Öykü: Olabilir miyim? | Fazlı Can

Ağustos 14, 2025

Öykü: Olabilir miyim? | Fazlı Can

1

Geçmişle özdeşleşmem benim ruhumda var. Sahaflardan kitap, defter, fotoğraf, mektup toplamayı bir türlü bırakamıyorum. Bu aileden geliyor, biliyorum. Bu konuda bana en dramatik gelen bir ablamın vefatı sonrasında, öteki şeylerini yazmayacağım, evinden çoğu hiç giyilmemiş kırk yedi eteğinin çıkmasıydı. Benimse en son vakam kendime hâkim olamayarak Ankara Kalesi’ne son gidişimde, Pirinç Han’daki antikacı arkadaşım Nevzat’ın dükkânından, iki sevgilinin mektuplarını almam oldu. İki yıl boyunca ayrı düşen bir süvari yedek subayıyla nişanlısının hikâyesine, bu mektuplar tanıklık ediyordu. Dükkândan ayrılırken, Nevzat elime bir de fotoğraf tutuşturdu: “Bu da o mektupların içinden çıktı,” dedi. “Kafanı çok fazla takma bunlara,” diye de ekledi. Fotoğrafta, süvari üniforması içinde genç bir subay ve yanında genç bir kadın vardı. Mektupların sahiplerine yüz de bulmuştum. Artık yakın tanışım olmuşlardı. O an Nevzat’ın aslında sadece antikacı olmadığını, geçmişi canlı tutan biri olduğunu fark ettim. Kale dönüşü Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan aşağıya inerken, zihnimde, bu mektupların içine düşmüştüm bile…

Benim, genç süvari subayı ile özdeşleşmem âdeta başından beri kaçınılmazdı: Çocukluğumda, Anıttepe’de oturduğumuz evin karşısında süvari eğitiminin de yer aldığı bir jandarma alayı vardı; hâlâ da duruyor. Eski zamanlarda o alayın kalk borusuyla uyandığım çok olmuştur. Orada atlarla yapılan talimleri çok seyretmişliğim; verilen komutu duyar duymaz istenen şekilde yürüyen atları gördüğümde, binicilerine yardım etmeye çalıştıklarını düşünmüşlüğüm; anneme belli etmeden koynuma soktuğum havuçları en sevdiğim atlara yedirmişliğim de vardır. Genç süvariyse, çocukluğumdan kalan bu hatıralarla birlikte, hemen tanıdığım birine dönüşüvermişti.

Birkaç gün sonrasında evde gizlice mektupların içinde kaybolmuşken, neyle uğraştığımı fark eden karım:

“Bunların hepsini göz önünden kaldırmıştım… Yine yenilerini getirmişsin.”

“Seni bir türlü anlayamıyorum.”

“Rahat bırak şu insanları. Aşağıdaki depo yetmedi, ev de doluyor.”

Benimse elimde değildir: Sahaflardan aldığım hiçbir şeye kıyamam. O eski kitapların satırlarını çizmiş kenarlarına notlar yazmış insanlarla, bir daha bir daha okuduğum mektup ve defterlerin sahipleriyle, fotoğrafların üstündeki yüzlerle birlikte yaşamaya başlarım. Onlara bin bir türlü ses yakıştırırım. Hikâyelerini dinlerim. Anlattıklarında fazlasıyla acı vardır. Bazen karşı çıkmak isterim ama bilirim: Benim hikayemi de, herkesinkini de hayat kılan o acılar değilse nedir?

Belki karımın dediği gibi bir doktora gitmeliyim: İtiraf etmeliyim ki ben de kendimden emin değilim. Sahaflara antikacılara ‘bir daha asla girmeyeceğim’ diye yemin eder, sonra da kendimi tutamayıp o yeminleri bozarım. Bu tutamadığım yeminler, bir zamanlar zihnimi altüst eden hayallerin ardından kendime verdiğim, ama yerine getiremediğim ‘Bir daha asla yapmayacağım’ sözlerini anımsatır. Ve her seferinde, beraberinde o kirlenmişlik duygusunu getirir.

