
Hakikat, sadece aydınlıkta mı gizlidir; yoksa gözler en çok karanlığa alıştığında mı açılır? Deniz Eldam’ın karakterleri, göreceli gerçekten (toplumsal normlar, gündelik hayat) koparak, Karanlığın Hakikatine doğru yolculuğa çıkıyorlar.
Gözlerin Karanlığa Alışınca, bu felsefi soruya yanıt aramak yerine, yazar okuru doğrudan karanlığın sınırlarına ve o sınırların içinde kendine yer açanların dünyasına davet ediyor. Yazar, çizgiyi aşmış, toplumsal kabullerden uzakta kendi tekinsiz coğrafyasını kurmuş yaralı karakterleri merkeze alıyor ve okurunu da tam orada çizginin dışında tutmaya, hayata bir de oradan bakmaya çağırıyor. Ancak bu kez karanlık arka plan olmanın ötesinde, karakterlerin seçimlerini belirleyen esas itici güce dönüşüyor.
Yazarın her öyküsü, gündelik hayatın sıradan anlarında aniden aralar kapıyı. Bu ani aralanma, okuru ‘normal’ kabul edilenin kırılganlığını sorgulamaya iter. Bu öyküler, birer keşif yolculuğu; esas tehlikenin bilinmeyende değil, bilinenin hemen ardında, gözlerimizin alışmak zorunda kaldığı o tekinsiz olanda yattığını cesurca fısıldıyor.
‘Gözlerin karanlığa alışma’ teması, en çarpıcı karşılığını yarattığı karakterlerde bulur. Deniz Eldam’ın öykü evrenindeki tekinsiz atmosfer, gücünü daima çizgi dışı karakterlerin derin psikolojik yaralarından alıyor. Yazar, ilk kitabı Bunu Kimseye Anlatma‘da karakterlerini, toplumun biçtiği rollere karşı duran, kendi varoluş mücadelesini veren yaralı bireyler olarak konumlandırmıştı. Onların hikayeleri, normlara karşı sessiz bir isyanı barındırıyordu. Ancak Gözlerin Karanlığa Alışınca ile Eldam, karakterlerini başka boyuta taşır. Burada çizgi dışı olmak, doğrudan karakterin özüne işleyen var olma biçimidir. Karanlığa alışan gözler, artık sadece gölgelerde soluklanmaz. Karakterler tekinsizliğin ta kendisiyle yaşamayı öğrenir, onun ritmine uyum sağlar. Onlar için eşik aşılmıştır. Esas tehlike, dış dünyadan ziyade içerideki yeni normalde yatmaktadır. Kapının aralanıp, ardında beklemediğimiz bir yarıkla karşılaşma hissi. Yazar, çizgiyi aşmış, kenarda kalmış ve toplumsal kabullerden çok uzakta kendi gerçekliğini kurmuş karakterleriyle, okurunu da bu yarıktan içeri çekiyor. Metinler keşif yolculuğu. Okurun kendi karanlık reflekslerini test ettiği bir laboratuvar. Yazar, gözlerimizin alışma sürecini sanat eseri titizliğiyle inceliyor.
Bu yeni normal olgusunun en çarpıcı ve soğuk temsillerinden biri, ‘J’ADOUBE’ öyküsünde karşımıza çıkar. Kırmızı adlı anlatıcının, Kurt adlı erkek kardeşe “sen” hitabıyla yazdığı, tuhaf bir ilişki üzerine kurulu iç monologla inşa eder. Karakter isimleri üzerinden Kırmızı Başlıklı Kız’dan Peter Pan mitine uzanan masalsı tekinsizlik metne anında sızar. Bu tekinsizliğin asıl kaynağı, dışarıdaki toplumdan çok, babanın Kurt’a okuduğu “Var Olmayan Ülkenin Kayıp Çocukları” kitabı ile kurulan içsel mitosun kendisi. Kırmızı’nın çizgi dışı eylemi, dış dünyaya karşı bir isyan olmaktan çok, bu karanlık fanteziyi var olma biçimi olarak içselleştirme ve gerçekleştirme arzusudur. Bu bağlamda, eşik, dış dünya savunması olmaktan çıkarak, bireyin kendi zihninde yarattığı yeni normalin nihai biçimi. Eldam, okura, esas tekinsizliğin eylemde değil, o eylemin kayıtsızlıkla kabullenilmesinde yattığını gösterir.
