Öykü: Satıyorum. Satıyorum. Sat-tım.| Samet Karabulut

Aralık 23, 2025

Öykü: Satıyorum. Satıyorum. Sat-tım.| Samet Karabulut

“İlk duyduğum ses buydu. Balat’ın dar sokaklarındaydım. Sesi duyduğum dükkânın kapısından kafamı uzattım. Baktım içeride bir mezat. Sessizce içeri girip bir köşeye oturdum. Loş bir ışığın aydınlattığı vazolar, eski ahşap duvar saatleri, ihtişamlı avizeler, küçüklü büyüklü tablolar, heykeller, işlemeli kılıç ve hançerler ve daha pek çok antika eşya dükkândan taşıyordu. Benim de aralarında bulunduğum bu sade kalabalığın karşısındaki adam müthiş bir diksiyonla elindeki ürünü açık arttırmaya sunuyordu. Önündeki masanın altından bir şarap kadehi çıkardı. Aslında kadeh denemeyecek kadar basit ve sade bir çanağı andırıyordu. Havaya kaldırıp usulca çevirdi.

-Değerli misafirler… Bu elimde gördüğünüz kadeh alelade bir kadeh değil. Bu kadeh, ünlü Yunan filozofu Sokrates’in baldıran zehrini korkusuzca, ölüme meydan okurcasına içtiği o malum kadeh. Şimdi hepinizin huzurunda bu kadehi bin liradan açıyorum.

Hemen yan tarafımda oturan fötr şapkalı, altın fil topuzlu bastonuna iki eliyle sarılmış bir amca on bin liraya yükseltti. Onun sol çaprazında oturan halka küpeli, kocaman kürklü bir hanımefendi yirmi bin lira teklif etti. Arkasından bir başkası otuz dedi. Bir anda teklifler beşer onar yükselmeye başladı. Kadehi elinde tutan adam da tükenmeyen bir enerjiyle bir sağa bir sola gidiyor, teklif verenleri gazlıyordu.

-Evet yüz elli bin lira geldi. Yok mu arttıran? Hanımefendiden yüz yetmiş geldi. Sanırım siz pek de istemiyorsunuz? Bu nadide parçayı kaçırdığınıza çok üzüleceksiniz. İki yüz geldi. MÖ 399’dan günümüze ulaşan bu kıymetli kadehin değeri bu kadar mı sizce? Son teklif sanırım beş yüz bin lira? Beş yüz bin liraya bu kadehi satıyorum, satıyorum, sat-tım.

Kadeh yanımdaki amcaya gitti. Ben yalnızca seyirci kalıyordum olanlara ama yine de heyecanlanıyordum. Adam hiç vakit kaybetmeden masanın altından yeni bir şey çıkarmak için eğildi. Bu defa elinde eski bir ok ve yay vardı. Oku da yayı da çok hassas bir biçimde parmak uçlarıyla tutuyordu.

-Hanımlar beyler! Şu anda bakmakta olduğunuz ok ve yay, Uhud Savaşı’nda savaşın sona erdiğini zannedip ganimet toplamak için tepeyi terk eden okçu birliğinin komutanı Abdullah b. Cübeyr’e ait. O savaştan günümüze ulaşan tek ok ve yay olma özelliğine sahip bu iki özel parçayı huzurlarınızda bin lira ile başlatıyorum.

Etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. Herkes ilgiyle oku ve yayı inceliyordu. Arkalardan kruvaze vintage bir yelek giymiş kırk yaşlarında bir adam beş bin teklif etti. Bir başkası bu teklifi hemen on bine yükseltti.

-Yirmi bin.

-Otuz yedi bin.

-Elli bin.

-Doksan üç bin.

Yapılan teklifleri sürekli küsuratlı bir biçimde arttıran iri yarı genç kendisine bakanların içini ürpertiyordu. Osmanlı ordusundaki akıncılar gibi giyinmişti. Altında şalvar, üstünde deri cepken ve yelek, başında da deriden bir börk vardı. En garibi ise sırtına taktığı kartal kanadıydı. Ok ve yay en son üç yüz elli altı bin lira karşılığında kendisine takdim edildi.

Herkes açık arttırmanın yeni yıldızını bekliyor, heyecanla sunucuyu izliyordu. Tekrar kibarca eğilip masanın altına elini götürdü ve beklenmedik bir şey çıkardı. Adamın elinde bir kafatası vardı. Kafatasını havaya kaldırıp yüzü kendisine dönük şekilde durdu. Bu duruş çok tiyatral bir duruştu. Bu manzarayı gören genç bir grup mideleri bulanmış gibi sesler çıkarıp tiksinerek kafatasına bakıyorlardı. Sunucu hiç oralı olmadı.