Öte yandan karım onlar için ‘toz yuvası’ der; mikroplu olduklarını, hiç hakları olmadan hayatımıza sızdıklarını ve mutsuzluklarını bize geçirdiklerini düşünür. Bense, bu insanlarla birlikte olmaktan memnunumdur. Karımın beni olduğum gibi kabul etmesini isterim: Kitaplarıma el atmasa, sakladıklarımı bana sormadan ortadan kaldırmasa, en sevdiğim kitapların çifter çifter olmasına takılmasa… ve “Keşke babamı dinleseydim” sözünü her fırsatta tekrarlamasa, derim.

Ama biliyorum, bu takıntımdan kurtulmam galiba imkânsız. Mektupları alışımsa… Kafamın bozuk olduğu bir gün sahaflara antikacılara sadece dışarıdan bakacağım diyerek Kale’ye yolumu düşürmüş; birincisine girdikten sonra, ‘yeminim zaten bozuldu’ diyerek, hepsine girip çıkmıştım. Yine de başarılı sayılırdım: Nevzat’ın dükkânındaki tek vukuatımla o günü kapatabilmiştim.

Mektuplarında ayrı oldukları için acı çeken sevgililer iki yıla yakın süren yazışmalarının sonuna doğru, insanların vazgeçemedikleri o şaşırtıcı hâlleriyle, ayrılıkları bitecek diye üzülüyorlardı. Genç süvari subayının 7 Aralık 1965 tarihli Siirt’ten gönderdiği, karımın beni suç üstü yakaladığı mektup, ‘Güzel Sevgilim’ diye başlıyordu…

2

Güzel Sevgilim:

Tâyinimiz Mardin’e çıktı, bundan emin olabilirsin. Sevgilim, evet, ‘tâyinimiz’ diyorum; senin hep buraya geleceğini ve benimle birlikte olacağın günleri hayal ediyorum. Biliyorum, beni en iyi sen anlıyorsun. Artık eskisi gibi belirsizlik yok. Ne çare ki gideceğimiz gün hâlâ bildirilmedi. Bu arada güzel bir haberim var: Herhâlde on beş gün intikâl izni de verilecek. Bekleyelim bakalım…

Zaman nasıl geçti, şöyle böyle derken nişanlanalı aylar oldu…. Ne şans ki, lağvedilecek bir süvari alayına kura çekmişim. Aslında Siirt’teki hayatımdan da memnundum. Süvari eğitimi alıyor, atlarla haşır neşir oluyorduk. Biliyor musun; attan düşmeyen, süvari sayılmaz diye bir anlayış varmış. Geçenlerde dört nala giderken attan düştüm. O gün subay gazinosunda, “İşte şimdi süvari oldun,” denildi. Beni alkışladılar. İşte Sevgilim, ben Türk Ordusu’nun son süvari subaylarından biri oluyorum. Senin için at üzerinde çektirdiğim bir fotoğrafı da mektubuma ekliyorum. (Zarfların hiçbirinde fotoğraf yoktu. Elimde hâlâ yalnızca Nevzat’ın verdiği o fotoğraf var.)

Demek artık Türk filmlerine gidiyorsun. Beraberken sana ne kadar ısrar ederdim ama ikna edemezdim. Biliyorum sen Büyük Sinema’yı seversin. Hep derdin: “Sinemadan çıkınca kendimi Kızılay’da bulmak çok hoşuma gidiyor.” Eğer gelirsen burada birlikte bol bol Türk filmi seyredeceğiz. Zaten başka eğlence de yok. Marmara Sineması’na gidiyorum, Türk filmleri oynatıyorlar. Önceden bahsettiğim Özgen Sineması’na yabancı filmler geliyor. (Bu sinemaları webde aradım, bulamadım.) Hepsi en az on yıl öncesinden. Kopup duruyorlar; karanlıkta bekliyorsun, makinist bağlasın. Bu yüzden en iyisi Türk filmlerini seyretmek. Bir de senin şaşıracağın, benim alıştığım bir şey var: Buradaki sinemalarda sigara içmek serbest. Sigara dumanlarının elverdiği ölçüde perdeyi görebiliyorsun.

