
Bir gölge arıyorum. Gündüz güneşinin sıcaklığı elimdeki sigarayı zehir ediyor. Ağzımda çamur tadı var. Adımlarım toprak yoldan toz kaldırıyor. Solumdaki taşlık araziden bir koyun sürüsü geçiyor. Çoban köpeği kulaklarını dikmiş, büyükçe bir kayanın üzerinden beni izliyor. Su topladığı için derisi soyulmuş parmaklarım, her ihtimale karşı sol elimdeki küreği acıyla kavrıyor.
“Hava çok sıcak, keşke bir araba geçse,” diyor Elif. Taşıdığı poşetin tersine doğru belini bükmüş, yalpalayarak yürümeye çalışıyor.
“Getir ver bana.”
“Yok yok! Ben taşırım seninki daha ağır zaten.”
“Ver şunu.”
Elimi uzatıyorum. Kendini geriye çekiyor. “Hayır abi ben taşırım.”
“Elifff!”
“Tamam ama yorulursan söyle.”
Omzundaki ağırlıktan kurtulunca dili çözülüyor. “Seneye bizim köyde lise açılır mı?” diyor.
-Elli sene sonra bile açılmaz.- “Bilmiyorum, belki açılır.”
“Açılmazsa ne olacak?”
“Ankara’ya gidersin.”
“Babam seni göndermedi, beni hiç göndermez.”
“O zaman burada kalırsın.”
“Ne yapcam ben burada?”
“Köydeki herkes ne yapıyorsa onu yapacaksın.” Söylerken bile canım sıkılıyor. Sıcaktan kısılan gözleri, alnından akan ter, on iki yaşında yorgunluktan titreyen dizleri bunu hak etmiyor.
“Tek başıma gidemem zaten.”
“Belki beraber gideriz.”
“Gerçekten mi?” Gözleri gülüyor. Heyecanlanıyor.
-Hayır.-
Sonra aklına geliyor. “Sen zaten gelemezsin ki askere gideceksin.”
“İzin aldığımda gelirim.”
Yolu kısaltmak için buğdayların arasına dalıyoruz. Tedirginlikle etrafa bakıyor. “Yılan var mıdır?”
“Varsa da görmezsin. Paçanı çoraplarının içine sok.”
Domates tarlasına girince üzerimdeki yükü bırakıp gömleğimin düğmelerini açıyorum. Bir nebze de olsa rahatlatıyor. Kuyuyu çalıştırıyorum. İlk sıradaki dibini göremediğim toprağa dolmaya başlıyor, suyun yüzeye çıkmasını bekliyorum. Sonra diz çöküyorum. Otları, yumuşayan topraktan öbek öbek çekiyorum. Ara vermeden, sonunu göremediğim sıra boyunca devam ediyorum. İleriye değil, sadece önüme bakıyorum. Sağımdaki sıradan bir ses geliyor. Dizlerimin üzerinde doğruluyorum. Elif, kolundan daha uzun bir otu çekiştiriyor.
“Ne yapıyorsun?”
Başını kaldırıyor. Sağ elini alnına siper yapıp, güneşin aldığı gözlerini kısıyor. Kızaran yüzü terden sırılsıklam. Uzun eteğine dikenler yapışmış, sarı saçları başındaki yemenisinin dışına taşıyor. Gülüyor. “Yardım ediyorum.”
“Önce toprağın ıslanıp yumuşaması gerekiyor yoksa çekemezsin.”
“Babam böyle yapmıyor. Çapalıyor.”
Karığa dolan soğuk suyu kollarıma serpiyorum. “Herkes aynı yapmak zorunda değil. Uğraşma sen onunla, bize yiyecek bir şeyler hazırla.”
“Tamam,” diyor. Belini geçen sebzelerin arasında kayboluyor.
İlk sırayı bitiriyorum ve sondaki bendi ayağımla yıkarak, suyun diğer sıraya akabilmesi için yolu açıyorum. Bunaltı geliyor. Ellerimdeki çamuru silkeliyorum ve pantolonumda kuruluyorum. Bir sigara içip devam ediyorum. Gündüz olgunlaşmadığı için toplamayıp arkamda bıraktığım domatesler, öğlen sıcağıyla kızarıyor. Kahverenginin ortasındaki kendi yarattığım yeşillikte, sürekli başa dönüyorum.
Elif yere bir örtü sermiş, yemek için beni çağırıyor. Tuzlanmış salatalık, domates, biber, bir parça beyaz peynir, gözleme ve yarım bazlama var. Çok sevdiği için az olan peyniri onun önüne koyuyorum. Ağzıma bir parça salatalık atıyorum, üzerindeki tuz iyi geliyor.
“Lisede ne öğretiyorlar?” diyor.
“Bilmiyorum. Gitmedim ki.”
“Zeynep sana anlatmadı mı?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Gittiğinden beri konuşmadık, üniversitededir şimdi.”
“Küs müsünüz?”
“Hayır.”
“Neden konuşmuyorsunuz o zaman? Geçen gördüm ben onu.”
-Ben de gördüm.- “Konuşmak istemiyordur. Ya da aklına gelmiyorumdur.” İkincisi olduğuna eminim.
“Liseden sonrası da mı var?”
“Evet.”
“Orada ne öğretiyorlar?”
“Bilmiyorum Elif. Sus artık!”
Yüzü düşüyor. Başını öne eğiyor. İki eliyle tuttuğu ekmeği izliyor.
