
“Geçen gün dolapları düzenlerken sana yazdığım mektubu buldum. Yıllar evvel işte… Saklamıştım… Ne zamandır vermek istiyordum… Bulamıyordum…” dedi ve sustu. Kadının sesi telefonun sonuna doğru inceldi bir iç çekişle: “Geliyorsun değil mi? Sana ulaşamayınca… Not bırakmıştım dün.” Gözde de masasında not defterini karalıyor, en sevdiği kedi merdivenini çiziyordu. Gözde için o anne değil, sadece bir yabancıydı, bir kadındı. “Almadım notunu… Ne zaman demiştin, dışarıdaydım.” Aralara da anlamsız şekiller. Üçgen, yıldız, kesik kesik uzayıp giden çizgiler, ince kalın noktalamalar ya da daire içine daireler… İstemsizce “Ne mektubu?” diye sordu. “Mektup işte… Önceden, çok önceden yazmıştım. Benim için önemli.” En son kare şeklini de çizdi, üstüne üçgen çatıyı çizmeden kalemi kenara attı. Gözlerini saate devirdi. Yanaklarını şişirdi. Sıkkın bir “Peki…” çıktı ağzından. “Müşterim geldi şimdi kapatmam lazım, hafta sonu uğramaya çalışırım,” diyerek sonlandırdı. Bakışları şehrin gürültüsünü kesen renkli camların önündeki küçük fesleğene takıldı. Annesinin ilk ziyaretinde getirdiği… Ne zamandır öyle bir başına duruyordu. Duvardaki saatin tik takları fazla geldi o an. Günışığı yavaş yavaş turuncu-kırmızı bir renge boyanıyordu. Akşamın derinleşen gizeminde kaybolmaya az kalmıştı. Jalûzilerin gölgeleri duvarlara çizgi çizgi yansımıştı. Işık oyunları son evresindeydi. Nereden çıktı şimdi bu mektup? Ne gereği var ki! Soru dolu gözleri odanın bütün duvarlarını taradı. Öğleden önce masasına bırakılan imza föyünü tamamlamak için oturmuştu. Tek tük çalan telefona cevap veriyor, asistanının getirdiği küçük notları hızlıca ayıklıyordu. Öncelikle işle ilgili notlara tek tek döndü. Tedarikçiler, bankalar, su tesisatçısı, annesi, ev sahibi, Cem… Köşeye attı hepsini. Annesinin o ofis dışındayken bıraktığı nota gözü takıldı: “Pazar öğlen bekliyorum kızım.” Kaşlarını çatıp bir süre kâğıda öylece baktı. Harflerin dizilişi bile onu rahatsız etmeye yetti. Hiç sırası değil ki şimdi… Omuzlarına düşen saçlarını bir çırpıda arkaya attı.Diğer işlerini aceleyle tamamlarken, boynundaki fuları gevşetti. Ona göre düşünmeye vakit olmamalıydı. Aralarda boşluk olmasını hiç sevmezdi. Çalışkanlığıyla övündüğü zamanlarda kendini bir orkestra şefi gibi hissederdi. Her şey kontrol altında olmalıydı. Her şeyin bir ritmi, bir dengesi vardı: zamanının, planlarının, hatta hayallerinin bile.
Çocukken tam yeni yeni hayal kurmayı öğreniyordu ki annesi gitmişti. Saf hayalleriyle kalakalmıştı… Çaresiz, buruk… Sekiz yaşındaydı. Her şeyi babasından öğrenmeye başladığı zamanlar. Evin anahtarının sorumluluğunu almayı, bir yumurta kırıp karnını doyuruvermeyi, ancak belirli saatlerde sokakta oynamayı, akşam karanlığı çökmeden eve gelmeyi, kim o demeden kapıyı açmamayı… Annesine dair aklında silik görüntüler kalmıştı: parkta geçirilen vakitler, resim yapılan saatler, okulun kapısında bekleyişler… Ve zihnine kazınan o sert pazar günü. Kelimelerin birbiriyle çarpıştığı o yükselen parlamaların arasında annesi eğilmiş “Şimdi gidiyorum ama geleceğim kızım,” demişti. Çalışmak… Özgürlük… Ben de ben de büyüyen gözleriyle…. Kesik kesik hatırlayabildiği bu sesler bu görüntüler… Ona bir oyun gibi gelmişti. Küçük bedeni annesinin ardında kalakalmıştı.
