
Deodorant ve ter karışımı bir bulut gibi cam kenarındaki deri koltuğa çökmeden önce “çok oturmayacağım, akşama misafirim var” demişti. Oysa kırk beş dakikadır burada ve eminim çayın demlenmesini bekliyor. İlk günler sahi sanıyordum, tüm saflığımla beş dakika nefeslenir sonra evine çıkar diyordum içimden. Şimdi biliyorum, kalkmaya hiç niyeti yok. Önündeki cam sehpanın üzerinde iki üç sene öncesinin kadın dergileri duruyor. En kalınlarından birini almış eline. Hangi sayfada ne yorum yapacağını biliyorum çünkü bu Suna Hanım’ın buraya ilk ziyareti değil. Birazdan “ay eskiler moda oldu yine, bu kalın topuklar benim genç kızlığımda da vardı” diyecek.
Eski kuaför dükkanım kimilerinin Kanyon’un arkası demeyi tercih ettiği Gültepe’deydi. Gül gibi takılıyordum ta ki sayısal lotodan üç beş bir şey tutturup üzerine de borç alıp Beşiktaş’a gelip Suna Hanım’ın sahibi olduğu apartmanın girişindeki dükkânı kiralayana kadar. Apartmanın ve doğal olarak dükkânın da mal sahibi olan Suna Hanım neredeyse her gün geliyor ve her defasında “çok kalmayacağım” deyip koltuğa yayılıyor. İki ay oldu, daha kendi annemi ağırlayamadım, halbuki mal sahibi Suna’ya her gün gelsin çaylar gitsin kahveler.
Eminönü’nden aldığım bidon şampuanı “markalı” boş şampuan şişelerine boşaltırken dikti gözlerini üzerime. Bir şey söyleyecek, hissediyorum.
– Huni yok mu huni? Hunisiz olmaz o iş canım benim. Bak ziyan oldu yarısı. Paranın kıymetini bil kızım. Kolay mı kazanıyorsun? Milletin saçıyla tırnağıyla kılıyla tüyüyle sabahtan akşama kadar…
Sabrımı sükunetimi tazelemek için derin bir nefes aldım, şampuanın tropikal esintili kokusu genzime doldu. Karşı duvardaki boy aynasında kendimi gördüm. Saçlarım diken diken olmuş, gözlerim kan çanağına dönmüştü. Ağzımı olabildiğince açmış, ciğerlerimdeki havanın tamamını tüketmek istercesine bağırıyordum: “Aaay!” Boynumdaki damarların atışı neredeyse yan dükkândan duyuluyordu. Başımı önüme eğip “tövbe estağfurullah” dedim. Psikolojimin bozulması için dört ay yeterli olmuştu. Suna Hanım’ın yüzüne diyemediklerim, aynalardan attığım hayali çığlıklara dönüşmüştü. Yutkundum.
Beşiktaş müşterisi Gültepe’dekilerden çok farklı, bunu buradaki ilk haftamda tespit etmiştim. Bilmiş halleriyle beni ekstra yoruyorlar. Her konuda, ama her konuda edecek üç beş lafları var. Dükkânda açtığım televizyon kanalından, çaldığım müziğe, sokak kedilerine su koyduğum kaptan, aldığım gazeteye her şeye illaki bir yorum yaptı hanımefendiler. Neredeyse eski mahallemi ve müşterilerimi mumla arayacağım. Yine de Suna Hanım’ın “parayı kolay mı kazanıyorsun” sorusuna “bütün gün çeşit çeşit kadının nazıyla, cazıyla uğraşıyorum, kazandığımı da sana veriyorum Suna Hanımcım” demedim. Dememeyi başardım.
– Çocuğu gönder, caddenin aşağısında Japon Pazarı var. Onda var huni. Ben geçen gün kavanoz kapağı almaya gittim. Çok güzel boy boy huniler var.
– Tamam Suna Hanım. Gönderirim oğlanı. Sen bir şey istiyor musun, sana da alsın mı bir huni?
– Benim var yavrum, sağ ol.
– Sayende benim de olacak.
– Efendim?
-Yok bir şey.



















