
Hülya mıydı?
Eveett.
Anafartalar İlkokulu’nda mı okumuştunuz?
Eveett.
Liseyi de Yüzüncü yıl Anadolu da olmalı
Eveett.
İlkokul bando takımında görev almış mıydınız?
Eveett.
Ne olmuş size böyle?
Bana mı ne olmuş?
Yok yok. Öylesine dedim yani. Lütfen art niyet aramayın. Gözlerinizden tanıdım sizi. Gözleriniz olmasaydı siz olduğunuzu asla anlayamaz; şu kasiyerin hesabınızı almak için kasasını açıp kapatana değin geçecek zaman diliminde siz hesabınızı ödeyip çocuklarınızla birlikte çıkıp gitmiş, sıra da bana gelmiş olurdu.
Söylediklerinizden pek bir şey anlamadığımı, aslına bakarsanız sizi tam olarak anımsayamadığımı söyleyebilirim. Evet, sorularınız doğruları söylüyor. Dediğiniz yıllarda Anafartalar İlkokulu’nda sanırım beşinci sınıfta, aynı zamanda bando takımındaydım. Lise de doğru…
Evet, evet ben de o yıllarda üçüncü sınıfındaydım. İlkokulun yani; Yirmi Dokuz Ekim Cumhuriyet Bayramları ya da Yirmi Üç Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramlarında okul bahçemizin betonarme zemininde sınıfça sıra olup bayram provası için ter atarken siz bando takımı olarak ritim tutardınız. Bizim üzerimizde sırtının teri eksilmez beyaz düğmeli polyester siyah önlükler, kırmızı kurdelalı beyaz naylon yakalar; dizleri ve kalçaları yamadan nasibini almış gabardin kumaş pantolonlarımız; ayağımızda plastik çarıklarımız olurdu.
Siz o bando takımında ritim tutarken beyaz tülden eldivenleriniz, kolları sarı şeritli kırmızı ceketleriniz, kırmızı-beyaz şapkanız, dizinize kadar çıkan beyaz uzun çoraplarınız, kırmızı ayakkabınızla adeta bir masal diyarından inmiş bir grup meleği çağrıştırır; tutturduğunuz trompet ritimleri ile belki de yaşamımız boyunca bir daha asla bir tınıdan hissedemeyeceğimiz zevki ve sevinci yaşatırdınız.
Evet evet! Ben bandonun şefiydim. Majördüm yani, tüm grubu ben yönetiyordum.
Bense üçüncü sınıfların kalabalık öğrenci sıralarının arasında bir yerlerde sizi seyrederken öğretmenimizin “Sol! Sol! Sol!” Nidaları eşliğinde önce sol, sonra sağ ayaklarımızı kemiklerimizi çıtlatacak bir şiddetle beton zemine vururken; küçük bahçemizde girdiğim kahramanlık havasıyla dokuz yaşındaki şımartılmamış bir erkek çocuğun tüm isyanını ve size olan derin ve sarsıcı hislerimin hıncını yerden alırdım.
Ne? Ne dediniz? Derin ve sarsıcı hisler mi? Hah hah hah ha ha ha ha ha ha ha! İlahi bakın şimdi çok mutlu oldum.
Lise yıllarında ilkokuldaki kadar mutlu değildik ama.
Fakat ben sizi liseden de çok çıkartamadımmm.
Cidden size bir şeyler olmuş? Niçin yüzünüzde tanıdık olarak sadece gözleriniz kalmış? Boyunuz posunuz, saçlarınız, beyazlığınız, aydınlığınız, basamaklarından keklik gibi sekerek inip çıktığınız okul binasının mozaik taş serpilmiş çimentodan mürekkep merdivenlerindeki cıvıltınız, ışığınız… Gözleriniz… Ah yalnızca gözleriniz kalmış… O yarı deli, yarı baygın bakan yeşil gözleriniz… Pardon neler söylüyorum ben ya? Tam olarak ifade edemedim şimdi. Yıllar sonra bu rastlantının heyecanına kapıldım. İleri gittim sanırım.
