Nesneler Unutmazken Bir Aşkın On Günü | Atakan Atabeyoğlu

Kasım 27, 2025

Nesneler Unutmazken Bir Aşkın On Günü | Atakan Atabeyoğlu

Güçlü görünenin kırılganlığı, kırık sanılanın direnci; ‘Bir Aşkın On Günü’, aşk denen o kadim labirentte, kendini bulma cesaretinin hikâyesi. İrem Uzunhasanoğlu, okuru bir aşk hikâyesinden öte, bir kadının kendiyle ve aşkla hesaplaşma sürecine davet ediyor. Hastane koridorlarında geçen on gün, Aylin’in hayatındaki tüm kırık parçaları birleştirecek mi?

İrem Uzunhasanoğlu, 1983 doğumlu; Toplumsal Cinsiyet, Edebiyat Kuramları ve Amerikan Edebiyatı dersleri veriyor, Oksijen gazetesinde ‘Kitabın Nabzı’ köşesinde haftalık kitap yazılarını sürdürüyor. Kendini kabul ettirmiş, beğenilen bir romancı da.

Uzunhasanoğlu’nun, aşkın tabiatına bir yolculuk imkânı tanıdığı yeni romanı ‘Bir Aşkın On Günü’ yakın bir süre önce Doğan Kitap etiketi altında okurla buluştu. Romanın baş kahramanı Aylin’in hikâyesine odaklanıyor ‘Bir Aşkın On Günü’.

Aylin’in hikâyesi yarım kalmış bir çocukluğun, kırık bir gençliğin ve yıllara yayılan bir aşkın iç içe geçmiş izlerinden oluşuyor. Gerçek adı Esma olan bu kadın, anne sevgisinin eksildiği, baba figürünün yerini üvey karakterin aldığı, güven duygusunun erken yaşlarda hasar görüp sonrasında tamir edilemediği bir evde büyümüştür. Bu zor şartların kaçınılmaz sonucu Aylin’in evden kaçışını sadece özgürlük değil, bir başka bataklığa sürüklenen yalınayak bir çırpınış olduğunu anlamalıyız.

 Aylin’in tek başınalığı onu Tekin (aslında -siz takısını eklemek isabetli olur; Tekinsiz) isminde karanlık bir adamla erken ve yanlış bir evliliğe sürükler. Tekin’in uyuşturucuya saplanmış hayatı, çatlak bir musluktan damla damla akıp bir gün bütünüyle kırılan bir düzen gibidir, adam ölür.

Esma hayata tutunmaya çalışır, ama dokunduğu her şeyin elinde kırık bir kapı kolu olarak kalmasına alışmıştır artık. Bakamayacağını bildiğinden içi kanayarak geride bıraktığı oğlunu nüfuzlu bir tarikat şeyhi olan üvey babasına emanet eder ve şehrin tekinsiz sokaklarına, kalabalığın sağır uğultusuna sığınır.

Böylesi bir hayatın ortasında üniversitenin gazetecilik bölümüne girer Aylin; her şey hâlâ kırık döküktür ama çocukluğundan beri çatlamış bir zırh gibi taşıdığı dayanıklılığı, onu hayatta tutar. Sınıflarındaki Gülfem, hayatına arkadaşlığın ve kaderinin gizli kapılarını açacak bir eşik olarak girer.

Gülfem’in babası Aykut, toplum içinde görünürlüğü yüksek, güce alışkın, siyasetin sert koridorlarında ilerleyen biridir; Aylin için başlarda yalnızca güçlü bir figür, gazetede yükselmesini kolaylaştıran destek gibi görünse de zamanla aralarında bambaşka bir yakınlık doğar.

Aylin’in Aykut’ta iki insan görmesi boşuna değildir: Bir yanı kimseyi sevmeyecek kadar yıkıcı, gücüyle baştan çıkarıcı ve hükmeden bir varlıkken, diğer yanı dokunulduğunda boynunu eğen bir küstüm çiçeği kadar kırılgan, bir çocuk kadar aciz biri… İşte Aylin tam da bu iki yarığın arasındaki eşikte hapsolur; vahşi yanı kullanır, kırılgan yanını yıllarca sever: “Birbirlerini seçtikçe, birbirlerine çarptıkça, aşklarını dünyanın uğultusundan saklanmış bir elmas gibi korudukça daha çok bağlanırlar.”