‘J’ADOUBE’ karanlığa adaptasyon tezinin simgesel özeti gibi. Satrançta pasif bir hamle olan bu eylem, karakterlerin tekinsiz duruma karşı savaşmaktan vazgeçip, kendi varoluşlarını o karanlık zemine uydurmalarının çarpıcı bir temsili. Bu uyum süreci, öykünün merkezindeki Kırmızı Başlıklı Kız ve Peter Pan mitleri üzerinden çözümlenmekte. Kırmızı Başlıklı Kız/Kurt göndermesi, başlangıçta dışarıdaki geleneksel tehlikeyi işaret etse de tehlikenin hızla içe döndüğünün en büyük göstergesidir. Kırmızı’nın trajedisi, annelik hasreti, belleğin kaybı ve patriarkal figürün yarattığı karanlık fanteziye hapsolan Tinkerbell figürüyle derinleşen boyutta. Kırmızı, Peter Pan mitosunun sesi olmayan, varlığı başkasının inancına bağlı tarafının yansıması. Bu durum, onun çizgi dışı eylemi, normlara karşı isyandan çok, içsel bir masalın gerektirdiği pasif ve hüzünlü sona doğru sessiz bir düzeltme hamlesi. Esas tehlike, dışarıdaki normatif toplumdan ziyade, Kırmızı’nın var olma biçimine dönüşen o melankolik, kayıp ve itaatkâr iç dünyasının ana kaynağında.
Eldam’ın, öyküsünde Kırmızı Başlıklı Kız ve Peter Pan gibi iki ana mitosu aynı çizgide buluşturması, modern edebiyatta sıklıkla başvurulan “Masalın Metamorfozu” tekniğinin zirvesi. Bu teknik, masalın didaktik ve iyimser katmanlarını soyarak, onu günümüz insanının psikolojik karmaşasına, melankolisine ve köksüzlüğüne uyarlar. Kırmızı’nın eylemi, artık dışarıdaki canavardan (Kurt, Kaptan Kanca) kaçıştan ziyade, masalın içselleştirilmiş karanlık kurallarına boyun eğiştir. Böylece J’ADOUBE öyküsü, kayıp çocukluk arayışını (Peter Pan) ve kırılganlık durumunu (Kırmızı) birleştirerek, temel savın ana damarı olan pasif adaptasyonun kaçınılmazlığını güçlüce vurgular.
Bu mitolojik metamorfoz, “Gizlenen Tehlike” ve “Kaçınılmaz Kurban” temaları üzerinden, aile ve yuva kavramına dair en büyük illüzyonun yıkımıdır. Masumiyet örtüsü altında ne Peter Pan’ın Neverland’i ne de eve sızan Kurt figürü masumiyet taşır. “J’ADOUBE” öyküsünün eleştirel gücü, bu iki mitin birleşim noktasından doğar. Öykü, pasif adaptasyonun kaçınılmaz sonucu olarak, tehlikenin dışarıdan içsel mitosa aktarılışının somut göstergesidir. Nihayetinde Eldam, ‘J’ADOUBE’nin düzeltme hamlesi metaforuyla, karakterin kayıtsız kabullenişini ve boyun eğmesini yansıtan unutulmaz bir portre çizer.
Eldam’ın öyküsü, masalları birleştirerek ataerkil düzenin ev içi şiddeti nasıl gizlediğini ve meşrulaştırdığını gösteren güçlü bir alegoridir. Erkek kardeş Kurt, patriarkal sistemin aile içindeki yürütücüsü haline gelir. Peter Pan arketipinin toksik yönlerini taşıyan Kurt’un Kırmızı üzerindeki kontrolü; masumiyet maskesi altındaki şiddet potansiyelini temsil eder. O, Kırmızı’nın dünyasındaki hem “Kaptan Hook” hem de “Kırmızı Başlıklı Kız’ın Kurdu”dur. Kırmızı’nın kendini Tinkerbell’e benzetmesi, bağımlı ve pasifleştirilmiş kurbanın rolünü kabullenişidir. Baba figürü ise travmayı romantik bir illüzyonla gizleyen, anlatının kurucu sesidir. Kurt, bu anlatı sayesinde “kayıp çocuk” olarak hoş görülebilirken, Kırmızı’nın çığlığı Tinkerbell’in sesi gibi duyulmaz kalır. Kırmızı’nın yüksekten atlayarak ölmesi, sistemin kontrolünden çıkmanın nihai ve son eylemidir.
