
Kitabının ithaf yerinde teşekkür ettiği İlknur Üstün ve Neslihan Cangöz’e “Evinize buğday yağsın” iyi niyetini paylaşan Pınar İlkiz, okurlarını Soğan Doğradığın Çıplak Eller adlı kitabındaki sımsıcak, içten hikâyelerine çağırıyor. Bir kadının dilinden kadınların dünyasından hikâyeler demek yanlış olmaz kitap için. Hortum ve Şifa Niyetine dışındaki hikâyelerde ana karakter olarak kadınları görüyoruz. Gün Ahayol’da ise 5 yaşında bir erkek çocuk başkişi olarak gülümsetiyor bizi. Pınar İlkiz, kadın bir yazar olmanın kendisine sağladığı avantaj ile hikâyelerinde kadınların dünyasını başarılı bir şekilde resmediyor. Kitabın adı da bu yönde bir işaret çakıyor okura.
İlk hikâye kitabı ile hikâye dünyamıza adım atan yazarın bu kitabı, basıldığı 2024 yılında iki baskı yapmış, 2025 Sait Faik Hikâye Ödülü kısa listesinde de yer almış. Yadsınamayacak başarılar bunlar. Dergi ve gazetelerde çalışan Pınar İlkiz, NTV kitap editörü olarak yayın dünyasında yer alıyor, sivil toplumda çalışmalarını sürdürüyor.
Kitabı ile ilgili yazdığım bu yazı için kendisinden “Soğan Doğradığın Çıplak Eller ile Pınar İlkiz ne söylemek istiyor bize? Derdi nedir?” sorusuna cevap vermesini istedim.
Bu isteğimi karşılıksız bırakmayan yazar, soruyu “Gündelik hayatın içinden geçerken bir yandan da çok fazla duygunun içinden geçiyoruz. Bazen onlarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bazen ne yapacağımızı bulmaya çalışırken, daha biz ne olduğunu anlayamadan o duygu yerini hızla bir başkasına bırakıyor. Soğan Doğradığın Çıplak Eller ile benim bakmaya çalıştığım yer bu duygulardı, bu duyguların bizde bıraktığı tortulardı hatta. Kitapta okuyacaklarınızı bir haftada yaşayamazsınız ama haberlerde görebilirsiniz, bir arkadaşınız size anlatabilir. Bu sebeple benim ve çevremdekilerin hayatında “hikâye etmeye değer” olduğunu düşündüğüm, belki dışarıdan bakınca küçük görünebilen ama yaşarken insanı epey hırpalayabilen, şeyleri yazmaktı derdim diyebiliriz. O yüzden de kitabı okuyanlardan “O kadar kendimi buldum ki yazdıklarınızda” şeklinde dönüşler almak beni en çok mutlu etti.” sözleriyle cevapladı.
Kadın, kadın-erkek ilişkileri, kadınların mutsuzluğu
Kedili Kadın, Soğan Doğradığın Çıplak Eller, Bey Bizimse, Biz Kimiz? Yalancı Bahar İçin Bir Elbise, Şifa Niyetine, İki Diz Boyu başlıklı hikâyeleri bu grupta ele alabiliriz. Kimler yok ki bu hikâyelerde… Mutsuz ev kadınları, kıskanç kocaların eve kapadığı yalnız, edilgen, içe kapanık eşler, her şeye gergin bir yaklaşımla bakan, sinirli, her şeyi kontrol etmek isteyen, planlı yaşayan genç kız, gizli gizli sevdiği kızı bir içki meclisinde görmeyi bekleyen ama yıkılan 47 yaşındaki erkek cahili bir âşık, içinde yıllardır yaşattığı gençlik aşkını dile getiremeyen, sevdiğinden hep uzak ve mesafeli kalan âşık… Bu hikâyelerin hangisini ele alırsanız alın hepsinden mutsuz, umutsuz, karanlık, istediğini elde edememiş kahramanların hüzünlü, acılı dünyasını bulursunuz. Her hikâyeden hayatın içinde yaşanıp duran acılar damlıyor şıp şıp. Yazar yapıtında bu acılı dünyaları içten, yalın bir biçimde anlatıyor.