Son imzayı da atıp föyü kapattı. Düşünceler istemediği halde peşi sıra takip ediyordu. Hiç durmadı üstünde. Hızla kalktı yerinden. Kapılar kapalı, kendini sessiz bir filmin içinde gibi hissediyordu. Kollarını birbirine dolamış, plazanın on ikinci katından aşağıdaki insan kalabalığına bakıyordu. Bir ara elini camın önündeki fesleğene tam dokunacakken çekiverdi. Kafasını cama dayadı. Ona göre hepsi, daralan akşamı yakalamaya çalışan karıncalar gibiydi. Çalışmak da olmasa insan kendini nasıl eyler ki hiç bilemiyorum. Gevşettiği fularını çıkarıp koltuğa fırlattı. Günü bitirmişti, ama hâlâ bir huzursuzluk vardı üzerinde. Ne annesinin sesi ne de telefonuna dönmediği için gerilmiş sevgilisinin çıkışları için hazırdı. Aramak için bahane yaratıp duruyor. Biliyorum ben… Şimdi de bu mektubu çıkardı.
Dalgın adımlarla odasından çıkıp asansöre yöneldi. Birkaç saniye farkla kaçırınca ilk defa merdiveni kullanmaya üşendi. Koridorun sonundaki asansöre yetiştiğinde, satın alma bölümünden pembe suratlı Nihat Bey’le karşılaştı. Gözlüklerinin ardında aynı mülayim bakışlar, yine karısıyla konuşuyordu belli ki. Gözde’ye başıyla kısa bir selam verdi. “Tamam hanım… Hı hı tamam alırım. Geldi mi çocuklar? Aa iyi… Yok yok ben hallederim, merak etme.” Gözde aşina olduğu kesik kesik bu konuşmaları dinlerken aynanın önünde oyalanıyordu. Bıkmadan usanmadan nasıl da dinliyor karısını. Her seferinde aynı cümleler. Katlar boyunca konuşmadan indiler. Kapı açılır açılmaz adam şişman göbeğiyle ilerledi, sanki tuhaf bir neşeyle kapıya atıldı. Adam ne mutlu yahu. Bu konuşmalar arasında Gözde bir an dalıp kaldığını fark ederek telefonun çalışıyla irkildi. Arayan Cem’di. Açmadı. Bir an önce eve varıp ayaklarını uzatmak istedi. Masadaki notu hatırladı. Pazar öğlen bekliyorum, kızım. Kızımmış! Gözlerini kıstı. Bir bahane uydursam, hasta oldum desem. Ne var yani, çıkıp eve gelmez ya! Yok, hiç belli olmaz… Gelir mi gelir…
Uykusuz geçen bir gecenin içinde, o büyük odada en sevdiği sessizlikle oturuyordu. Ne sehpadaki mumların yarattığı loşluk ne de cama vuran yağmur sesi uykuya çekiyordu onu. Gözlerini kapadı, birkaç saniye sonra açtı. Kiremit rengi koltukta, dizlerini kendine çekmiş, kollarını bacaklarına dolamıştı. Bakışları sehpadaki vazoyu, pencere kenarındaki saksıları, kilimin kıvrılan ucunu, duvardaki siyah beyaz fotoğrafları dolandı. Bağ kurduğu şeyler bu kadarcıktı. En son küt saçlı küçük kızın gözlerine kondu bakışları. Parktaki vedayı bölük pörçük hatırlıyorum… Hararetli konuşmalar… Sonra babamın elini sımsıkı tutuşum. İyi ki çekilmişiz bu fotoğrafı be babam. Senle başlayan yolculuğumuzun ilk gününden hatıra. Parmaklarıyla alnını ovuşturdu. Birkaç gündür, alnından başlayıp ensesine kadar süzülen bir baş ağrısı, tanıdık bir misafir gibi dönüp dolaşıp geri geliyordu. Bahar yağmuru hüzünlü düşüncelerin akıp gitmesine de eşlik etti. Uzun beyaz perdelerini sonuna kadar açtı. Karşı dairelerin küçük pencerelerinden süzülen ışıkların evinin içine dolmasına izin verdi. Her ev kendine göre telaşları, mutluluğu, ayak sesleri, mırıldanmaları, yemek kokuları, koridorların açık kalmış ışıkları, yaşlılığı, yoksulluğu, çocuk sesleriyle doluydu. Bunu düşündüğü anda dudaklarını yemeye, avuçlarını sıkmaya başladı. Onunla olmak iyi gelmiyor bana, yok… Evim soğuyor sanki. Tüm boşluklarımı açığa çıkarıyor. Üzerimden atamıyorum bu hissi. Ne yapsam olmuyor. Uyuşamıyoruz. Benzeşemiyoruz. Gözlerimizle tartışıyoruz. Hiç konuşmadan. O, umursamıyor. Eğer umursasaydı, sekiz yaşındaki bir çocuğu kendi istekleri uğruna terk eder miydi? İşmiş, kariyermiş… Bir anne bunu nasıl yapar? Bilmiyorum. Hiçbir zaman da bilemeyeceğim… Aile kurmak mı? Boş ver. O sırada Cem’den art arda gelen mesajlara baktı. Hiç içinden gelmiyordu şimdi onu aramak. Bana bıraktığı en büyük miras, işte bu cevapsızlık. Bu saatten sonra annelik mi edecek? Kabul edemiyorum. Suyun kuma yaptığı gibi… Her şey nasıl da siliniveriyor iz bırakmadan… Sadece huzursuzluk… Sekiz yaşına kadar geçen zamanı, zihninde tutmaya, anıları canlandırmaya çalışmaktan yorulmuştu. Onunla geçirdiği vakitler yan yana tutturulamayan kareler gibiydi. Anne-kız olabilmenin mümkün olabileceği zamanlar çoktan yitirilmişti. Tüm bunları düşüne düşüne gün ağarırken uyuyakaldı.