Ne gözleri ne saçları ne yüzü ne aydınlığı ne kekliği Allah’ınızı severseniz bakın çocuklarım yanımda… Büyüğümüz Ayşe on altısına yeni bastı. Oğlumsa üçüncü sınıfta okuyor. Dersleri çok iyi oğluşumun fakat biraz içine kapanık biraz da utangaç amcası… Kasiyer rahatsız sanırım bakın, kasanın çekmecesini nasıl hızlı çarparak açıp kapatıyor.
Özür dilerim ne kadar ödeyeceğim?
Kart mı? Nakit mi?
Nakit.
Hülya Hanım!
Geliyorum bir saniye…
Sizi yıllar sonra ilk defa görüyorum ya beş dakika yakın bir yerde otursak mı? Nerede yaşıyorsunuz? Şimdilerde burada mısınız? Ne kadar kalacaksınız? Tatil için mi geldiniz? Malum okullar tatil…
Evet, ancak benim için yeni çıktı. Af yeni çıktı yani. Babamı kaybettik iki ay önce, annem yalnız kalınca biraz yumuşadı tabii; gerçi babamın hastalık dönemlerinde afla ilgili temaslarımız olmuyor değildi.
Temaslarınız? Yani pardon, ama maalesef insan insana yetişemiyor değil mi? Beş dakika otursak mı? Caddenin karşısı park zaten…
Hiç sormayın. Daha önce ömür boyu görmek istemem, bir daha buralara dönmem sanmıştım. Her şey bitti sanmıştım. Bir ailem yok, hiç olmadı diye bilmiştim. Öyle inanmıştım.
Zaman işte, bu zaman var ya! Nasıl da yenilmez yutulmaz şeyleri yedirir; nasıl da tükürdüğünü yalatır insana?
Anlamadım…
Yok, önemli bir şey söylemedim. Öyledir. İnsan zamanla farklı düşünebilir.
Bilmem ki buralara nasıl geldik ya? Siz… Sizi ben hâlâ çok iyi anımsayamadım aslında… Verdiğiniz bu yakın ve sıcak tanışıklık; bu acil hoşsohbetiniz hem de aynı zamanlarda aynı okullarda öğrenci oluşumuz; hem geçmişe dair söyledikleriniz bu sıcak diyalogu sürdürdü bana… Siz ne işle meşgulsünüz? Okulu bitirdikten sonra neler yaptınız?
Ben mi? Ben, şey… İlk ve ortaokuldan mezun olduktan sonra liseye kaydoldum. Liseyi ilk yıl terk ettim ama. Aslına bakarsanız ben sizi liseden de iyi tanıyorum. Siz o zaman son sınıfta olmalısınız. Mehlika ablaların, Mehlika Doğan’ların sınıfında…
Mehlika Doğan? Ha evet Mehlika’yı siz nereden tanıyorsunuz?
Kuzen oluruz. Halakızı… İlçede başka okul mu vardı ki? O dönemde öğrenci olan herkes üç aşağı beş yukarı tanır birbirini…
Öyle. Yani diyorum siz hep burada mıydınız? Hiç dışarı çıkmadınız mı memleketten? Uzağa, uzaklara hiç gitmediniz mi?
Ben, şey… Evet, yani liseyi terk edince hep burada kaldım. Babamın terzihanesine devam ettim. Hiç dışarı çıkmadım. Hiç uzaklaşmadım. Babamın terzihanesindeydim hep babamın yanındaydım. Okuldan sonra mesleği ilerlettim. Onun sözünden hiç çıkmadım. Hiç karşı gelmedim. Hiç itiraz etmedim. Bu süreçte durmadan sizi de düşündüm.