Mutsuz ev kadını, sinir küpü koca soluk alıp veriyor Kedili Kadın başlıklı hikâyede. Hikâyenin kahramanı kadın, öksürmenin ardından öğürmeye geçince bir kedi doğurduğunu, daha doğrusu bir yavru kedi yavrusu kustuğunu anlatır bir komşusuna. Klasik bir hikâye anlatımı yok bu metinde. Kedili kadının komşusunu olduğunu düşündüğümüz birine tek taraflı olarak anlattıklarından anlıyoruz olan bitenleri. Bu kadın, düşüp öldüğü yerde evdeki kedilerin yiyip bitirdiği kocasından bir donu ile atleti kaldığını söyler. Kapıda polisler vardır ama kadın kapıyı onlara açmaz.
Farklı bir anlatıma sahip hikâyede mizahi bir üslup metni daha bir eğlenceli kılıyor. Kocasının ardından zırnık üzülmeyen, kedilerine onu yem etmekten keyif alan kadının anlattıkları masalsı ögelerle süslenmiş.
Gerçekle masalın iç içe olduğu bu metinde hayatın gerçekleri, karı-koca ilişkisi, karısına hayatı zehir eden koca, kocasından kurtulunca sevinen kadının mutluluğu anlatılıyor.
Soğan Doğradığın Çıplak Eller, önceki hikâyenin tersi karakterlerle ilerliyor. Belgin ve Hikmet’in anlatıldığını bu hikâyede Hikmet,dümdüz birisidir. Aynı yerde çalıştıkları Belgin ise kızlarla futbol oynayan, işinde terfiler alan, baskın karakterli, erkeksi, renkli biridir. İki ayrı dünyanın insanıdırlar. Hikmet ile Belgin’in yaşadıkları bir “birliktelik” değil, bir “yan yanalık”tır ve bundan öteye de gitmez.
Konuya uygun bir dille yazılan hikâye; “Sapandaki taş olsa ürküttüğü kuş bile değildi.” “Sonra beş karış suratla sandalyesine oturdu. … Onu bunca zaman sonra yeniden görmek, soğan doğradığı çıplak ellerle yaşaran gözlerini ovuşturmak gibiydi.” “… içinde bir şeylerin çıt diye kırılıp yine Belgin’in avuçlarına düşeceğinden endişeliydi.” gibi güzel sözlerle anlatım bakımından zenginleştirilmiş.
Bey Bizimse, Biz Kimiz? başlıklı hikâyede hikâyesini anlatmaya “Annem demişti, “Yapma,” demişti, hemen ardından da “Etme,” demişti. Ama ben hem yapmıştım hem de etmiştim, onunla evlenmiştim.” diye başlayan bir kadının “benim bey cahil görünümlü gerçeküstücü.” dediği kocasından çektikleri resmediliyor.
Elinden telefon düşürmeyen, karısının kapıya bakmasına bile izin vermeyen kıskanç, sinir küpü koca, eşini radyo tiyatrosu dinlemek, akıllı telefon kullanmamakla suçlar. Kocasının eve hapsettiği kadının bir de görümcesinden çektikleri vardır hikâye içinde. Kadıncağız, zamanla kendine edindiği hayali arkadaşı Ahmet ile konuşmaya başlar. Bir gün kocası onu konuşurken yakalar, sinirden deliye döner, evde köşe bucak Ahmet arar ama bulamaz. Kadın işin içinden çıkmak için “Ahmet, akşam yemeğe gelecek olan misafirimiz, sen de kız kardeşini çağır, hep birlikte yemek yeriz, çok eğleneceğiz, söz bak.” diyerek hikâyenin sonunu getirir.