Yazarın öykünün ucunu açık bırakması, modern ve katmanlı öykücülüğün temel göstergesi. Sonun net bir cevaba bağlanmaması, hikâyenin travmatik etkisini sayfalar bittikten sonra bile okurun zihninde yaşatır. Bu, Deniz Eldam’ın Kırmızı’nın eylemi sadece şudur gibi indirgemeci cevapları reddetmesidir. O eylem, hem acı çığlığı (duygusal patlama) hem de nihai firar (eylemsel karar) olmayı aynı anda barındırır. Bu teknik, öykünün yıkıcılığını artırmış, metni, ev içindeki ataerkil şiddetin ve iktidarın nasıl işlediğini gösteren karanlık bir alegoriye dönüştürmüştür.
“J’ADOUBE” öyküsü, masalların ve yuva kavramının yıkımıyla içsel mitosu merkeze alırken, E EŞİTTİR EM CE KARE öyküsü bu travmatik enerjinin fiziksel ve matematiksel karşılığını arar. Tehlikenin artık sadece psikolojik olmadığı, ancak atomik güçle ev içi alanda sıkıştırıldığı yeni eşik. Bu, kitaptaki tematik evrimin, duygusal çatışmanın yıkıcı enerjisini somutlaştırma yönündeki güçlü adımıdır.
E EŞİTTİR EM CE KARE, bilimsel formülün soğuk rasyonalitesini, ev içi travmanın kaotik, duygusal gerilimiyle çarpıştıran öyküdür. Deniz Eldam, bu başlık seçimiyle, hikâyenin sıradan aile dramı olmadığını gösterir; buradaki gerilim, parçalanmanın ve yok oluşun nihai enerjisini taşır. Öykü, adamın, geçmiş, şimdi ve geleceği temsil eden figürlerin aynı mekânda kesiştiği dar ve boğucu alanda, bütünlüğünü kaybetme korkusunu deneyimleyişinin keskin portresidir.
Öykünün temel savı, duygusal travmanın taşıdığı enerjinin (E), fizikteki nükleer reaksiyon kadar yıkıcı olabileceği ve bu enerjinin kapalı alanda (ev/aile) sıkıştırılmasıyla potansiyelinin katlanarak arttığıdır. Adamın geçmişten gelen bağlanma travmasının yarattığı varoluşsal kırılma, sadece kişisel fobi değil; tüm aile bağlarının güvenilirliğini tehdit eden, zamandan bağımsız yıkım enerjisinin ana kaynağıdır. Bu enerji, ev içi alanda kontrolsüz ve patlamaya hazır kitle (m) gibi varlığını sürdürür.
Öykünün mekân analizi, duygusal enerjinin sıkışma noktasını gösterir. Adamın geçmişi ve geleceği aynı odaya hapseden ev içi alan, formüldeki kitle (m) rolündedir; burası, dışarıdan gelen ışığa ve yaşama kapalı, yıkımın beklendiği eşiktir. Bu sıkışma, notlarında belirttiğin Huş Ağacı motifiyle keskin karşıtlık sergiler. Huş ağacının yenilenme ve direnç sembolü olması, ev içindeki çürüme ve terk edilme korkusuyla çatışır. Bu karşıtlık, karakterin yıkımı pasifçe bekleme eylemi ile doğanın sunduğu iyileşme vaadi arasındaki varoluşsal gerilimi vurgular.
Başlığın ana denklemi (E=mc²), duygusal enerjiyi (E) ilişkisel kütlenin (m) yıkım potansiyeli olarak tanımlar. Hikâyedeki temel sorgulama, fiziksel yok oluştan ziyade, ilişkisel çöküşe odaklanır. Karakterin iç sesi, öykünün felsefi merkezini oluşturan “ölümden mi, yoksa terk edilmekten mi korkuyorsun?” sorusunu sorar. Bu, bağlanma travmasının tüm geleceği ve şimdiyi tehdit eden, kaçınılmaz yıkım denklemi olduğunun en güçlü göstergesi. Böylece öykü, travmanın zaman ve mekân üzerindeki mutlak iktidarının, bilimsel kesinlikle ifade edilmiş nihai sonucudur.