Efendim…
Yok, şey. Yani çocukluğumdan başlayarak tüm ergenlik ve gençlik yıllarımı düşünürken sizi de düşündüm demek istedim. Daha doğrusu geleceğimi düşündüm; ilerisini yani istikbalimi…
Amaaaaannn… Bu kadar düşünüp de ne yapacaktınız? Ben düşünecek çok bir şey bulamadım. Biliyorsunuzdur hatta hiç düşünmedim.
Yok, yani mesleği elde ettim. Erbap oldum. Usta oldum fakat hayatı biraz ıskaladım. Hep reisin babam olduğu ailemle yaşadım. Hiçbir yere çıkmadım. İlçeden uzaklaşmadım ama kendimden uzaklaştım biraz, bir işim uğraşım param oldu fakat istediğimi, yapmak istediklerimi yapamadım. Yapamadım bir türlü, içimden kurduğum çok şeyi elde edemedim. Birçok müşterim, kalfam çırağım oldu ama arkadaşım olmadı. Akranlarım evlendi; çoluk çocuğa karıştı fakat ben her şeye biraz geç kaldım. En çok da kendime…
Biraz abartmıyor musunuz? Hayat biraz da böyle değil mi, hangimiz istediklerimizi gerçekleştirebildik ki?
Yok, gerçi sıkıntılı bir evden ayrılma sürecinizin olduğunu biliyorum. Her şeye rağmen ne güzel çocuklarınız boyunuza kadar gelmiş, çok sevindim. Çok güzel bir anne olmuşsunuz…
Gençlik işte fakat bilseydim…
Neyi bilseydiniz? Sizin için heba edilmiş bir ömürden habersiz olduğunuzu mu? Ne idüğü belirsiz, asker kaçağı tipli bir oğlanla kaçtığını duyduğumda içimde seninle birlikte kendimi de öldürdüğümü mü?
Ne dediniz anlamadım? Belirsiz olan ne?
Yok, eski günleri anımsayınca biraz heyecan yaptım.
Amannn! Bilseydim derken lafın gelişi işte bilsek de aynı bilmesek de; çok bilenlerin de çok yanıldıkları olmuyor mu?
Yine de bu sizi haklı çıkarır mı? Bilmiyorum. Bilseydiniz belki o uğursuz isteğe kapılmaz anne babanıza asi olmaz sıcak ve mutlu yuvanızdan beyaz gelinliğinizle çıkar; çoluk çocuğa karışırdınız. Yıllardır arkanızda bıraktığınız dedikoduların mailen boynunuzda takılı bir kement gibi esiri olmazdınız. Kendinize yabancılaşmaz, burada; bu küçük beldede göğsünüzü gere gere ev bark olurduk belki, olurdunuz belki, mutlu da olurduk belki, mutlu olurdunuz belki. Ben de heder olan bir ömrün bu rastlantı dolayısıyla gözümün önünden film şeridi gibi geçişini yaşamazdım. Bu market kasasında sen anne, ben baba olarak çocuklarımızla akşam alışverişini yapıyor olurduk.
Mutlu mu olurduk?
Yok, yok pardon benim de dilim hep sürçüyor. Unutkan olmuşum bu ara… Diyeceklerimi karıştırıyorum. Özür dilerim. Eski günlere olan özlemimizin heyecanından kelimeler cümleler bile nasibini alıyor.
Bizim gitmemiz gerekiyor; annem merak eder şimdi… Yüzünüzü az da olsa hatırlar gibi oldum bakın şimdi. Tam olarak hatırlamasam da bu ayaküstü sohbet hoştu. Sağ olun.
Tamam, kusura bakmayın, sizi de tutmuş oldum. Zamanınızı aldım.
Annen bir ömür merak etti de ne oldu ki? Yıllardır aklına gelmeyen kadını şimdi burada üç beş dakikalık sohbette mi hatırladın? İnsan öyledir işte bir ömür ihmal ettiği, umursamadığı, yok saydığı değerleri birkaç dakikalık, birkaç saatlik, birkaç günlük vefa gösterisiyle telafi edeceğini sanır.