Yalancı Bahar İçin Bir Elbise’de Demet’in sırılsıklam mutsuzluk hikâyesini okuyoruz. Demet, sorun yaşadığı arkadaşı Burak ile arkadaşlarının yanında, dışarıda bir yerde konuşmak ister. Buluştukları bir akşam arkadaşına sinirlenince son anda kendini bir Ankara otobüsüne atar. Plansız, hesapsız yola çıkar. Oysa ‘sınırlarını kendi çizmediği bir eğlenceye balıklama atlamamış’ olan Demet, her adımını uzun uzadıya planlayan biridir. İçmesi bile kontrollüdür. Sarhoş olacak kadar içmez hiç. “Normal şartlarda en az üç hafta cüzdanında dolaşması gereken otobüs bileti dün gecenin bir köründe eline geçmişti.” O yolculuk sırasında bir anne-kız vardır otobüste. Onları gördükçe daha da sinirlenir. Onların planlı yaptıklarını düşündüğü yolculuğu, neşeleri rahatsız eder onu. Yol boyunca sinir hâli devam eder.
Otogardan metroyla şehir merkezine geldiği Ankara’da Konur Sokağa doğru giderken ne yapacağını yaparken tartıştığı arkadaşı Burak arar, arkadaşına trafiğe takıldığını eve döneceğini söyler. Hikâyenin sonunda olay, “Telefonu kapattı, kadına ve kızına duyduğu hıncı zihninin en kuytu köşesine kapattı, sinirini dipsiz kuyulara attı, AŞTİ’ye doğru yola çıktı.” cümlesi ile bitirilir. Öfke ile kalkanın zararla oturması olarak da görülebilir olay. Ya da pireye kızıp yorgan yakma misali…
“… rakıyı buzsuz içmek ağrıyan boğaza iyi gelirmiş.” cümlesi ile başlayan Şifa Niyetine başlıklı hikâyede47 yaşına gelmiş bir erkek kahraman vardır. Aynı kişi, hikâyenin sonunda garsona “Bana buz getir.” diye seslenir. İçi yanan Cemal, rakı masasında, bir kadını beklemektedir. Cemal, her şeyi kurmuştur önceden ama beklediği, gizli âşığı olduğu kız içki masasına gelmez. Telefonla arayan arkadaşı onun sözlüsü ile beraber olduğunu öğrenir. Büyük yıkım yaşayan Cemal’in içi yanar, bunun üzerine rakısına buz ister.
Yazar, başarılı bir anlatıma sahip bu hikâyesinde Cemal ile ete kemiğe bürünen bir karakter ortaya koyuyor. Kadınları anlatmaktaki başarısını erkek dünyasını yansıtmakta da gösteriyor. Şifa Niyetine; olayı ile, kurgusu ile, duygu yoğunluğu ile anlatımı ile başarılı bir hikâye
İki Diz Boyu, kadın ve aşk konusu çerçevesinde kurgulanmış bir hikâye. Uzun bir aradan sonra ikiarkadaş üç yıl sonra buluşur. Erkek duyarsız, kız ise hâlâ ona âşıktır ama bunu geçmişte de dillendirmemiştir, şimdi de söyleyemez böyle bir şeyi. Buluşmaları başladığı gibi biter. Genç kızın o anki duyguları “Bütün gece içimi senle doldurana kadar sana bakmıştım.” “o ana kadar seni içimde sarıp sarmalamak için kullandığım pamuklar aniden kaktüse dönüştü.” cümleleri ile yansıtılır.
Pınar İlkiz; “jilet gibi kocaman bir gülümseme”, “senin ailen bir yalan yavrum”, “… epey düz bir insanım, hatta bir çay tepsisi kadar düz diyebilirim.”, “saç örgüsüne benzeyen süslemeler gibi ilerliyordu” cümleleri ile hikâyenin anlatımına şiirsellik katıyor.
Aile, aile içi ilişkiler
Eksik Eşik, Çömelik, Çifte Piştov başlıklı hikâyeler, bu temalar ile örülmüş.