-Kıymetli ziyaretçiler! Elimde tuttuğum bu kafatası İngiliz yazar William Shakespeare’in kaleme aldığı Hamlet oyunundaki saray soytarısı Yorick’in kafatası. Daha doğrusu ilk kez Richard Burbage tarafından hayat verilmiş Hamlet’in 5. perde, 1. sahnesinde eline aldığı ilk kafatası bu. Bu kafatası için ilk teklifim bin lira.

İçerideki herkesin kafatasına bakışı değişmişti. Ona tiksinerek bakan genç grup bile şimdi sahip olmak için yanıp tutuşuyordu. Aralarından biri yedi bin lira dedi. İçeriden kıkırdamalar duyuldu. Üniversite öğrencisi olduğu her hallerinden belliydi. Konken partilerinden fırlamış gibi süslü ve ağır makyajlı sarışın bir kadın yelpazesini havaya kaldırarak elli bin liraya çıkardı. Yanımdaki yaşlı amca yetmiş bin lira verdi. Teklifler yine art arda yükseldi.

Kafamı bir sağa bir sola çeviriyordum. Son teklifin ne olduğunu hatırlamıyorum ama sunucu yine bir üçlemenin ardından kafatasını sattığını adeta haykırdı. Yalnız ona döndüğümde elinde kafatasının olmadığını fark ettim. Elinde işlemeli hançerlerden biriyle bana bakıyordu. Yavaş yavaş yaklaştı. ‘Bay Yorick’ dedi. İçerideki tüm insanlar da bana bakıyordu. ‘Bay Yorick beyefendiye ürününü vermeliyiz öyle değil mi?’ Korkudan donup kaldım. Bir eliyle sıkıca saçlarımı tutup diğer eliyle hançeri boynuma doğru savururken nefes nefese uyandım.”

İlk rüya son ermişti. Ümit heyecanla anlattığı, anlatırken sanki yaşadığı rüyasını bitirdiğinde beklediği reaksiyonu almıştı. Masadakilerin yüzünü şaşkın ve korkmuş bir ifade kaplamıştı. Akif onu dinlerken önündeki çayı unutmuş, bardağı buz gibi olmuştu. Rekin pek de etkilenmiş gibi görünmüyordu. Daha çok kendi rüyasına odaklanmış, anlatmak için sabırsızlanıyordu. Yavuz da bu rüyayı garip bulmuştu. Çenesini baş parmağıyla işaret parmağı arasına almış, derin düşüncelere dalmıştı.

Dört arkadaş sabah birbirini aramış ve gece ilginç bir rüya gördüklerini söylemişlerdi. Hızlı bir organizasyonla her zaman oturdukları Morpheus’un Çay Evi’nde buluştular. Her biri en tuhaf rüyanın kendisine ait olduğunu, kendi rüyasının gerçek gibi olduğunu iddia ediyordu. Hızlıca Ümit’in rüyasının kritiğini yaptılar. İkinci sırada anlatmak için sabırsızlanan, yerinde duramayan Rekin vardı. Masa derin bir sessizliğe kavuşunca anlatmaya başladı.

“Beyler ben rüyamda kocaman bir labirentin içindeydim. Yemyeşil çalıların oluşturduğu bir labirent. Çalılar dört beş metre uzunluğunda ve iki metre kadar genişlikteydi. Havada da masmavi bir gökyüzü vardı. Bir de inanılmaz bir sessizlik vardı. Sanki benim dışımda hiçbir canlı yoktu dünyada.

Yavaş yavaş yürümeye başladım. Önce ürkek ve kısık bir sesle ‘Kimse var mı?’ diye seslendim. Hiçbir karşılık alamayınca daha yüksek bir sesle bağırdım. Çıt yok. Bir sağa dönüyorum, bir sola dönüyorum. Hani ‘Başladığım yere geri dönüyorum,’ denir ya sanki ben hep başladığım yerdeydim.  Hiç yürümemişim, hiç dönmemişim gibi. Acayip sinirim bozuldu. Bu sefer koşmaya başladım. Önce sağa, sonra tekrar sağa. Arkasından sola, bir sol daha. Soluk soluğa kaldım. Öne doğru eğilip ellerimi diz kapaklarıma koydum ve soluklandım. Kafamı kaldırdığımda karşımdaki çalının üzerine asılmış bir tabelayla karşılaştım. ‘Bu Alanda Elma Yemek Yasaktır!’ Bir anlam veremedim. Etrafta birine ait bir elma bahçesi ya da elma ağacı olduğunu düşündüm. Yine de kim neden bir labirentin ortasına gelip bir elma yemek istesin diye düşünmeden edemedim. Ayrıca “Niye burada elma yemek yasak olsun ki?” dedim kendi kendime. Tabeladaki uyarıdan sonra acıktığımı da hissettim.