Sana bir de haberim var, çavuş kursunda hocalık yapmaya başladım. Sabahtan akşama kadar dersteyim. Acemi er eğitim bölüğünde ne kadar rahattım. Bazan o bölükteki askerler beni görmeye geliyor, “Teğmenim bizi niye bıraktın,” diye ellerime sarılıyorlar. Bir defasında neredeyse ağlayacaktım.

Son mektubumda hiç şarkı filan dinleyemediğimi yazmıştım ya… Alay gazinosunun radyosu ve teybi tamir edildi. Anlayacağın müzik bakımından şimdi oldukça iyi durumdayız. Geçenlerde transistörlü bir radyo buldum başımı ağrıtıncaya kadar dinledim. Biliyor musun Beyrut Radyosu saat yirmi ile yirmi otuz arasında çok güzel yayın yapıyor, Adamo’yu Sylvie Vartan’ı Sacha Distel’i… hep en güzel parçaları çalıyor. Dinlerken aklıma hep sen geliyorsun. Her bir parçanın ayrı bir hatırası kalmış bende. En çok da Tombe la Neige. Hatırlarsın Türkçesini, Hey Yerde Kar Var‘ı ilk dinleyişimizde Türkçe söylendiğini önce anlamamıştık. Bu şarkı bana, Ankara’nın o çok sevdiğim soğuğunu, karını; 5 Şubat 1965 Cumartesi akşamını, sokakların cam gibi buz tuttuğu o nişan gecemizi yaşatıyor.

Güzel Sevgilim, şu anlarda düşündüğüm tek şey şu: Biz nasıl evleneceğiz? Bu mevzuda önceki mektubumda yazdıklarım, senin de dediğin gibi, hakikaten muğlaktı. Benim hiç param yok. Hatta sana bir gelinlik alabilecek bir paraya bile sahip değilim. Benim şu anda aldığım asteğmen maaşı beş yüz seksen lira. Üç ay sonra teğmenliğe terfi edince bu para sekiz yüz otuz lira olacak. Bu bizi bir süre az da olsa geçindirir. Sonra sana burada bir iş bulmamız gerekiyor. Hemen olacak bir şey değil bu. Eğer iş bulamazsak, seni tanıdığım için söylüyorum, sen buralarda zor durursun; canın sıkılır. Elimizdeki tek eğlence sinemaya gitmek. Orada da sadece Türk filmleri oynuyor. Burada Türk filmi seyrede seyrede belki sen de alışır seversin.

Tam da ciddi bir iş konuşurken böyle bir şaka… bilmem hoşuna gitti mi? … …

3

Mektupları artık evde tutmuyordum. Karımın söyledikleri hep aklımdaydı… Yoksa haklı mıydı? Evde suç üstü basılmam, son sabıkam… kabul etmek istemiyordum ama, dört tarafımda yüksek aşamadığım duvarlar vardı. Kendi kendimin tutsağıydım. Tutunmaya çalıştığım evliliğimse… Anlıyordum; çocukluğumdaki hâllerimin yerini, sahaflarda antikacılarda bulduğum hiç tanımadan eve getirdiğim insanlarla kurduğum anlatamadığım, bu tuhaf ilişki almıştı. “Acaba bu mektuplardan başlasam, kendim olmaktan vazgeçebilir miydim?”

Her şey bir ilk adımla başlamıyor muydu?

Başımı dinlemeye gittiğim çocukluk evimde mektupları okurken bunları düşünüyordum. Bugün artık en çok yaşlı insanların oturduğu, apartman denizi hâline gelmiş Küçükesat ve Anıttepe’de, bizim aileye ait boş duran birkaç ev var. Sözünü ettiğim evler artık hayatta olmayan aile büyüklerimizden kalan, bir türlü boşaltamadığımız evler. İçinde, benim sahaflardan aldığım mektuplara benzeyen mektup desteleri, plaklar, kitaplar, mecmualar, o gün bakkaldan ne alınacağını ne yenildiğini özenle belirten hatıra defterleri, fotoğraf albümleri, artık kullanılmayan tabaklar çanaklar yataklar… her şeyleri olan, toz ve en çok da naftalin kokan evler… Bir ablam son yıllarında, benim de çocukluğumu gençliğimi geçirdiğim, artık terk edilmiş o evlerden birinde yalnız yaşıyordu.