Tütün çıkartıyorum. Gözlerim dalıyor. Gölge var, serin bir okul koridoru. Zeynep’in elinde soğuk gazoz, tanımadığım bir erkekle aynı koridorda ileri geri yürüyor. Çocuk her konuştuğunda Zeynep dikkat kesiliyor, gözüne her bakışında utanırcasına gülümsüyor. Benden farklı. Benden daha iyi. Kolları, yüzü ve ensesi bembeyaz. Beni kapkara eden kaçtığım güneş, ona daha nazik davranmış. Ayakkabıları yeni, kıyafetleri tertemiz ama kıskandığım sadece bu değil. Anlatacak çok şeyleri var, bildikleri bir sürü şey var. Onlar da benim gibi kahverenginin içinde doğdular ama onlar herkes değil. Ben herkesim.
Tarlada çalışmak istemiyorum.
Herkes çalışıyor.
Hava çok sıcak.
Sadece sana mı sıcak?
Yoruldum.
Bütün köy yorgun.
Neden liseye gidemiyorum?
Çünkü kimse gidemiyor.
Sonra ne olacak?
Kalkıp tarlaya geleceksin.
Peki sonra?
Kalkıp tarlaya geleceksin.
Peki ya daha sonra?
Kalkıp tarlaya geleceksin.
Nereye kadar?
-Sonuna kadar!
Hepsi en başından yazılmış. Zeynep ile birlikte Ankara’ya liseye gidemeyeceğim, serin koridorlarda onunla yürüyemeyeceğim, sadece bir kere gördüğüm Ulus’taki pastanelerde tatlı yerken ışıltılı gözlerini seyredemeyeceğim, hangi işi yapacağım, kiminle evleneceğim, oğlumun dedemden alacağı ismi, yaşayacağım ev, gömüleceğim mezar.
İyi de o zaman benim hükmüm ne?
Ama herkes öyle.
Komşunun kızıyla evlenmek istemiyorum.
Büyüklerin öyle uygun görüyor.
Elif okula gitmek istiyor.
Köyde kimin kızı liseye gitmiş?
Zeynep gitti ama ben gidemedim, Elif de gidemeyecek.
Onlar ayrı.
Biz herkesiz.
En azından tarlada ne yetiştireceğimi seçsem iyi olurdu ama yok, çünkü bütün köy domates dikiyor. Elif’e bakıyorum. Biraz önce sesimi yükselttiğim için gözleri dolmuş. Ellerinin arasındaki ekmeği üzüntüden oyarak hamur yapmış.
“Mühendisliği, doktorluğu ya da öğretmenliği üniversitede öğreniyorlar,” diyorum.
“Çırak gibi mi?”
“Bilmiyorum. Herhalde.”
“Mühendis ne?”
“Arabaları, uçakları falan icat ediyorlar.”
“Keşke mühendis olsam. O zaman güneşte yürümeyiz.”
Onu üzmek istemiyorum ama söylediğim bu yalanlar gerçeği anladığında canını daha çok yakacak. İstemeyerek, “Belki de olursun,” diyorum. Onun gözlerindeki ilerde silinecek olan gülümsemeyi görünce üzülüyorum.
İşe dönmek için kalkıyorum. “Bezi ıslatıp ensene koy, güneş çarpmasın. Eline bir kova al, kızarmış olanlarından topla kendini yormadan.”
Ara vermeden ikindi vaktine kadar çalışıyorum. Yanıyorum. Düğmeleri açık gömleğim terden üzerime yapışmış. Suyun yolunu çizmek için ağrıdan bükülmeyen kollarımla küreği savurmaya çalışıyorum. Bedenimden dışarı sanki bir sıcak hava dalgası yayılıyor. Toz nefes aldırmıyor. Bacaklarımdaki ter, hava almayan pantolonumun içinde rahatsız ediyor. Küreği indirmeden önce başımı kaldırıyorum. Gözlerim bir gölge arıyor. İhtiyacımdan değil, alışkanlıktan. Küreği bir kez daha vuruyorum. Bilerek boşa düşürüyorum. Yüzüstü, domates fidelerinin arasına devriliyorum. Göğsümdeki tere karışan toprak çamur oluyor. Sırtüstü dönüyorum. Akşam güneşi bütün şiddetiyle, kararmış yüzüme vuruyor. Üzerimde siyah kabuklu bir böcek geziyor. Bir süre hiçbir şey düşünmeden böceği izliyorum.
Aklıma Elif geliyor. Uzun zamandır sesi çıkmıyor. Kalkıp çevreme bakıyorum. Ortada yok. En köşeye geçip sıraların arasına göz atıyorum. Son sırada, fidelerin arasındaki karaltısını görüyorum. Yaklaşıyorum. Toprağa oturmuş, kollarını bağlamış ve öne eğilmiş. Yanında, sessizce doldurduğu iki kova domates var.
“Ne oldu?”
“Başım dönüyor.”
Rengi solmuş. Gözlerini açamıyor. Hemen kucağıma alıp suya koşuyorum. Yüzüne, saçlarına ve göğsüne serpiştiriyorum. Kollarımda sıçrıyor, gözleri açılıyor.
“Gidelim abi,” diye fısıldıyor. Sesinde yorgunluk var.
“Gidelim.”
“Kendim yürürüm.”
Kollarımda çok hafif. İnmekte ısrar ediyor. Önümden yürüyor. Domates tarlasından çıkıp buğdayların arasına giriyor. Sallanıyor. Toz toprak içindeki bitkin düşmüş cılız bedeni bir gölge arıyor. Artık okul koridorunun gölgesini değil, herhangi bir gölgeyi.
