Hadi. Hadi çocuklar gidiyoruz. Hoşça kalın. Bu arada kusuruma bakmayın, isminiz neydi?
Erdem. Erdem ben.
Erdem mi?
Erdem sen misin? Ya kötü bir şaka de sen buna! Nereden baksan tamamen değişmişsin sen… Çok fazla değişmişsin. Beni gözlerimden tanıdın ama ben seni gözlerinden de tanıyamadım. Senin gözlerin de değişmiş! Neden en başta sen olduğunu, ismini söylemedin? Erdem bak ben değiştim tamam ama sen beni tanıdın bak. Aman Allah’ım! Erdem, bambaşka biri olmuşsun. Dümdüz upuzun saçların vardı senin, masmavi gözlerin… Bizden küçüksün tabii sen…
Bizim kızlar arasında Mehlika’nın yeğeni çok güzel çocuk çok da efendi diye hep övülmüşsündür. Ya Erdem neden ilk önce ismini söylemedin yıllar önce benim -göçtüğüm diyeyim artık, ya da zorunlu göç- beldeye memleketten bir sınıf arkadaşım gelmişti. Tatil için geldiklerini söylemişti. Hah! işte şimdi her şey yerine oturuyor. Mehlika gelmişti ya görüştüğümüz Mehlika’ydı. Şimdi tam olarak hatırladım. Bilirsin eski sınıf arkadaşları laflarken maziye yönelik kimin kimi sevdiğine ilişkin itiraflar olur, tatlı, samimi, zararsız… O söylemişti bizim bücür seni seviyordu diye… Yakışıklıydı ya kerata, saçları sarı, gözleri renkli menkli demişti. Gülmekten kırılmıştık. Kız dedim Erdem bizden en az üç yaş küçüktür. Biz onu yüzünden makas alarak severdik. Öylesine tatlı güzel bir çocuktu. Vay demek saman altından su yürütüyormuş… Hülya ablasına vurgunmuş diye kahkahalara boğulduyduk. İlahi Erdem, çocukluğundaki kadar ilginçsin be kardeşim. Bak şimdi tam giderken… Alacağın olsun. Hep sona bırakırsın.
Öyle oldu biraz. Senin yine gözlerin yerinde duruyor benim gözlerim de kocadı.
Sorma, ne o gözlerin, şişe tabanı kalınlığında gözlüğün arkasında nokta kadar kalmış. Ah başının üzeri havaalanına dönmüş yavrummm! Erdemm! Çok şık giyinirdin sen gülerdik kızlarla çok fiyaka canım diye, boyunda mı kısalmış nedir? Zayıf, orta boyluydun sen?
Hayat kısaltabiliyor da adamı Hülya, benim yaşadıklarımı yaşasaydın sen de kısalırdın biraz.
Hatta “niçin söylememiş o zaman kerata” diye azarlamıştım Mehlika’yı. Oda “Nasıl söylesin? Erdem’i bilirsin. Ketumun, ağzı sıkının, adam çatlatanın biri olduğunu, sen de yerinde durmadın ki, yani o yaşlarda nasıl da telaş ediyor insan dimi…” dediydi. “Belki de” demiştim. Belki de hayatın acelesi vardır. İnsan hayatın oyuncağı gibi bir şey değil mi? Oyuncağın kendin olduğunu anladığında fark edebiliyorsun bazı şeyleri…
Maalesef, hayat geç kalanlara çok da iyi davranmıyor. Beş dakika otursak iyi olacaktı.
İlahi Erdem! Ne beş dakikası Mehlika’ya haber ver kızları da arasın bir araya gelelim bir gün. Sen de gel yanımıza sokul; lisenin bahçesinde utangaç keçiler gibi gelip yanımıza sokulduğun gibi… Kahrolası bu rastlantı insana yetmiyor. İyi akşamlar.
Tamam, Hülya Hanım iyi akşamlar. Çocuklar size de…



