Artık düşünmeden, kafa yormadan avare avare dolaşmaya başladım. İyice yorulmuştum. Çalılara tırmanmaya çalıştım ama nafile. Ben çabaladıkça çalılar bir duvar oluyordu sanki. Yapabileceğim tek şey kendime bir soru sormaktı. Sağa mı dönmeliyim sola mı? Sonuç olarak hiçbir şey değişmiyordu. Yine rastgele bir tarafa döndüm. Bu kez başka bir tabela çıktı karşıma. ‘Lütfen Burada Varoluşsal Sancılar Çekmeyiniz!’ Bu neydi ki şimdi? Biri benimle alay mı ediyordu? Birden istemsizce ‘Heeyyy!’ diye bağırdım. ‘Kimse var mı?’ Yoktu. Hiç kimse yoktu. Daha önce hiç, bir insana bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Yanımda biri olsa, bir ses duysam çıkışı bulmuş kadar sevineceğimi hissediyordum. Döndüm, yürüdüm, durdum… Ve karşımda yeni bir tabela belirdi. ‘Bu Bölgede Meditasyon ve Yoga Yapmayınız!’ Rüyada olmama rağmen kafayı yediğimi düşünmeye başladım. Neyin nesiydi bu tabelalar? Bir şaka mıydı yoksa bir tuzak mı? Gözlerim dolmuştu. Dişlerimi sıkıyordum.

Hava kararmak üzereydi. Son bir güçle doğrulup çalılara tutuna tutuna yürümeye başladım. Tükenmek üzereydim. Açlıktan ölüyordum. Bir labirentte kaybolmak, ıssız bir çölde kaybolmaya benziyordu. Okyanusun ortasında rotası belirsiz bir gemiye ya da. Kafayı yemek üzereydim. Tam yere çöküp başımı ellerimin arasına almıştım ki önümdeki yeni tabelayı fark ettim. ‘Çıkış ←’ Bir anda gözlerim fal taşı gibi açıldı. Doğru muydu bu? Saatlerdir aradığım çıkış böyle bir anda karşımda belirmişti. Tabelanın gösterdiği gibi sola doğru atıldım. Karşıma kocaman bir kapı çıktı. Üzerinde bulunan mistik semboller ve kabartmalarla bir tapınak kapısını andırıyordu. İçimde kurtulacak olmanın sevinciyle kapının kolunu usulca çevirdim. Kapının ardında uzun bir masa, masanın tam ortasında da kıpkırmızı bir elma vardı.  O kadar acıkmıştım ki bu çıkış tabelasını görmeseydim çalıları kemirecektim. Elmayı görünce müthiş bir hevesle elime aldım. Aklım başımdan gitmişti. İlk gördüğüm tabelayı da unutmuştum. Hiç düşünmeden elmadan kocaman bir ısırık aldım ve kan ter içinde uyandım.”

Bu rüya da Şehrazat’ın Şehriyar’a anlattığı masallar gibi ilgiyle dinlenmiş ve herkesi etkilemişti. Ümit, rüyayı hemen kendi rüyasıyla kıyasladı. Yavuz bir rüya tabircisi havasına bürünerek kendince yorumlar yapıyordu.  Morpheus Çay Evi’nin sahibi çok sevdikleri Murat abileri de ara ara masadaki boş bardakları dolularıyla değiştirmek için uğruyordu. Sıra Akif’e geldi. Ve üçüncü rüya kabartılmış kulaklar, meraklı yüzler eşliğinde başladı.

“Benim rüyam bir gecekonduda geçiyordu. Böyle sıvaları dökülmüş, duvarları çatlamış beyaz ama beyaz demeye bin şahit isteyen tavanını rutubet kaplamış küçük bir ev. Evin salonundayım. Yerde kırmızı, yuvarlak bir tepsi duruyordu. Tepsinin başında ihtiyar ama dinç görünen Japon bir samuray bağdaş kurmuş, oturuyordu. Üzerinde beyaz bir kimono vardı. Göğsüne dō adı verilen göğüs zırhı, kafasına kabuto denilen bir başlık takmıştı. Ayaklarında da waraji adındaki hasır sandaletlerden vardı. Bu arada bunların hiçbirini normalde bilmiyorum. Rüyada sanki vahiy yoluyla malum oldu. Bir elinde keskin ve parıldayan bir katana vardı. Beni görünce boşta kalan diğer eliyle ‘Otur,’ işareti yaptı. Karşısına geçip oturdum.

