Öykü: Girilmez | Nuran Gezer

Aralık 30, 2025

Öykü: Girilmez | Nuran Gezer

Turunç ağacının altından keskin kayrak taşlarına basarak geçtim. Çiğ badem kokularını taşıyan rüzgarın tatlı iniltisinde, mesken edindiği dağlardan Sabahattin Ali’nin sesini duydum. Yaşım gibi, artık sonbaharın kızıllığını, renkli harelerini geride bırakıp solan, sert uğultusuyla gümbürdeyen Zeytinli Deresi’ne selam durdum. Cömert, hilesiz ve biraz da alıngan doğanın koynuna bıraktığım anılarım hücum ederken; zihnime o kısır, kurak, verimsiz topraklarda yaşamı boyunca ne uzayıp ne kısalan insanlarıyla doğduğum yerleri düşündüm. “İnsan yaşadığı yere benzer” demiş ya şair; haksız sayılmaz. Çorak ve sığ toprak adamı ne bilsin, gümrah ormanların sık ağaçları arasındaki tadına doyulmaz fısıltıları? Vahşi ve el ayak değmemiş yeşilin sonsuzluğunu. Şiir güzelliğindeki bu coğrafyanın kokusunu, tadını, sesini, bereketini.

Sabahleyin erkenden düşmüştüm Kaz Dağ yollarına. Hava mevsimine göre inanılmaz ölçüde berrak, billur gibi, mis… Bulutları ta tepelerinden sertçe yırtan güneşle uyanmak ve dupduru, tertemiz doğanın kucağına atılmak, gücenikliğimi silip süpürüyor. Kırgındım oysa. Yaşımın getirdiği dinginliğe rağmen hızlı hızlı çıktım patikaları. Göz alabildiğine uzanan yaşlı zeytin ağaçları çırpılmış, üzerinde tek tük kararmış eciş bücüş taneler kalmış. Zeytini erkekler çırpar, kadınlar da ayıklar buralarda. Kasım sonlarında gelen bol yağmurlar, dereleri doldurup taşırmış; zeytine can olmuş, iri sütlü memeler gibi dolgunlaştırmış. Bu yıl “var yılı” da ondan.

Bugün benim doğum günüm. Kendimi mutlu etmeye elverişli bir etkinlik bulmak istedim. Yaş aldıkça kendini daha da önemsiyor insan, sonra bir alınganlık geliyor üstüne. Olura olmaza güceniyor. İşte o günlerden biri. Efkarlıyım. Doğum günümü hatırlamayan, vefa duygusunu hafızasından silmiş birinden kaçıyorum. Bakalım nereye kadar?

Kendime mabet edindiğim, yalnızlığımın kuytusu bu dere kenarında, doğanın eşsiz sesinden başka ne bir şey duymak istiyorum ne de bir insan yüzü görmek. Ulu şelalelerin beslediği bu azgın dereyi, çok değil üç ay önce görseydiniz hayrete düşerdiniz. Öyle dalgın, sessiz ve ürkek yol alırken, durup dinlendiği yerlerde serinleyen insanların taşkınlıklarına kahkahaları karışır, yüz yıllık çınarların hışırtılarına kurbağaların vıraklamaları, cırcır böceklerinin tiz ilahisi eşlik ederdi. Oysa şimdi uykuya çekilmiş ıssız köy halkı gibi sessiz, tenha ve mahmur. Dereden yukarıya doğru baktıkça yumuşacık kavisler çizen tepeciklerden zirveyi görürsünüz; henüz kar yağmamış tepelere. Bir tül gibi salınan nemli sis sarıp sarmalıyor, gizini saklıyor. Doğduğum yerlerin yalçın, boz ve kıraç dağlarına hiç mi hiç benzemiyor: Çıplak ve verimsiz; ne bir türkü ne bir masala ev sahipliği yapmamış, doruğunda bulutu da karı da eksik olmayan o üryan dağlara.