 Aylin’in içi rahat değildir ama: Ne de olsa Aykut evlidir, yakın arkadaşı Gülfem’in babasıdır da. Aralarındaki bağ, saklanamaz raddeye gelse de Aylin her ayrılma kararında Aykut’un gözlerinin içinde onu eriten, tüm kararlarını buharlaştıran bir güce teslim olur;  geçmişteki yaraları da, bugünkü iradesi de, Aykut’un onun üzerinde kurduğu güçlü çekimle yarışamaz. Güçsüz ve zayıf hissettiği anların utancı içinde, “Ben böyle bir kadın değilim, güçlendim, dayanıklıyım” diye kendini yoklasa da Aykut’un sesi, dokunuşu, kırılganlığını Aylin’e teslim olan hâli onu her defasında geri döndürür; kalbi sadece ve sadece Aykut’un karanlığına ve ışığına aynı anda bağlıdır.

Aylin ve Aykut bu süreçte uzak bir coğrafyaya, Hindistan’a gittiklerinde aslında aşklarını değil, kendilerini aramaktadırlar. Buda öğretisinin dinginliği, yaşam ve aşk üzerine felsefeleri Aylin’in zihninde yankı yapar, karşılık bulur; bu yolculuk iç dünyasında zamanla genişleyen bir boşluk, bir aydınlanma, bir hatırlayış hâline dönüşür. Aylin, geçmişten kaçmanın değil, onunla yüzleşmenin yolunu orada öğrenir.

Derken Aykut’un hayatındaki gölgeler büyür, tarihi eser kaçakçılığı suçlamasıyla tutuklanır, hapse düşer. Bu süreç Aykut’u çivilerinden söker, hapisten çıktığında artık eski Aykut değildir. Gücün, siyasetin, görünürlüğün gölgesinden çıkmak ister: Boşanır, siyaseti bırakır, Aylin’le evlenme isteğini açıkça dile getirir. Öte yandan Aylin’in yıllardır görmediği oğluyla yeniden bağ kurması, üvey babasıyla yakınlaşması, kendi çocukluğunun içini kemiren karanlıkla tek tek yüzleşmesi onun sayesinde olmuştur.

Hayat akıp giderken kırk yaşın ruhsal çalkantıları, geçmişin gölgeleri, “Annabel Lee” şiirinin hüzünlü yankıları, aşkın ışığa ve karanlığa bakan yüzü romanın su gibi akan ritmine karışır. Sonrasında her şeyin yönünü değiştiren o büyük kırılma olur: Aykut büyük bir trafik kazası geçirir, hastaneye kaldırılır; zaman, yoğun bakımın soğuk ışıkları altında donup kalmıştır.

Roman, Aylin’in hastane koridorlarında geçirdiği on günlük bekleyişten almıştır adını. Bu on gün, yalnızca sevdiği adamın yaşam mücadelesine şahitlik değil, aynı zamanda kendi yaşamının en gizli mahzenlerine indiği, hatırlamak zorunda kaldığı, affetmeye mecbur bırakıldığı, kendini yeniden kurduğu bir iç yolculuktur. Bu süreçte, yılların içinden çıkıp gelen ve her biri bir eşyayla simgelenen anılar, Aylin’in zihninde bir anda parlayan yıldız gibi açılır: kırmızı battaniyenin söküğü, kanepenin lekesi, buhurdanlıktan yükselen kekik kokusu, eski mektuplar, fotoğraflar, gözlük camında birikmiş zaman… Her birinin çağrışımları farklıdır: Eşyalar unutmaz; çünkü insan belleği kimi zaman dayanamadığı için siler ama nesneler hafızayı taşımayı sürdürür. Aylin de her bir eşyanın içinde hem geçmişine hem Aykut’a hem de henüz adını koyamadığı kendi geleceğine dair bir iz bulmuştur.

Bir gün geçmişin kapısı açılır, çocukluk ardiyesindeki anılar sızar içeri; başka bir gün Aykut’un yalanları, sessizlikleri, sakladığı sırlar görünür olur; diğer bir gün Aylin kendi güçsüzlükleriyle, yıllardır taşıdığı yaralarla yüzleşir. Aşk dediği şeyin yalnızca bir sığınak değil, bazen bir körlük, bazen bir direnç, bazen bir mahkûmiyet olduğunu anlar. Fakat aynı zamanda bir umut, yeniden inşa etme gücü, varoluşu yeniden tanımlama cesareti verdiğini da fark eder.

Onuncu günün sonunda hiçbir şey başladığı yerde değildir artık; sırlar açılmış, maskeler düşmüş, Aylin’in bütün kırık parçaları yeniden birleşmiştir. Aykut’un akıbeti ne olursa olsun, Aylin kendi kaderini, kendi sözünü, kendi geçmişini sahiplenmiş bir kadına dönüşmüştür.

