
Söyleşi serimizin yeni konuğu, Parma Kitap’tan çıkan, “Ex Libris” adlı ilk kitabı ile Sedef Özge.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
Okumayı öğrendiğim gün kitap okumaya başladım. Evde 12 Eylül’ün yasaklı Arkadaş kitapları vardı, Şişkolarla Sıskalar, Fedor Amca, Döne Döne Gider Güneş ve tabii Pippi Uzun Çorap’lar. Bugün hâlâ Pippi’den öte bir ütopya düşünemiyorum; kendine ait bir oda, yılda 500 sterlin gelir, benekli bir at, bir maymun ve karamela dolu bir çekçek. Yaz tatili başında elime para tutuşturur, tatilde okuyacağım kitapları almaya alt sokaktaki kırtasiyeye gönderirlerdi beni. Kırtasiyede Milliyet’in mavi ciltli kitapları vardı, Başsız At ve Mercan Adası favorimdi, bir de Altın Kitaplar’dan Jules Verne’ler. Doğum gününde kitap hediye edilince üzülmeyen o çocuk bendim. Elime geçen her kitabı ezberleyene kadar okuyordum, gözün bozulacak tehditleriyle durdurulamıyordum. Sonrasında evdeki kütüphaneye dadandım, babam ve abim muhteşem okurlar oldukları için hiç kitap sıkıntısı çekmedim. İlkokul beşte gizli gizli Sartre’ın Tükeniş’ini okurken yakalandım, Uyanış’la Bekleyiş’i yakalanmadan okumayı başarmıştım. Tek kelimesini hatırlamıyorum. İlk kez Borges okuduğumda orta birdeydim. Haftalığım olur olmaz ilk satın aldığım kitap Cortazar’ın Mırıldandığım Öyküler’iydi. Teyzem yıllarca üstüme başıma kıyafet alayım diye harçlık verdi, hepsiyle kitap aldım, sonunda pes edip Ankara’ya her gittiğimde beni önce kıyafetçiye, sonra Dost Kitabevi’ne götürmeye başladı. İlk öykü dosyamı hazırladığımda lisedeydim. Yazar olacağımdan o kadar emindim ki, kendimi bir bodrum katındaki çıplak duvarlı odada sırtımda uzun bir hırkayla daktiloda roman yazarken hayal ediyordum. Taşradan İstanbul’a geldim. Sosyoloji, animasyon ve fotoğraf okudum, çizerlik, gazetecilik, çevirmenlik, redaktörlük, editörlük yaptım. Kendime ait bir odam olduğu halde yazar olmadım. Benekli atım olmadığından herhalde.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Pandemi zamanı kendime ait bir odada durmuş, ondulin çatıdan sızan yağmur suları kitaplığımın üzerine örttüğüm naylona damlarken önümde uzanan gri denize bakıyordum, soba geçmek üzereydi ve birdenbire yazar olmadan ölecek olmam bana çok saçma geldi. Henüz aşı yoktu, haberler muhtelifti, ikametgâhım olmadığı için adadan vapura binip şehre gidemiyordum, sis vardı, odun kışı çıkarırdı ama bakkal kazıkçıydı. Sürekli görüşelim diye mesaj atan adam sinirime dokunuyordu. Ben de bilgisayarı açtım ve Burada Armut Yatıyor’u yazdım. Adam bir hafta sonra korona oldu. Yok, ölmedi. Sonra virüs öyküleri yazmaktan başka bir şey düşünemez oldum. Bir yıl sürdü, belki daha fazla. Bazı öyküleri akşamdan sabaha bir oturuşta yazdım, bazılarını aylarca evirip çevirdim. Antropolog için 6 ay boyunca akademik makale ve kitap okudum; alıntılar, notlar içinde kayboldum. Hatta Anıl’ın kitabının birinci bölümünü gerçekten yazdım. O aralar evimi atölyeye çevirmiştim, evde resim yapıyordum, insanlar bir hobi lafıdır tutturmuş gidiyordu, resim yapmak hobin mi, keşke ben de hobilerimle senin gibi ilgilenebilsem falan. Hobi fikrini kafamda döndürüp durdururken virüs hobim olsa nasıl olurdu diye düşündüm ve Hobi öyküsü çıktı. Pandeminin bütün o deliliği, yalnızlığı, paniği içinde uyuyabilmek için, gece yatınca karanlıkta telefonda parmağımla küçük resimler yapmaya başladım öykülere. Ezelden beri ara ara insanlara linol ex libris’ler yapıp hediye ettiğim için bu dijital parmak resimlerini de kalemle ya da fırçayla ekleyerek değil linol oyar gibi silgiyle eksilterek yapıyordum. Ex libris öyküsü de bu gece oymalarından çıktı. Kitabın ilk sayfasına da okur için bir ex libris yaptım. Öyle olunca kitabın adı kendiliğinden Ex Libris oldu.
Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?
Öyküleri yazıp düzenlemem ve resimlemem sanırım iki yıl sürdü. Sonraki iki yıl, yayınevlerine gönderip yanıt alamayarak ya da ret alarak geçti. Dört yayınevine gönderdikten sonra pes edip konuyu kapattım. Yıllar sonra bir arkadaşımın ısrarıyla öyküleri sabit diskin tozlu derinliklerinden çıkardım ve kitap Parma etiketiyle Alakarga tarafından basıldı. Pandeminin hemen ardından taze taze basılsaydı daha mı iyi olurdu bilmiyorum, aradan zaman geçince öyküler biraz nostaljik bir havaya büründü ama hem de zamanla sınandı. Bir yandan da virüs zaten yaşam ve ölüm, empati, yaşçılık, cinsiyetçilik, annelik, modernizm gibi meseleler hakkında düşünmek için metaforik bir kap olduğundan kitaptaki öyküler aslında teker teker zamansız, sadece bir araya geldiklerinde pandemi zamanının damgasını taşıyor.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?
Kitap, virüs ve ölüm fikri etrafında şekillenen öykülerden oluşuyor. Birtakım sorular var; ne yani şimdi ölecek miyim, ne zaman öleceğim, yalnız mı öleceğim, öleceğimi bilsem ne yapardım, aşk ne, ailenin zemininde ne var, anneyi anne yapan ne, virüs hobisi nasıl olur, inkar ne işe yarar, bu herifler neden bu kadar hıyar oluyor, korkunun ecele faydası var mı, antropoloji kolonyal bir kurmaca mı, peki o kurmaca baş aşağı çevrilse nasıl olur, eden bulur mu, ejderham olsa onunla ne konuşurduk, sevdiklerimin ölümünü atlatabilecek miyim, insanlar aynaya bakınca ne görüyor, leylekler onlara el salladığımı görüyor mu, yağmurdan sonra salyangozlara basmadan yürümek mümkün mü? Öyküler çeşitli virüslü ortamlarda bu ve benzer sorular etrafında dönüyor, bazı öykülerin sorulara önerdiği yanıtlar var, bazılarıysa sorunun kendisinden ibaret. Kitapta bir akademik makale, bir opera düeti, çoğu ufak ikisi iri resim, bir ejderha, bir cenaze, biri ikiz iki doğum, sayısız ölüm, birtakım aşk ve intikam öyküleri bulunuyor. Yazarı ben olmasam kitabı varoluşçu olarak tanımlardım ama değil. Nihilist derdim ama naif. Neredeyse kinik. Eklektik. Tematik bile olsa öykü kitaplarında öyle bir yan var evet, eklektizme bel veriyor.
Kitapta beni en çok etkileyen iki öykü Hobi ve Annemler. Hobi, bir tür çocukluk ideali, bütün o dertsizlik, özgürlük, belli sınırlar içinde kendi hayatının, ilgilerinin, zamanının efendisi olma hali. Ama o efendiliğin sonlu olduğunu biliyoruz, çocukluğun sonluluğu. Annemler’de ise bir fazlalık ya da ikiye bölünmüşlük değil iki adet bütünlük var, iki kat özen, iki kat koruma, iki kat sevgi, yine o kayıp çocukluğa bir tür ağıt. Bu iki öykü beni etkiliyor çünkü böyle bir yazar olmak istiyorum, o kendiliğindenliğin içinde dolaşan, bir hikâye anlatırken alttan alta özleyen, arayan ama deşip çıkarmayan, okşayıp geçen. Sonra kendimi keskin sorular, olası yanıtlar peşinde elimde neşter ya da beherle koşarken buluyorum. Benim de yazarken iki annem var, biri yumuşak hatlı, hikâyeyi ateş başında oturur gibi tatlı tatlı anlatan, biri sert hatlı, hurufatı ölçüp biçen. Biri yokken öteki eksik değil ama ikisi varken oh ne âlâ.
İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?
Gelip kitabını okudum diyene hemen soruyorum, en çok hangi öyküyü sevdin? Herkes başka bir öyküyü söylüyor. Aynısını söyleyen de başka sebep veriyor. Sanki albüm çıkarmışım gibi gelmeye başladı, ilk single olarak pandeminin başında Burada Armut Yatıyor’u çıkarmıştım, şimdi liste başı Ejderhanızı Nasıl Alırdınız? Antropolog’u bir türlü bitiremeyen de oldu, hepsinden çok seven de. Kimin neyi sevdiğini niye merak ediyorum ya da bu bana ne kazandıracak bilmiyorum, sonuçta algoritma değilim ki aa böyle seviliyormuş deyip öyle yazayım ama hoşuma gidiyor herkesin başka bir şeyi sevmesi, birinin sevdiğine ötekinin düpedüz katlanamaması. Bu birileri, ötekiler, kimileri ve bazıları tanıdıklarım tabii, çoğu arkadaşım. Sağ olsunlar bu karanlık sokaklarda yalnız yürümüyorum.
Sanırım en büyük heyecan öykülerle ilgili yorumları almaktı. En büyük zorluksa ben kitap yazdım hadi alın okuyun demek. Niye alayım diye sorsalar ne cevap vereceğim? Ayrıca kime diyeceğim alın okuyun diye?
İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?
İnsan kitabı yayımlanınca yazar olmuyor. Altı yüz sayfadan aşağı roman roman değildir ya da üç kitaptan az yazana yazar denmez gibi niceliksel klişelerden bahsetmiyorum, kitabınız yayımlanınca değil kendinizi yazar olarak tanımlayınca yazar oluyorsunuz ve ben henüz kendimi yazar olarak tanımlamadım, otobüsten bir durak önce indim etrafa bakınıyorum, seversem bu kimliğe taşınacağım. Şu ana kadarki bakınmalarımdan, fotoğraf ve resimde erkeklerin kadınları yok sayması, görünmez kılması ve kadınların önünü bile isteye kesmesinin aksine edebiyat camiasında kadınlar daha görünür gibi geldi bana ama yanılıyor olabilirim. Yayınevlerinin bastığı kitapların cinsiyete göre dağılımına, kadın ve erkek yazarların telif yüzdelerine, tanıtım sıklık ve bütçelerine, fuarlara davet edilme oranlarına bakmak gerek, henüz dersime çalışmadım. Tacize karşı ifşa süreçlerini desteklerken başka kadın yazarlarla yan yana durma şansım oldu, heyecanlandım. Belki kol kola gireriz buraya taşınırsam. Belki buralarda biraz daha dolaşır, yayıncılarla tekrar sınanmayı gözüm kesmezse bir sonraki otobüse atlar dönerim.
Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Dört dosyam var bilgisayarda, biri taslak, biri başlarında, biri ortalarında üç roman, bir de çocuk romanı. Roman dosyaları sırtımda sıcak tuğla gibi, ısıtıyor mu yakıyor mu belli değil, üstelik acıtıyor. Öykü yazmanın dürtüselliğini özledim. Roman dediğin planlı cinayet gibi, insanın eli gitmiyor. Yazmak için beni ne tetikler diye düşünüyorum, bir sabah birdenbire dosyaların başına oturup birini bitirip öbürüne geçe geçe hepsini yazmam için ne gerekiyor? Belki pratik kurallar. Mesela her yağmur yağdığında eve koşup en az bir saat yazacaksın. Her Salı yarım gününü yazmaya ayıracaksın. Her akşam yemekten sonra, bulaşıkları yıkamadan önce bir saat dosyanın başında oturacaksın. Her banyodan sonra saçın kuruyana kadar yazmak zorundasın. Her gün çöpü çıkardıktan sonra, damacana su aldığında, kedi tuvaletini her değiştirdiğinde, her kâbus gördüğünde…
Tavsiyeler:
Kitabınızı yayımlatma sürecinde yazmaya devam edin; böylece bir yandan yazarken bir yandan da farklı yayın/dağıtım yolları deneyebilir, bir yandan yayınevlerine dosyayı gönderip bir yandan diğer yazdıklarınızı platformlarda yayımlayabilir, tefrika edebilir, olmadı fotokopiyle çoğaltabilirsiniz. Böylece bütün o yıldırıcı olabilecek süreçlerle uğraşırken kafanızda evirip çevirdiğiniz, yazmaya devam ettiğiniz bir şeyler olur ve kara delik tarafından yutulmazsınız, hayatınız kurtulur.