Aramızda duran tepsinin içinde çeşit çeşit meyveler vardı. Eline bir kivi aldı. Katanasıyla kabuğunu müthiş bir incelikle soymaya başladı. Kabuğu tek parça halinde kesip eline aldı ve katlamaya başladı. Bir tarafını titizlikle kıvırıyor, diğer tarafından küçücük bir parçayı kesiyordu. Birkaç dakika sonra o kivi kabuğu adeta bir Zeus heykeli olmuştu.  Bu adamın yalnızca bir samuray olmadığını, aynı zamanda bir origami sanatçısı olduğunu fark ettim o anda. Zeus şeklindeki kivi kabuğunu önüme koyduktan sonra tepsiden bir portakal aldı. Aynı titizlikle kılıcını portakalın kabuğuna dayadı. Kabuğu parmak uçlarıyla biçimlendirdi ve bu kez de bir Athena oluştu. Bunları yaparken benimle hiç konuşmuyordu. Tek tek tepsiden bir meyve alıp aynı işlemi yaptıktan sonra karşımda yan yana dizilmiş meyve kabuklarından on iki Olimpos tanrısı duruyordu. Elma kabuğundan bir Hera, şeftali kabuğundan bir Apollon… Tepside sadece bir muz kalmıştı. Muzu eliyle soydu. Soyduğu kısımları yukarıdan aşağıya doğru daha ince olacak şekilde ayırdı. Ayırdığı kısımları birbirine bağlamaya, düğümlemeye başladı. Muazzam bir el çabukluğu vardı.  Son eserini bitirince on iki Olimpos tanrısının karşısına koydu. Bir anda o on iki meyve kabuğu taşa dönüştü. Tam ne olduğunu anlamaya çalışırken muz kabuğunu kaldırıp bana doğru tuttu. Karşımdaki muz kabuğundan yapılmış Medusa’yı görmemle taşa dönüşmem bir oldu. Sonra da uyandım zaten.”

Masadakiler ilk iki rüyayı dinlerken gösterdikleri ilgiyi bu rüyaya da göstermişler ve finalinden oldukça etkilenmişlerdi. Ümit bu rüyayı Akif’in Akira Kurosawa filmlerine olan hayranlığına yordu. Hayranlıktan öte hastalıktı ona göre. Yavuz ise bunun bir aralar Yunan mitolojisiyle ilgilenmesinden kaynaklı olduğunu öne sürdü. Aslında ikisi de çok yerinde çıkarımlardı ama hâlâ askıda kalan detaylar vardı. Neden bu rüya bir gecekonduda geçiyordu? Meyveler ne anlama geliyordu? Origaminin buradaki yeri neydi?

Vakit epey geçmişti. Değerlendirmeleri yapmak için son rüyayı da dinlemeye karar verdiler. Yavuz pek de anlatmak istemiyor gibiydi. Arkadaşlarının hevesini görünce ona da bir şevk geldi.

“Valla beyler sizin anlattıklarınız karşısında benim rüyam biraz sönük kalabilir ama yine de anlatayım. Benim rüyam gerçek hayatımdaki standart bir gün gibi başladı. Sabah uyanıp işe gitmek için hazırlandım. Gayet normal bir şekilde evden çıkıp yoldan geçen bir taksiye bindim. İlk tuhaflık taksinin radyosunda verilen bir son dakika haberi ile başladı. Haber programı yapan kadının sesi biraz telaşlı geliyordu. ‘Değerli dinleyenler bir son dakika gelişmesiyle yayınımıza ara veriyoruz. Kent meydanında kalabalık bir vegan grup kasap dükkanlarını bombaladı. Polisin müdahalesiyle dağılan eylemciler etraftaki steakhouse restoranlarına ve balıkçılara da saldırdı. Bölgeye pek çok sayıda ambulans sevk edildi.’

Pek anlam veremesem de çok üzerinde durmadım. Zaten iş yerine gelmiştim. Taksimetrede beş yüz yazdığını görmeme rağmen şoföre borcumun ne kadar olduğunu sordum. Ödemeyi yapmak için cebimden parayı çıkarttığımda ikinci bir tuhaflıkla karşılaştım. Elimdeki iki yüzlük banknotların üzerinde Atatürk yerine Freud’un bir elinde puro, diğer elini beline dayamış halde durduğu fotoğrafı vardı. Parayı çevirdim. Arka tarafında da Yunus Emre yerine Jung’un pipo içtiği fotoğrafı duruyordu. Ne diyeceğimi bilemez halde kalakalmıştım. O sırada dikiz aynasından bana bakan taksinin şoförü ‘Ver abi bozarız,’ dedi. Elimdeki üç adet iki yüzlüğü uzattım. Karşılığında bana yüz lira uzattı. Bu paranın da bir tarafında Clint Eastwood’un kafasında şapka üzerinde pançosuyla sert bir bakış attığı fotoğrafı, diğer tarafında Kemal Sunal’ın Umudumuz Şaban filmindeki aynı şapkalı ama pançosuz fotoğrafı vardı.