Eksik Eşik başlıklı hikâyede ilgili atasözleri ve sözler eşliğinde eşiğin aile için eşiğin anlamı işleniyor.
Trende karşılaşan, bir an göz göze gelen ama birbirini tanımayan kadınların anlatıldığı Çömelik başlıklıhikâyede aynı kareler, olayı yaşayan farklı kahramanların ağzından anlatılıyor. Hikâyede bu özellik kendini hemen fark ettiriyor.
Çömelik, peşine düşen aile bireylerden kurtulmak için kendini Marmaray’a atan, görünmemek için tren içinde çömelerek oturan, bir durakta kapı açılınca keskin bir nişancı tarafından öldürülen kadının farklı ağızlardan anlatılan hikâyesi. Ölen, öleni gören, evinde öleni göreni bekleyen, hazırlık yapan kadının hikâyesi. Yazar, bu hikâyesinde farklı anlatım olanaklarını kullanarak hikâye anlatıcılığına yenilik getiriyor.
Çifte Piştov, Anadolu’da yaşanan sayısız kan dökme, kan davası hikâyelerinden biridir. Hikâyenin anlatıcısı kendisinden söz ederken “Yedi nesildir bitmeyen bir kan davasının son kuşağıyım.” der. İki düşman aileden Sadullah’ın Cafer’i öldürmesi ile başlayan kan davası hikâye ediliyor. Büyük aile toplantılarında herkes hikâyeyi başka şekilde anlatıyor. Ailenin yaşayan son bireyi olan, aile büyüklerince bu kan davasında üzerinde düşeni yapması beklenen genç karakter, kan davasını umursamaz. Abartılı ve birbiri ile örtüşmeyen hikâyelerin anlatıldığı bu kan davasında iki kişi dışında ölen yoktur. Biraz mizah, biraz ironi ile anlatımı zenginleşen, kahramanının bakış açısından kan davası olayının eleştirildiği hikâyede kuşaklar arasında olayın farklı algılamaları ortaya konmaktadır.
Yaşlılık
Göz Göze ve 90’dan Devam Ettibaşlıklı hikâyeleri yaşlılık çatısı altında toplayabiliriz. Göz Göze’de yaşlı bir sanatçı anlatılıyor. Geçmişinde çok tanınan bu sanatçı artık unutkan biridir. Taşıdığı tabloyu vapura binerken bir yerde unutur, unuttuğunun da farkına varmaz. İnsanın parlayan yıldızının yaşlılıkta söndüğü dönemlerinin hikâyesidir Göz Göze.
Yaşlıların dünyasını yansıtan 90’dan Devam Etti başlıklı hikâye oldukça ilginç bir konuyu işlemektedir.Hikâyede huzurevinde kendi buldukları anılarına saklanma oyunu oynayan yaşlıların bu saklanma oyununu oynamaları anlatılmaktadır. Konusunun ilginçliği, yaşlı insanların o içten halleri, içlerindeki çocuğu yeniden ortaya çıkarmaları açısından önemli bir hikâye. Kendini kolayca okutabiliyor.
Hayatın içinden olaylar ve kişiler
“Recep Adına İmzalar mısınız?”, Hortum, Gün Ahayol, Kadar Gibi başlıklı hikâyeleri bir arada alabiliriz.
“Recep Adına İmzalar mısınız?” başlıklı hikâyede köyde bir yangında ailesini kaybeden Aysel, bir kitabevinde imza gününe gelen farklı yazarlara bir fotoğraf karesinde yer alan aile yakınları için kitap imzalatır. Oldukça duygusal, saf ve naif bir davranış sergileyen Aysel’in hikâyesi, okurken insanın içine dokunuyor.
Hortum, saklanmak için köye yerleşen eski bir askerin hikâyesidir. Hikâyenin başındaki “Dışarıda tatlı bir pastırma yazı. Eylülün tam ortasına gelmelerine ise üç gün vardı.” Cümlesinden şehirden kaçıp bir köye yerleşen, saklanan Mümtaz’ın 12 Eylül ile ilişkili eski bir asker olduğunu anlıyoruz. Köydeki evde eşi ile yaşayan Mümtaz, her şeye sinirlenen biridir. Çoğu şeyi unutur. Geçmiş, hafızasından silinmeye başlar.