Pazar sabahı güne birkaç saatlik uykuyla başladı. Kalkar kalkmaz kahve makinasını çalıştırdı. Başında beklerken Ne anlatacaksın ki bana diye söylendi. Yatağını toplamadan, sıcak suyun altına girdi. Bedeni, uykusuzluğun yükünü iliklerine kadar hissediyordu. Saçlarından süzülen sular memelerinden, sırtından aşağıya aktıkça daha da gevşedi. Nasıl bir gerekçen var ki… Kendinde bunu hak görüyorsun. Duştan çıkarken ayağı kaydı, kendini zor toparladı. Üzerine geçirdiği bornoz sertleşmiş, tenine batıyordu. Aldırmadı. Kahveden bir yudum aldı. Mektupmuş! Yazılan hiçbir şey yaşananlardan daha önemli olamaz. Bir yudum, bir yudum daha. Az da olsa kendine geldi. Telefonu çaldı.
“Öğleye doğru bekliyorum Gözde. Geliyorsun değil mi? ”
Gitmezse bu işten kurtulamayacaktı. “Tamam,” dedi yükselen öfkesini bastırarak. Bu nasıl bir ısrar ya! Telefonu fırlatarak koltuğa bıraktı kendini. Yüzünü elleriyle kapatıp öylece durdu bir süre. Telefondaki kararlı ısrarcı ses tonunu tekrar tekrar duyuyordu kulağında. Yıllar önce parkta vedalaşırken ki halinden ne farkın var? Değiştiğini mi sanıyorsun? Gidişinin hemen ardından ateşler içinde yanarken, babasının başında nasıl da nöbet tuttuğunu… Hele bir gece yarısı sabaha kadar kusup üstünü başını temizleyişini unutamıyordu. Ne kadar ısrar edersen et, anıları değiştiremezsin. Her şey her zaman senin istediğin gibi olamaz. Yok… Gitmeyeceğim… Yapamıyorum.
Uzun caddenin bir ucunda kendisi, diğer ucunda annesi oturuyordu. Gözde’nin gönlü olmasa da kadın yakın olmayı istemişti… “Böylesi daha iyi olur,” demişti bu şehre dönerken. Kapı açılır açılmaz “Hoş geldin” deyip sarılıp öptü. Çok da alışık olmadığı bir tavırla sarmalanınca önce irkildi sonra istemsizce kendini çekti Gözde. Sayılıydı bu eve gelişi. Balkonda küçük yuvarlak ferforje mermer masa, üstünde dantelli örtüsü, iki tabak, çatal, çay bardakları… Sandalyeler kırmızı pembeli sardunyalara dönük, yerli yerindeydi. Bir anne ortamı yaratmaya çalışmış. Coşkulu, parlak… Bakışları balkon kapısındaki terliklere, ortadaki küçük kilime, devetabanına kaydı. Ardından duvarda boy boy asılı uçan kuşlara, ferforje mavi sandalyelerin hepsinin bir nizam içinde duruşuna…
Masanın üstündeki küçük beyaz saksı içindeki fesleğene gözü değdi.
“Ne güzel değil mi, mis gibi senin ofistekinin aynısı.”
“Çiçeklerle aram yok.” Sandalyede hafifçe kıpırdandı.
“Kokla bak. Dokunursan kokusu kalır elinde.”
Gözde omuz silkti. “Yok, canım istemiyor,” der demez sustular.
Kadın bir süre karşı binanın balkonundaki yaşlı karı kocayı izledi. Ardından “Fesleğenin tabii öyle çok albenisi yoktur. Ama dokunursan varlığını hissettirir.” Bunu söylerken arada gözlerini kaçırıyor, ojeli ellerini ovuşturuyordu.
“Yani… Dokunulmadıkça kokusunu vermez diyorsun.”
