledikleri onu ya tanık ya da taraf yapıyor, bilemiyorum, belki ikisidir de. Çok sonra anladım ki, gökyüzünden geçen uçakların kara kutuları gibi, yeryüzünde olan bitenin kara kutusu da bizim Corvus. Kara kutular, turuncu oluyormuş bu arada, ama bizimki ismiyle müsemma kapkara bir kız. Hakiki kara kutu yani. Belleğimde unutmak ya da unutmamak için ant içtiğim her anın şahidi.
Corvus hala yaşar. Çok görünmez ortalarda. Onu benden sonra gören ilk insan da tuttu adına şarap üretti. Benim üzümlerimden yapılan bir şarabın adı oldu. Bunu da söylemeden geçemem, kendimi bildim bileli, bağcılık, üzüm benim en iyi başarılı özelliklerimden biridir. Üzümlerimden yapılan şaraplarla anılıyor dostum. Tesadüf müdür kaderin cilvesi midir bilmem, kıyılarımda dinlendiği zamanlarda kendine üzüm bağlarımda uzun ziyafetler verirdi Corvus. Varsın bütün üzümlerim onun olsun, bana bir dostluğu kalsın yeter. Yediği üzümler şarap olunca ismi istemediği kadar çok yankılanıyor sokaklarımda şimdi. Bu durumdan oldukça memnunum. Kendisi beni hep dinledi, bu hikâyeyi anlatmam için beni cesaretlendirdi. O çok az konuşur, bazen hakkında söylenenlere kızıp gak guk bir şeyler söyler. Ama bugün beni şaşırttı, sizinle konuşmak istedi. Corvus’un da diyecekleri varmış. Bu kadar az konuşan arkadaşımın bu isteğini inanın geri çeviremezdim.
…
Hikayenin buradan sonrasını ben anlatacağım. Biliyorum sevgili dostum, Tenedos, benim çok konuşmadığımı söylemişti. Bugüne kadar bazı şeyleri herkesin iyiliği için sakladım. Tenedos’un yaşadıklarına en başından beri şahidim, onun sandığı gibi bir anda sahillerinde belirmedim. Ben, Troya’ya saldırmak için yola çıkan Agememnon’un peşine takılıp geldim. Tenedos’la tanışmadan önce en iyi arkadaşım Clytemnestra’ydı. Ailemden ayrı diyarlara uçtuğumda, onun penceresinin sıcağında huzur buldum. Her gün aynı saatte, aynı yerde buluşurduk. Sevgisini benden hiçbir zaman esirgemedi. Ben, onu dinlerken, o bana çayının yanındaki atıştırmalıklardan ikram ederdi. Öyle büyük bir incelikle, asaletle baktı ki bana, kendimi onun penceresine sığınan yuvasız bir kuş gibi değil, evinin en önemli misafirlerinden biri gibi hissettim. Penceremizin kenarına benim için ufak bir yuva yaptı. Saatlerce karşılıklı oturduğumuz yer, benim evim oldu. En yakın arkadaşımdı; gençtim, kimsesizdim, o, bana ablalık yaptı.
Paris’in Helen’i kaçırdığı, kızılca kıyametin koptuğu günü her hatırlayışımda, gagam sızlıyor. Herkes savaş çığlığı atarken, savaşa gidecek büyük komutana, bu asılsız davanın peşinde belki aylarca, belki yıllarca sürüklenecek kocasına benim arkadaşım yalvarıyordu. Onu ve çocuklarını bırakmamasını, bunun, kardeşinin davası olduğunu, birilerinin ülkenin başında durması gerektiğini sayıklıyordu. O gün o kadar çok istedim ki küçük kara bedenimin binlerce katına çıkıp büyümesini. Kanatlarımın arasında onu sakinleştirebilecek güce sahip olmayı. Bir şeyi çok yürekten, onsuz ölecekmişsinizcesine dilerseniz, bazen kader sizden yana olur. Tıpkı Tenedos’un Zeus’a yalvarışlarından sonra, Zeus’un gönderdiği rüzgâr, fırtınalar gibi. O gün, gün batımında kanatlarım normal katının belki de yüz katına çıktı. Gece boyunca bu devam etti, ta ki şafak sökene kadar. Bir sonraki gece, sert rüzgârlara rağmen hızla kanat çırparak Agememnon’un peşine düştüm. Görevim belliydi; arkadaşımın kocasını, kardeşim olarak gördüğüm o küçüklerin babasını kollamak.