Finali merak edenlerin, kitabı son sayfasına değin okumaları gerekecek.

Kurtarıcı Arayışı Değilse Ne?

‘Bir Aşkın On Günü’, okuru sadece bir aşk hikâyesinin değil, bir varoluş çalkantısının kalbine götürüyor.

 Aylin’in psikolojik haritası, terk edilme korkusu ve güç ihtiyacı arasında gidip gelir. Çocukluğunda eksik kalan sevgi, onu güçlü görünen, amma velâkin kırılgan bir figür olan Aykut’a çeker. Bu çekim, basit bir “kurtarıcı arayışı” değil, bilinçdışının tamamlanmamış bir denklemini tamamlama çabasıdır. Aykut, baba figürünün otoritesini ve kaybetme korkusunu temsil etmektedir. Aylin’in ondan ayrılamaması, bir bağımlılık değil, kendi kırılganlığını kabul etme direncidir. Onun gücüne tutunur, çünkü o güç, kendi içindeki güçsüzlükle yüzleşmekten daha az acıtıcıdır.

Aykut, iktidar ve çaresizlik arasında salınan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Toplum içindeki gücü, özel hayatında zırh işlevi görür; ancak bu zırh, en çok sevdiği kişiye yaklaştığında çatlar, Aylin’e bağımlılığı, güçsüz olduğu anları ona emanet etmesiyle anlam kazanır. Bu, bir erkeğin toplumsal rolünün dışına çıkıp insan olarak kırılganlığını kabul etmesidir, teslimiyettir; tutuklanması ve hapishane deneyimi, bir düşüşten çok, maskelerin düştüğü bir arınma sürecidir. Nitekim gücünü değil, kendini sevdirmek zorundadır.

Hindistan yolculuğu, mekân değişikliğiyle beraber, zihinsel bir sıfırlanmadır aynı zamanda. Buda öğretisinin dinginliği, Aylin’in zihninde bir ayna işlevi görür: Kendi yansımasıyla yüzleşir, kaçtığı her şeyi aslında içinde taşıdığını anlar. Bu, psikolojide “kabul ve kararlılık” temelli bir tedavi sürecidir. Geçmişle barışmak, onu unutmayı değil, taşımayı öğrenmektir.

Hastane bekleyişi ise romanın psikolojik doruk noktasıdır diyebiliriz. Aylin, burada sadece Aykut’un hayatı için değil, kendi benliği için de savaş verir. Her bir nesne-battaniye, koku, mektup-onun hafızasında kilitli kalmış duyguların anahtarı olur. Nesneler unutmaz, çünkü insan unutmak zorunda kalır; ama hatırlamak, iyileşmenin ilk adımıdır. Aylin’in bu on günde geçmişiyle hesaplaşırken aslında kendini affetmeyi öğrendiğini dikkatli okur fark edecektir: Aşkın on günü, bir son değil, bir başlangıçtır.

Romanın belki de en güçlü tarafı, okura “aşk nedir?” sorusunu yeniden sordurmasıdır: Aşk, bir kurtuluş mu, bir tutsaklık mı, belki de ikisi birden…

Aylin’in hikâyesi, aşkın insanı değiştirme gücünden ziyade, insanın kendini aşk aracılığıyla dönüştürme cesaretine odaklanır. Okur, bu hikâyeden çıkarken kendi içsel yolculuğuna dair sorularla baş başa kalır: Biz de kaç Aylin’iz, kaç Aykut ve en önemlisi, kendi on günümüzü yaşamaya hazır mıyız? Haddizatında ‘Bir Aşkın On Günü’, sadece iki insanın değil, bir ruhun kendi karanlık odalarında yaktığı ışığın hikâyesidir ve o ışık, okurun da içine düşer.

Ben Olsaydım…

Psikolojik derinlik, mantıksal tutarlılık, çağdaş temalar ve etkileyicilik… Romanda evet, güçlü bir psikolojik alt yapı var. Ben her kurgu okumamda yaptığım gibi kendimi yazarın yerine koyarak ikinci bir inşa sürecine girdim ve şimdi bunları paylaşmak istedim. Keşke bu satırları okuyanların düşüncelerini de öğrenebilseydim. Belki bir yerlerde karşılaşabiliriz, belli mi olur!

Romanın yapısında eksik kaldığını düşündüğüm duraklardan biri Gülfem karakterinin çok silik kalması bence, oysa bu üçlü dinamik çok daha etkili kullanılabilirdi. Ayrıca romanda toplumsal eleştiri boyutunun da zayıf kaldığını düşünüyorum. Karakterlerin bireysel dramları toplumsal bağlamdan kopuk görünüyor; dengeli bir şekilde entegre edilebilirdi romana.