Öykünün simgesel karşıtlığı, Huş ağacının doğal direncinde ve yenilenme vaadinde somutlaşır. Bu motif, ev içi alana sıkıştırılmış, atomik patlama potansiyeli taşıyan duygusal enerjiye karşı sakin ve zamansız denge unsurudur. Adamın terk edilme korkusu ile doğanın sunduğu sağ kalma ve kök salma ihtimali arasındaki varoluşsal gerilim, yıkım denklemindeki bilinmeyen faktördür. Huş ağacının varlığı, çürüme ve dağılma bekleyen ortamda, iyileşme vaadini barındıran simgesel sızıntı işlevi görür. Sonuç olarak E EŞİTTİR EM CE KARE öyküsü, insana ait duygusal travmanın bilimsel formülle ölçülebilecek somut yıkım gücü taşıdığının çarpıcı ifadesidir. Atomik parçalanmanın enerjisi, ev içi alanda sıkıştırılmış ilişkisel kütle tarafından sürekli üretilir. Yazar, bu sıkışma ve patlama potansiyeli üzerinden, korkunun dışsal tehditten ziyade, içsel ve matematiksel kesinlik kazanan varoluşsal sonuç olduğunu gösterir.
UTERUS DENTATA, kadın bedeni, doğa ve mit arasındaki kesişimi inceleyen öykü. Başlık, evrensel kadınlık miti olan Vagina Dentata’ya doğrudan gönderme yapar. Eldam, bu tehlikeli miti yeniden yorumlayarak, kadın bedeni üzerindeki toplumsal baskının ve ataerkil korkunun içselleşmesini gösteriyor. Öykü, nesiller arası aktarılan, doğal potansiyelinden çekinme eylemi, içselleşmiş korkunun ve bedensel otonomiye karşı kurulan baskının trajik kesişim noktasıdır.
Kadın bedeninin toplumsal beklentiler ve ataerkil mitoslar tarafından sürekli kontrol altında tutulan tehlikeli eşik oluşu, öykünün merkezi önermesi. Kadın, doğal döngüsünün ve arzularının baskılanmasıyla, kendi potansiyeline karşı yabancılaşma yaşar. Bu yabancılaşma, sadece psikolojik değil, aynı zamanda fiziksel ve simgesel olarak da yansıtılır. Yazar, bu bedensel ve psikolojik baskının aile içi beklentiler ve kuşaklararası aktarım ile nasıl kalıcı hale geldiğini derinlemesine inceler. Öykünün merkezindeki simgesel karşıtlık, Dut ve İncir ağaçları üzerinden kurulur. Dut ağacının sabırlı ve sert karakteri, ataerkil düzenin kadından beklediği itaatkâr ve dayanıklı yapıyı temsil eder. Buna karşın, İncir ağacının eğri ve inatçı niteliği, bastırılmış, kendi kurallarını koyan ilkel ve vahşi kadın doğasının sembolüdür. Bu iki ağaç, kadın karakterin içinde çatışan iki farklı varoluş biçimidir: Toplumsal beklenti ile doğal öz arasındaki kökten gerilim.
Uterus Dentata miti, kadın bedeninin üretkenliğini ve otonomisini hedef alan ataerkil korkunun nihai ifadesi. Öyküdeki bu başlık, doğurganlık potansiyelinin aynı zamanda yıkım potansiyeli oluşuna dikkat çeker. Dişli rahim kavramı, kontrol edilemeyen kadın gücünün korku simgesi; karakterin “meyve vermekten korkmuş” olma durumu, bu baskının içselleştirilmiş sonucu. Bu, kadın bedeni üzerindeki zorunlu annelik ve üreme baskısının trajik yorumu.
UTERUS DENTATA, kadın bedeni, cinsellik ve mitler arasındaki ilişkideki derin eleştiri sunar. Dut ve İncir ağaçlarının simgesel karşıtlığı, ataerkil beklenti ile ilkel doğa arasındaki daimi çatışmayı somutlaştırır. Eldam, bu öyküde bedensel otonominin dışsal mitler ve içsel korkular tarafından nasıl kuşatıldığını gösteren, sarsıcı ve unutulmaz analiz sunar.
UTERUS DENTATA öyküsündeki mitolojik korku ve bedensel direnç analizi, PEKİ YA BU HAVVA’NIN NESİ VAR? öyküsünde sosyal alana taşınır. Bu, ilkel içgüdülerin yarattığı tehditten, kurumsal ilişkinin yarattığı sığlık ve ilgisizliğe geçiştir. Yazar, Adem ve Havva arketipini, modern evlilikteki kadın sessizliğinin ve erkek iktidarının tarihsel sürekliliğini vurgulamak için kullanır.