Eşyalarıyla birlikte öylece duran, güneşin sessizce üstüne doğup battığı çocukken kalk borularıyla uyandığım o evde bazen vakit geçirir; zamanla hiçe dönüşmüş şeylerin içinde düşünüp dururum… Yıllar önce de baktığım, âdeta bana inat hiç değişmeyen pencereden sokağı seyrederim. Çocukluğumdaki bozkır hâlini anımsarım. Fark ederim ki her şey değişmiştir. Çocukluğum bile. Pencereyse aynıdır. Dışarıda gördüğüm tek değişmeyen şeyse kediler gibi gelir bana.

Sokakta en çok karşıma çıkan kedinin, çocukluğumda alt katımızda oturan ailenin küçük kızının, bir zamanlar bahçede beslediği Çiçek’in bilmem kaçıncı göbek torunu olduğunu düşünürüm. Pencereden gördüğüm, hep güneş altındaki, duvar babasının üstünde uyumayı çok sever. Rastlaşınca ona, “Nasılsın?” derim. O da keyifli olduğu zamanlarda, veya belki de beni anladığı zaman, yani her zaman değil: Dostça gözlerini kapatır.

Sarılı beyazlıdır, pamuk gibidir, her zaman Arap sabunuyla yıkanmış gibi, tertemizdir. Bana sabun kokuyor gibi gelir. Gerçekten de bana öyle kokar. Elinizde olmadan onu sevmek istersiniz. Yoldan geçen üç beş kişinin onu okşamasından hoşlanır. Ama yakındaki Anıttepe Lisesi’nin çocukları son zilin neşesiyle bağıra çağıra sokağa döküldüklerinde, onları duyar duymaz hemen duvarın arkasındaki bahçeye iner. Etraf sessizleşince saklandığı yerden çıkar, yerine geri döner güneşin tadını çıkarmaya devam eder.

O çocukluk evime son gidişimde, erken gelen baharın güneşi altında uyuduğu sırada onu seyrederken anladım ki bu iki gencin mektuplarını defalarca okumam, onları zihnimde kucaklamam, tıpkı o kedinin istemediği sevgi gibidir.

Anlıyordum: sadece onlar değil, hayatlarını topladığım insanların hepsi dokunulmamak, unutulmak, sessizce yok olmak istiyordu.

4

O eve çok yakın, eski zamanların ruhunu taşıyan beytisini çok sevdiğim, bir kebapçı var. Pencerelerinden bakınca uzaktaki Ankara Kalesi’ni, karşısındaki yokuşun bitiminde yer alan Maltepe Camisi’nin minarelerini, lahmacun kokularını arkanızda bırakıp sokağa çıkıp sağa doğru dikkatli gözlerle bakınca da belki Saraçoğlu Mahallesi’nin bir iki damını ve çok ötesinde, sisler arasındaki Sheraton Oteli’nin yükselen siluetini görürsünüz. Bilmiyorum… Çocukluğumda iyi karne getirdiğimde babamla hep aynı masada karşılıklı oturup lahmacun yediğimiz kebapçıya, mektuplarla gidebilecek miyim? Gittiğimde…

Çocukken çocukluğunu bildiğim sahibi her zamanki gibi orada olacak, “İşin başında durmak gerekir,” diyecek. Bana “Hayrola,” diye bakacak… Ben de ona, “Böyle böyle,” diyeceğim. Ve…

Hepsini fırına alevlerin içine atacağım.

Hepsinden dostça ayrılacağım.

Yepyeni bir insan olacağım.

Olabilir miyim?

Yorum yapın