Peki sen neden bunca yıl bana dokunmaktan kaçtın? O ara ara gelmelerinde ben doyuyor muydum ki sana. Tabii sen o zamanlar beni duyamazdın. Gençliğin ve kaçırdığın kariyerini yakalama peşindeydin. Şimdi anneliğini yakalama peşindesin. Hiç işte! Ama telafisi oluyor mu? Olmuyor. Çocuktum, en çok ihtiyacım olduğu zamanlarda fotoğraflarınla idare etmek bana düştü. Okul çıkışı çocuklarını almaya gelen annelere bakıp durdum ben. Sen ancak belirli aralıklarla beni görmeyi uygun gördün. Ben bayram seyran günlerinde aradan çıkarılmaya değer görülecek bir çocuktum senin gözünde. Gözde, elinde çatal, keki tırtıklıyordu. Ağzından hiçbir söz çıkmadı. Yutkundu.
“Kekin yanında çay da içelim mi?”
“Çay sevmem” diyerek gözlerini saksının altındaki sararmış kâğıda dikti Gözde. Parmağıyla masanın üstünde daireler çiziyordu.
“Hay Allah! Nasıl da unutmuşum. Kahve, kahve getireyim ben sana hemen.”
“Hayır, istemem böyle iyi… Çok kalmayacağım zaten.”
Kadının yüzü gerildi. Çocukların bağrışmaları, sokak satıcılarının, elektrik direğinin dibine yanaşan kamyonun sesi, kopuk kopuk konuşmaların arasını dolduruyordu.
“Yağmur sonrası açan güneşi çok seviyorum,” dedi. Sardunyaya dokundu.
“Her şeyi alıp götürüyormuş gibi, değil mi?”
Kadın çayını karıştırdı. Kekten bir çatal alıp ağzına götürdü.
“Çok çalışıyorsun galiba,” dedi narin bir sesle.
“Her şeyi unutturuyor bana.”
Yağmur sonrası balkona vuran güneş bir anda kayboldu.
Kadın kalktı, içeri geçti. Gözde çekinerek dokundu fesleğene, elini kokladı. Yüzünü buruşturdu, ellerini pantolonuna sildi. Annesi elinde ipek bir şalla döndü. Gözde’nin boynuna doladı.
“Çok severdim çalıştığım yıllarda. Sana da yakışacağını düşündüm.”
Gözde’nin zoraki gülümsemesi daha da dondu.
Ayaklanırken, “Yarın iş var, kalkmam gerek,” dedi.
“E iyi… Madem öyle…” Kızı toparlanırken telaşla saksının altındaki kâğıdı parmağının ucuyla ona doğru itti. “Telefonda bahsetmiştim hani… Bir mektup var diye…”
“Niye yapıyorsun böyle bir şeyi? Öf…”
“Al, lütfen! Oku sadece.” Gözde içindeki güçlü merak ve kayıtsızlık arasında kaldı. “Biliyor musun…” dedi, gerisini getirmedi. Mektubu annesinin yüzüne bakmadan aldı, avcunun içinde sıktı.
Caddenin başında dönüp baktı. Balkonun görüş alanından çıkar çıkmaz daracık bir sokağın içine girdi. Gelen geçen de yoktu pek. Sırtını girişteki binanın duvarına dayadı. Bu soluksuz kalmak da neydi böyle? Ayakta duramayacağını anlayınca apartmanın önündeki basamağa oturdu. Annesinin verdiği ipek şal ayaklarının dibine kaydı. Avcunun teriyle ıslanmış mektubu okumaya başladı: “Canım kızım henüz sekiz yaşındasın. Sana bunları yüz yüze nasıl anlatırım ki… Şimdi anlamak için çok küçüksün, biliyorum… Kafam şu an karmakarışık. Bir sürü şey geçiyor aklımdan. Böyle anlatırsam sana ifade edebilirim gibi geliyor. İnanıyorum bir gün bu satırları okuduğunda anlayacaksın beni. Anlatacağım, dinle bak” cümlesini bitirir bitirmez içindeki sese kulak verdi. Ne yapıyorum ben böyle? Neyi değiştirir ki? Geri getiremeyeceği çocukluğumun yerini hangi cümleler alır? Satırların arasına gizlediğin anneliğinin bende ne kadar yeri olur. Daha fazla devam edemeyeceğini anladı. Kızaran gözlerinden boncuk boncuk gözyaşları dökülürken mektubu ikiye ayırdı. Anlayacakmışım öyle mi? Niye ben? Çocuk halimle sen beni… Beni… Nasıl da silkeledin… Dokunursan kokusu kalırmış öyle mi? Dişlerini sıkarak bir çırpıda parça pinçik ettiği mektup şalın üstüne, etrafa saçıldı. Ellerini kokladı, fesleğen kokusu uçup gitmişti. Avuçlarını üstüne başına sürdü yol boyunca. Ardında ne bıraktığına bakmadan yürüdü gitti.

