PEKİ YA BU HAVVA’NIN NESİ VAR, arketipsel sorgulamayı modern evlilik kurumuna taşıyan öykü olarak okunabilir. Başlık, Adem’in eşi olan Havva figürüne doğrudan gönderme yaparak, kadın cinsel deneyimi ve itaatsizlik/günah kavramlarının günümüz ilişkilerindeki yansımasını incelediği varsayılabilir. Öykü, gönülsüz rıza ile erkek ilgisizliğinin çarpıştığı, duygusal sığlığın hüküm sürdüğü domestik alan zemini sunar. Okur, bu ev içi drama tanıklık ederek, kadın sessizliğinin ve erkek ilgisizliğinin tarihsel yükünü sorgulama konumuna yerleşir.
Öyküdeki erkek karakterin zihninin “sığ gölün yüzeyi kadar sakin” oluşu, onun duygusal yoksulluğunun kesin ifadesidir. Bu sığlık, erkeğin tüm ilgisini ilişkinin tensel boyutuna kaydırmasına neden olur. Onun cinsel odaklanması, karısının söylenmeyen huzursuzluğunu ve rahatsızlığını görmezden gelmenin ana mekanizmasıdır. Bu durum, Havva arketipinin maruz kaldığı ataerkil baskı ile keskin çelişki oluşturur. Yazar, bu zihinsel sığlığı, kadının duygusal ve psikolojik deneyimini tamamen silen tehlikeli körlük olarak okura sunar.
Kadın bedeninin toplumsal beklentiler ve ataerkil mitoslar tarafından sürekli kontrol altında tutulan tehlikeli eşik oluşu, öykünün merkezi önermesidir. Erkek karakterin duygusal ilgisizliği, öyküdeki cinsel eylemlerden duyulan kadın rahatsızlığını tamamen gölgede bırakır. Yazar, Havva arketipini, dışarıdan sakince görünen yüzeyin altındaki derin huzursuzluğu temsil eden figür olarak kullanır. Bu, kadın sessizliğinin toplumsal norm haline gelmesinin trajik portresidir.
PEKİ YA BU HAVVA’NIN NESİ VAR, kadının cinsel ve duygusal deneyiminin, ataerkil arketip tarafından nasıl sığlaştırıldığının ve silindiğinin son ifadesi. Evlilik kurumu, erkeğin zihinsel sığlığı ve tensel odaklanması sayesinde, kadının varoluşsal çığlıklarının duyulmadığı duygusal körlük alanı oluşturur. Hikâyenin sunduğu bu trajik durum, kadın sessizliğinin toplumsal norm olarak kurumsallaşmasının güçlü eleştirisidir.
Satürn/Kronos motifi, metnin, metinlerin üzerine çöken tarihsel yükü ve melankoliyi temsil eden merkezi bir figürdür. Bu arketip, öykülerdeki travmanın kişisel olmaktan çıkıp, zamansal ve kuşaklararası bir döngü haline geldiğini gösterir. Satürn’ün gölgesi, bireyin bedeni ve zamanı üzerindeki kontrolünün elinden alındığını vurgular. Bu karanlık gölge, karakterlerin içselleştirdiği acının geçmişten geleceğe uzanan sürekli ve döngüsel bir zorunluluk olduğunu okura hissettirir. Bu bağlamda kitabın Satürn görseliyle noktalanması da son derece anlamlı bir kapanış.
Deniz Eldam’ın öyküleri, ataerkil yapının ilişkiler ve birey üzerindeki yıkıcı etkisinin mitolojik, bilimsel ve domestik düzlemde sert olduğu kadar cesur teşhiridir. Eserin tamamında derinleşen tematik hat, toplumsal rollerin yarattığı sessizliğin ve duygusal körlüğün açığa çıkış noktasıdır. Yazarın külliyatı, BUNU KİMSEYE ANLATMA’nın fısıltısından GÖZLERİN KARANLIĞA ALIŞINCA başlığına uzanarak, kurumsallaşmış acının trajik zorunluluğunu ortaya koyar. Eserin nihai toplamı, bireysel varoluşun tarihsel yüküyle okuru yüzleştiren, isyan ile zorunlu uyum arasında salınan bir sert faturadır. Her varoluşsal çığlık, aydınlık beklentisi ile karanlığın iradesine teslimiyet arasındaki çözümsüz eşiktir.
GÖZLERİN KARANLIĞA ALIŞINCA
Deniz Eldam
Notos Kitap, 2025
Tür: Öykü
144 s.


