Taksiden inip şirkete geçtim. Ofistekilerle günaydınlar ve merhabalar eşliğinde bilgisayarlarımızın başına geçtik. Bilgisayarımın açılmasıyla yeni bir tuhaflıkla karşılaştım. Benim bilgisayarımın masaüstünde uzun zamandır Times Meydanı manzarası var normalde. Fakat rüyamda birisi bu fotoğrafı Küba’daki Eski Havana Meydanı’yla değiştirmiş. Biraz çalışırsam kafamın dağılacağını düşündüm. Tam işe koyulmuştum ki yakınımda bir yerde Pink Floyd’un Welcome To The Machine şarkısı çalmaya başladı. Aldırmadım. Yan tarafımda çalışan arkadaş ‘Telefonun çalıyor,” dedi. Hakikaten ses masanın üzerinde duran telefonumdan geliyordu. Oysa aldığım günden beri telefonun kendi orijinal zil sesini hiç değiştirmemiştim. Telefonu açtım. Karşıdan donuk bir kadın sesi geldi. ‘Merhaba Desert Su Arıtma Cihazı firmasından arıyorum. Vaktiniz varsa kampanyalarımızdan bahsetmek isterim.’ Rüyalarda bile huzur vermiyorlar. İlgilenmediğimi söyleyip telefonu kapatıyordum ki yeni bir girişimde bulundu. ‘Beyefendi burcunuz yengeçse yüzde on indirim yapıyoruz. Ayrıca ilk üç filtre bakımınız ücretsiz,’ dedi. ‘Maalesef,’ deyip kapattım.

Bir ara lavaboya gittim. Kapılardaki standart cinsiyet simgelerinin yerine kadınlar için kırmızı topuklu ayakkabı, erkekler için de krampon resmi asılmıştı. Nedense beynim her şeyi başka bir şeyle değiştiriyordu. Masama oturup düşünürken akşam oldu. Ceketimi alıp çıktım. Yorgun hissediyordum. Eve geldiğim gibi kanepeye kuruldum. Televizyonu açıp kanalları dolaşmaya başladım. Tüm kanallarda Türk oyuncuların oynadığı Hint dizileri yayınlanıyordu. Oyuncular bildiğim, tanıdığım oyunculardı. Ama hepsi Hintçe konuşuyor, ağır ağır hareket ediyor ve beklenmedik anlarda şarkı söyleyip dans ediyorlardı. Sonunda Türkçe konuşulan bir yarışma programına denk geldim. Yarışmada damatlar ve kayınpederleri yarışıyordu. Kazanana da araba veriliyordu. Sunucu damatları camekanlı bir odaya almış kayınpederlere sıradaki yarışmayı anlatıyordu. ‘Sizce damatlarınız bir dakika içinde sizin elinizi kaç kez öpüp alnına götürür? Söylenene en yakın öpücüğü konduran, puanı alıp bu şahane arabayı almaya bir adım daha yaklaşacak.’ Amcalardan biri ‘Otuz,’ dedi. Bir başkası ‘Kırk iki,” diye atladı. Birkaç dakika sonra ekranda şapır şupur öpücük sesleri gelmeye başladı. Daha fazla katlanamadım ve televizyonu kapatıp uyumaya karar verdim. Orada uyumamla gerçekte uyanmam bir oldu.”

Rekin, Yavuz’a bakıp güldü. “Senin sönük kalır dediğin rüya bu muydu?” Diğerleri de kahkahalarla güldüler. Hepsinin aynı gece böyle birbirinden ilginç rüyalar görmesi nasıl bir tesadüftü? Artık analiz yapmayı bırakıp alay ediyorlardı birbirleriyle. Ara ara masalarına uğrayan, boşlarını toplayan Murat abileri de konuşmalarına kulak misafiri oluyordu. Akif “Beyler bizim nasıl bir bilinç altımız var be?” deyince Murat abileri kendini tutamadı.

“Oğlum sizin gece bir tarafınız açıkta kalmış!”

Yorum yapın