Kadar Gibi başlıklı hikâyede kendini yazı yazmak için evine kapatan, yazmak için bir konu bulmaya çalışan, yazı sevdalısı bir kadının hikâyesidir. Kadar ve gibi edatlarını kullanır, alış veriş listesinden bir hikâye yazmaya çalışır.Olay, ortaya çıkan komik bir durumla sona erer.
Gün Ahayol başlıklı hikâye eğlenceli ve sıra dışı bir konuya sahip. Bu hikâye; annesi ile Belkıs Teyzesinin konuşurken kullandıkları “Günah ayol” sözünü anlamayan Cem adında beş yaşında bir çocuğun bu sözü kendi somut dünyasında yorumlamaya, anlamaya çalışması üzerine kurgulanmış. Bir kelime oyunu ile bir hikâye yazma denemesi. “boyu henüz o kelimelere yetişemiyordu.” denen Cem, duyduğu bu sözü bildiği kelimelerden hareketle yorumlar ve “Gün! Aha! Yol!” diye bağırmaya başlar. Bu tatlı, çocuksu ögelerle kurulu hikâye, çocuğun yorumunu öğrenen annesinin “Ne günahı ayol, gerzek bu gerzek. Aynı babası.” sözleri ile biter.
Hikâye biraz gereksiz abartı ve fazladan uzatma ile anlatılıyor ki metni zayıflatıyor bu hâliyle. Sanki hikâyeden atılması gereken yerler atılmamış izlenimi oluştu bende.
Kitaptaki ağır havayı dağıtmak, kitabın sonunda okurun yüzüne bir gülümseme yerleştirmek için yazılmış bir hikâye havası da var bu metinde.
Pınar İlkiz, konuşurken ağzı laf yapıyor denen kişilerden biri izlenimi bıraktı bende. Hikâyelerini bu laf söyleme becerisindeki rahatlık ve kıvraklıkla, yer yer mizahi ögeleri kullanarak, kelime oyunlarına başvurarak kimi zaman ağlatıp kimi zaman da güldürerek yazabiliyor. Kendisinden çok dış dünyaya, gözlemlendiği insanlara dönük hikâyeler bunlar. Gülmek de ağlamak da hayata dahil. Bu iki karşıt durumu ustaca kullanan İlkiz, hikâyelerinde kimi zaman hisseder gibi olduğumuz yavanlığı ortadan kaldırıyor. Bir ilk kitap için bunlar göze batacak şeyler de değil. Kalemini bu konuşma rahatlığı havası içinde kullanmaya devam ederse okuruna içten ve doğal gelen hikâyeler sunacağına inanıyorum.
Kitabı okurken yukarıdaki paragrafta değindiğim yavanlık, hikâyeleri gerek içerik gerekse dil açısından ele aldığımda arada kaybolup gidiyor. Dili kullanmadaki ustalığı özellikle benzetmeler yaparken ortaya çıkıyor. Benzerlik ilişkilerini alışılagelmiş yaklaşımların ötesinde kuran yazardan bu tür dil ustalıklarını sadece benzetmelerle sınırlı tutmamasını, bu alışılmadık bağdaştırmalarını çoğaltmasını diliyorum.
Son olarak Pınar İlkiz’in hayatı ve insanları iyi tanıdığını, sokaktan, hayatın içinden, çevremizden kişilerden “anlatılmaya değer” kareleri hikâyelerine başarıyla taşıdığını görüyoruz. Metinleri, bu özellikleri ile insana dokunuyor, kendi içindeki kanamayı, sevinci, muzipliği karşısındaki okura taşıyabiliyor.
Etkileşim tam olarak da bu değil midir?


