“Sonbahar sanattır, diğerleri mevsim,” demiş usta.  İçimi bir hoş eden kokularıyla, hardalın, kızılın, kavuniçinin, bakırın, zümrüt yeşilinden, ördekbaşına limonküfüne kadar, daha adını bilmediğim birçok rengin cümbüşüyle her gün yeniden seyirlik tablolar yaratan doğaya bir kez bakmak bile ömürlüktür. Bura insanı hasadın bittiği, yorgunlukların acelece sona erdirileceği günleri iple çeker; sigaya çekilesi düşmanlıklara inat olsun diye. Doyumsuz manzarasıyla ruhunun derinliklerine sirayet eden inanılmaz iç erinciyle, bahara kadar usulcacık bekler, sabreder… Artık evlerde yağmurun çiseltisi eşliğinde dinginlikle kendini onarmak, tazelemek üzere geniş ve huzurlu bir uykuya dalan Kaz Dağlarını seyreder. Denizin pek de bir anlamı yoktur onun için; yalnızca yazın ekmek teknesidir yazlıkçılar ve deniz kıyısı.

 Evimden ne kadar uzaklaşıp kaçtığımı hesap etmeden, böyle amaçsızca gezinmek hoşuma gitti ve devam ettim yürümeye. Küçük bir kuzgun sürüsü geçti üstümden çığlık çığlığa. Sonra yine, sadece ayakkabılarımın ezdiği otların çiğiyle ıslandı paçalarım. Kocaman yabani ceviz ağacından ürkek bir sincap, kovuğuna gizlendi. Yürüdüm, yürüdüm…

Dönüşte, yağmur önce ince ince, sonra hızla döküldü gökten. Koşarak arabama ulaşmaya çalışırken bir hayli ıslanmıştım. Yağmurluğu çıkardım arabayı çalıştırdım. En sevdiğim sesti yağmurunki. Tıpır tıpır dökülürken damlalar, ormanın içinden çıkıveren bir karaltı gördüm. İki insan başlarına geçirdikleri örtüyle tek kişi gibiydi. Adamın elinde zor taşıdığı bir sepet, kadınınsa belinden sırtına astığı kara önlüğü bir şeylerle doluydu. Seslendim:

 “Ablacım, gelin, gelin! Sırılsıklam olmuşsunuz. Binin arabaya, gideceğiniz yere götüreyim sizi.” Tereddüt etti kadın.

“Kuzum, bizim üstümüz başımız ıslak, çamur; kirletmeyelim arabanı.”

 İçim sızladı. Çekinerek arka koltuğa oturdular.  Orta Oba köyündenmiş bu iki ihtiyar, kestane toplarken yağmura fena yakalanmış, sucuk gibi ıslanmışlardı. Harita gibi çizgili yüzleriyle ikisi birden gülümsedi. Ne çok benziyorlardı birbirlerine; aynı şeylere gülüp, aynı şeylere üzüldüklerinden mi?  Herkese kısmet olmayan!  Hal hatır sorduk.  Aliye abla, adı Aliye’ymiş. “Korkman mı sen, dedi. Kadın başında nasıl geldin buralara? Ayı var, kurt var ormanda.” Yabani hayvan kadın erkek ayrımı yapar mı, acaba, Aliye abla, dedim; gülüştük. “Kaz dağlarının büyülü güzelliğine aldandım kadın abam, vaktin nasıl geçtiğini anlamadım ki!” “ biz de, biz de,” deyip tasdiklediler.

Mehmet amca, emekli orman muhafaza memuru; uzunca boylu, yapılı bir adam. Yıllarca göz açtırmamış kaçak kesimcilere, avcılara. Ormanla var olmuş, ömrünü burada eskitmiş.

Köy yolunda ilerlerken, birden karşımıza çıkıveren, nizamiye kapısı olan, tel örgüyle çevrili alanın girişinde kocaman bir tabela asılıydı: Yasak Bölge – GİRİLMEZ! Önce askeri bölge diye düşündüğüm yeri sordum Mehmet amcaya. “Bir canavar musallat oldu ki, sorma gitsin!” “ Hayrola,” dedim. ”Maden açıyorlar buralara. Köylünün çoğu istemiyor ama bizi dinleyen mi var?”