İrem Uzunhasanoğlu, ayrıca sembolizm ve metaforlar konusunda daha cesur olabilirdi. Hastane sahnesi çok güçlü ama nesnelerin hafızası teması daha sistematik işlenemez miydi? Belki her bölümü bir nesne üzerinden kurgulamak gibi deneysel bir yaklaşım hiç fena olmazdı.

Anlatım teknikleri hususunda; İç monologlar, geri dönüşler ve çoklu bakış açıları romana çok boyutluluk katmış katmasına da, Aykut’un perspektifinden bölümler eklemek, okurun karakterlerle empati kurmasını kolaylaştırabilirdi.

Final açık uçlu bırakılsaydı, Aylin’in dönüşümünü tamamlamış lâkin hâlâ insani zaafları olan bir karakter olmasına kapı aralayacak, bu da okurda daha kalıcı bir etki yaratacaktı.

Devam edeyim… Aylin’in öfkesini ve narsisistik yarasını öne çıkarırdım; çünkü romanda Aylin çok fazla mağdur ve kırılgan, oysa derin bir terk edilme yarasının genellikle kontrol manyaklığı ve örtülü bir öfke ile sonuçlandığına pek çok kereler şahitlik etmişizdir. Aylin’in Aykut’a bağımlılığının altında, onu “tedavi edip” kendi değerini kanıtlama çabası, ilişkiyi daha toksik ve simbiyotik kılardı; böylece okura “kurban”dan ziyade “karmaşık bir birey” portresi çizilmiş olurdu.

Aykut’u daha az romantize edip daha fazla anatomize etmek bir diğer yeniden inşâ fikrim. Şöyle ki: Aykut’un “güçlü ama kırılgan”lığı yerine, gücünün kaynağını daha somut ve karanlık işlerdim; belki bu güç, derin bir aşağılık kompleks ve sosyopatik eğilimlere inşâ edilmiş bir kabuktur, kim bilir? Aylin’i sevmesi, onun kendi kırılganlığını gördüğü tek ayna olmasından; bu yüzden onu asla tamamen özgür bırakmak istemez. Bu, aşkı daha rahatsız edici ve sorgulatıcı kılar.

Gülfem’e aktif bir Antagonizm yüklerdim. Gülfem sadece bir “kader kapısı” değil, babası ve en iyi arkadaşı arasındaki ilişkinin gölgesinde kalmış, derinden yaralı bir rakip olabilirdi. Aylin’in hayatına sızmış, onu bilinçaltında sabote eden bir güç olarak işlev görebilirdi. Bu, romana bir “ikilik” ve “ihanet” gerilimi katardı. Çünkü gerçekçi ve unutulmaz karakterler, sadece iyi ve kötü yanları olanlar değil, iç çatışmaları ve karanlık motivasyon taşıyanlardır. Bu derinlik, “kimi destekleyeceğim?” sorusundan, “insan doğası bu kadar karmaşıkken nasıl yargılayacağım?” sorusuna taşırdı ki, edebiyatın asıl gücü de bu değil mi zaten?

Aykut’un bakış açısına yeterince yer verilmemiş. Romanın belirli bölümlerinde, özellikle hapishane ve kaza sonrası komada olduğu varsayılan anlarda, onun bilinç parçacıklarına, korkularına ve pişmanlıklarına bolca yer verirdim. Bu, onu bir “nesne” olmaktan çıkarıp bir “özne” yapacak ve ilişkinin dinamiklerini daha adil bir zeminde sorgulatacaktı. Çağın ruhu, tek bir hakikatin olmadığını, gerçekliğin çok perspektifli ve parçalı olduğunu söyler; anlatım teknikleri, modern okurun bu beklentisine hitap eder ve metne derinlik ve modern bir soluk katar.

Hikâyeyi daha “dramatik” yapmak değil, daha “gerçek” ve “düşündürücü” kılma niyeti taşıdığım sanırım anlaşılmıştır.

Hasılı ve’l-kelâm; ‘Bir Aşkın On Günü’, güzel bir aşk ve dönüşüm romanı olması yanında aşkın tabiatı, güç ilişkileri, travmanın nesiller arası aktarımı ve nihai özgürleşme üzerine, okurun zihninde günlerce sürecek sarsıntılar yaratan çok katmanlı bir psikolojik şahesere dönüşebilir(di).

İyi edebiyat, bize dünyayı değil, kendimizi yeniden sorgulatandır.

Yorum yapın