Gün doğarken duruyor, bir sahilde, bir gemi güvertesinde onlara gözükmeden dinleniyordum. Gece olmadan yükseliyor, karanlık veda edene kadar kocaman kanatlarımı peşlerinde çırpıyordum. Koruma olarak çıktığım yolculuk, acı olayı herkesten önce ona vermenin yüküyle, Cylmenstra’nın yanına haberci olarak dönmemi zorunlu kıldı. Acı gerçekler derinizi yarıp etinize girdiği an, bir ateş gibi yakar. Dost hançeriyle soğutarak haberi almak daha iyidir. Ben, böyle düşündüm. Arkadaşıma, bana ablalık eden o kadına kol kanat germe sırası bendeydi. Eşinin peşinde döktüğü gözyaşlarını silmesini, güçlü durmasını öğütlemeye gidiyordum; sevgili eşi Agememnon dönüş yolundaydı ama yalnız değildi. Kendisiyle beraber uzak diyarlardan bir yabancı kadın, esir getiriyordu.
Ben uyurken gemiye geldi Cassandra. Önce anlamadım, “Esir, neden bu gemide?” diye düşündüm, esirlerin yüklendiği gemiler başkaydı. Sonra, Cassandra’nın, Agememnon’un savaş ganimeti olduğunu fark ettim. İçimde ani bir öfke yükseldi. Çok zaman geçmeden anladım, öfkem ona değil, sadece Agememnon’a. Bu gencecik kız, annesi ve babası tarafından bahşedilmiş Agememnon’a. Ailesinin ihanetine uğrayan sadece benim arkadaşım değildi. Hızla uçtum. Haberi ulaştırdım. Clymenstra, böyle bir dünyada, evinde yabancı bir kadınla burun buruna yaşamayacağına ant içti. Uğradığı ihanet, yaşamına, çocuklarına bırakacağı mirasa, geleceğe dair umutsuzluk, karamsarlık veriyordu. Onu, kötü düşüncelerden uzaklaştırmaya çalışıyordum. Tenedos’un bahsettiği başkaldırıyı gerçekleştirme kararı aldı; hem çocuklarının, hem de kendi canını almak.
Gece yarısına birkaç dakika kalmıştı. Artık sessizdik ikimiz de. Bunu yapmasını son kez rica ettim ondan. Büyülenmiş gibi bakıyordu bana. Büyüyen kanatlarımın arasına üçünü alıp uçtum. Olimpos Dağının kimseler tarafından gidilmeyen, bilinmeyen güzel bir köşesine bıraktım onları. Bir zamanlar bana yuva olan bu kadının, yapacağı eyleminin sonunda Hades’in yer altı dünyasında gri bir ruh olarak belirmesi adil gelmedi. Hades, işini bozduğum, ölüme engel olduğum için o günden beri beni arıyor geceleri. Oysa ben geceleri bambaşka bir benim. Gündüz baktığı Corvus ise, ona başkaldıran Karga olamayacak kadar çelimsiz.
Ölümlüler ve ölümsüzler dünyasının en büyük ortak gerçeğidir kibir. Kibirle gelen kararlar, esaretin bile üveyliğini tattırıyor hepimize. Kibri yüzünden yanlış kehanette bulunan Eris ve yarattığı kaos. Kibir yüzünden Helen’in peşinden ordular gönderen kral ve kardeşi Agememnon. Kibri yüzünden beni kendine düşman bile görmeyen ve aradığı kayıp ruhları bulamayan Hades. Bu kibir dolu dünyanın içinde esaretleri bile ötekileştirilen kadın arkadaşlarım. Tenedos, Helen, Clymensytra, Cassandra. Esaretiniz bu öyküyle bir nebze özgürleşecektir. Sesinizi duyurmak için her birinizin ettiği duaları, yakarışları Tenedosa ulaşan rüzgârlardan toplayacağım. Sözüm olsun hepinize.
Okur için bonus, eşlikçi müzik önerisi:
