Köye varınca, soldaki ilk yokuşu tırmanıp tek katlı, beyaz badanalı, kireç kokulu eve ulaştık. Sokaklar daracık, evler sırt sırta vermiş sarhoşlar gibiydi. Arabayı park ettim. Bagajdan sepeti ve abayı çıkardık. Eve buyur ettiler; doğrusu, nazlanmadım. Islanmıştım. Üşümüş, acıkmıştım. Ayrıca bu insanların neler yaşadıklarına dair içimde güçlü bir merak duygusu uyanmıştı. 

Ahşap evin tavanı sıra sıra mertekler; bembeyaz kireç duvarlar, duvara asılı halı ve reklam baskılı dijital saat, ilk gözüme çarpanlardı. Köşede bir kuzine üzerinde güğüm, tahta bir sedir üstüne serili çaput kilim, kök yastıklar, bir göz kirli cam… ve bir bağlama. Mehmet amcanın olmalı. Üstlerini değiştirdiler. Bana da bir şalvarla kazak verdi ev sahibi. Hemen çay koydu ocağa. Yer sofrasını kurdu, dolaptan peynir, koca bir çanakla yeşil zeytin, tam banmalık kekikli biberli zeytinyağı ve bir kase de bal koydu sofraya. Kavrulmuş turp otlarının üstüne yumurta kırdı. Ekşi mayalı ekmek dilimledi. Doyurduk karnımızı. Bir ağırlık çöktü üstüme, esnemeye başladım. Şurada deliksiz bir uyku çekmek için neler vermezdim.

Toparlandım. Yağmur usulca çekilip sahneyi terk etmişti. Arka bahçede, enva-i çeşit çiçeklerin arasında, mis gibi toprak kokusunu iliklerime kadar çektim. Aliye abla, senelerce sohbete, muhabbete hasret kalmışçasına anlatıyor da anlatıyor.

“Gene dağa çıktık bi’ gün efendiyle. Ben kantaronla, sumak topluyorum. Ayı gelmiş görmedim. Gaçmaya başladım, atladı golumu gaptı, elimde tara, bir vurdum buna, can havliyle… Bir kaçışı var görsen. Mehmet’in ruhu duymadı, açmış radyoyu türkü dinliyor.”

 “Hep böyle misiniz? Mutlu mesut, hep güleç? Hiç kavga etmez misiniz siz?”

Mehmet amca atıldı.

 “Ay güzel kızım, edilmez mi! Bu deliye uysam ben o ho!”

 Yumuşacık bakıp göz kırptı Aliye’sine.

 “Artık o fasılları çoktan geçtik biz. Derdimiz birbirimizle değil. Dedim ya, birkaç ay önce birtakım adamlar geldi, gençlere iş vereceğiz, yol getireceğiz, zengin olacaksınız diye vaatler, sözler.” Yutkundu.  “Ne yaparız, nereye gideriz? Hadi bizim bir ayağımız çukurda. Ya gençler, çocuklar? Böyle zulüm olur mu? Ne yapsın bu köylü?Canımız burnumuzda bekleşip duruyoruz işte.”

Bu olağanüstü güzelliği yok etmeye hakları var mıydı?

Çakalı, kurdu, karıncası, şahini, sıçanı, sansarı, domuzu nereye gidecekti? İnanamıyordu gözünün önünde olan bitene. Aklı almıyor, bir türlü kabul edemiyor ve dayanamıyordu. Sesi kekre, gözleri donuk, dalıp gitti. Adeta acımtırak suskunluğunun ağır enkazına gömüldü.

 Küçücük kabuklarında yalın ve duru kelime dağarcıklarıyla,  birkaç kilometrekarelik alanda dinginlikle, hep yetinerek, gözü gönlü tok, parayla kirlenmeksizin ömrünü noktalamaya çalışan bu insanların dertleri hayat memat meselesiyken; benimki lüzumsuz şeylerle uğraşmaktan başka neydi? Hatırlanmak bu kadar önemli mi, yok doğum günümmüş de… Kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanırmış ya! Yağmurluğuma sarındım ve çıktım yola. Elime zorla tutuşturdukları torbada kestane ve Havran mandalinaları vardı.

Yorum yapın