Kitabınız hangi yayınevinden yayımlanırsa yayımlansın kendi okurunuzu kendiniz yaratmanız gerekiyor anladığım kadarıyla, kimse aman Mahmure Hanım’ın kitabını tanıtayım da okuru bol olsun demiyor. Okur bulun, platformlardan, öykü dergilerinden, derlemelerden, okur topluluklarından, arkadaşlardan, tanıdıklardan. Sonra nasıl yaptığınızı bana söyleyin ben de yapayım.
Yazmanın bir noktasında, ortasında ya da sonrasında, bir kitap kulübüne katılmanızı ya da kendi imkanlarınızla böyle bir kulüp kurmanızı tavsiye ederim. İnsanların nasıl kitap okuduğunu öğrenmek için. Birkaç yıl önce henüz kitap kulüpleri bu kadar yaygın değilken Cemre Soysal’ın yürüttüğü müthiş bir kitap kulübü vardı. Bir metni herkesin bambaşka şekilde okuduğunu fark etmek, bazı insanların sevdiği metinden başkalarının nasıl nefret ettiğini görmek, insanların metinlerle ilişki kurma biçimlerini ve bu ilişkinin katmanlarını keşfetmek için harika bir ortamdı. Tabii her kitap kulübünün kolaylaştırıcısı Soysal gibi çok yönlü ve derinlikli, katılımcıları da o kulübünkiler kadar açık fikirli ve kendini iyi ifade edebilen okuyucular olmayabilir. Ben bu kitaptaki öyküleri o sırada çoktan yazmıştım ve öykülerimi kulüpte okusak kesin beni lime lime ederdik ama tüm o okuma ve tartışmalar sayesinde hem ufkum açıldı, hem eleştiri kaldırma hem de yazdıklarıma eleştirel gözle bakabilme gücüm arttı.
Yayıncının gönderdiği sözleşmeyi dikkatle incelemenizi tavsiye ederim. O ilk kitap heyecanı, kitap basılsın da nasıl basılırsa basılsın şeklinde açığa çıkabiliyor ama kötü niyet, istismar alışkanlığı ya da safi kayıtsızlıktan metnin tüm haklarını alıp başkalarına devretmekten tutun da süresiz sözleşmelere kadar her türlü etik dışı sözleşme maddesi yazılabiliyor. Sözleşmelerde makul bir süre olmalı, sözleşme süresince yayıncıya verilen her hak açıkça ifade edilmeli (şu süreyle, şu kadar adet baskı, şu telif yüzdesi, e-kitap, sesli kitap, çeviri ve yurt dışında baskı, metnin parçalarını kullanma, dizi ve film hakları, kitap hiç basılmazsa ne olur, tükendiği halde yeni baskı yapılmazsa ne olur, yayınevi kapanırsa ne olur, sözleşme ne zaman ve nasıl iptal edilebilir), verilmeyen haklar da açıkça yazılmalı. Yayıncılar etik sözleşmeler hazırlamaktan ve laf kalabalığı ya da dayatma olmaksızın bunları yazara sunup bu hakların verilmesinin ne anlama geldiğini açıklamaktan sorumludur. Önemseyin, önemsenmemesini olağan karşılamayın.
Bir de yazar olarak değil de editör olarak son tavsiyem malumun ilamı, dosyanızı yayınevine göndermeden önce kendi kendinizin editörü olup metninizi iyice elden geçirin çünkü gerçekten kimse bozuk ifadeleri okumak istemiyor, insana kendini sürekli duvara çarpıyor gibi hissettiriyor, siz de sizi karakterleriniz, fikirleriniz, tasvirleriniz, olay örgünüz, cambazlıklarınızın değil bozuk ifadelerin temsil etmesini istemezsiniz. Ayrıca siz düzeltmediğiniz zaman başkası yanlış anlayıp yanlış düzeltebiliyor ya da hiç düzeltmeyebiliyor. Metninizin kontrolünü başkasına kaptırmayın, metni tertemiz etmeden göndermeyin. Şimdi gidip kitabımı alın okuyun.


















