
Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim, Mustafa Orman’ın 2024 yılında okurla buluşan bir yapıtı. Mustafa Orman, bize hikâye anlatacağını kitaba koyduğu ad ile söyleyen bir yazar. Ovada Paldır Küldür ve Derdin İncinmesin adlı hikâye kitaplarından sonra bu 3. hikâye kitabı. Bu kitabı 2025 Sait Faik Abasıyanık Hikâye Ödülü kısa listesinde yer aldı.
Kitapta 7 çok kısa öykü (1 veya 2 sayfalık metinler) 5 hikâye bir de novella denebilecek uzun hikâye var. Kitap Anie Ernaux’un “Annem hakkında yazıyorum çünkü onu dünyaya getirme sırası sanırım bende” epigrafı ile açılıyor. Kuşkusuz ki kitabın başına yerleştirilen bu sözün bir anlamı ve amacı, kitapla örtüşen yönleri vardır. Yazar, hikâyelerini anlattığı kişileri, kahramanları yazdığı hikâyeler ile adeta yeniden doğuruyor, onları yaşatıyor.
Öncelikle kitapta yer alan 7 çok kısa öykü üzerinde durayım. Bu kısacık metinler diğer hikâyeleri tamamlayan, bir şekilde onlarla örtüşen metinler. Zaten her biri bir hikâyenin sonrasına yerleştirilmiş. Çok uzun hikâyenin hem başında hem de sonunda bu tür metinlere yer vermiş yazar. Bunlar okura modern öykü tadını veriyor. Şiirselliğin fazlaca olduğu bu metinleri ben bir mensur şiir gibi okudum. Kitabın tamamını bir mesnevi gibi düşünürsek bu metinleri araya yazılan gazeller gibi de düşünebiliriz. Bu metinler; “Karganın bakışındaki ceviz özlemi”, “Bahçe öldü, ev yalnız kaldı”, “geceyi kovuyoruz omuzlarımızda”, “Ustadır şimdi yeryüzü kimsesizliğime”, “kendini yok eden bir ağacım”, “üşümüş iki güvercin tedirginliği”, “sevginin yüreğini acıtan bir yara”, “keselenmiş bahar”, “kokunu soludum bir daha unutmamak için”, “Ben hangi günün perdesiyim?” gibi şiirsel, pek alışılmasık, kendine özgü ifadelerle güçlü bir anlatıma sahip olduğunu gösteriyor.
Yazar, “Gözlerimize iniyor yüzün, aklımızı örüyor saçların, yüzümüzü düşürüyor ellerin” cümlelerinde iç uyak yakalamaya çalışarak şiirselliğin dozunu arttırmış.
Mustafa Orman, bu kitabında evi, anneyi, bahçeyi, avluyu, aşkı, mutsuz kadınları, fakirliği, gidenin acısı ile evin anlamını yitirmesini, insanın insana ettiği kötülükleri anlatıyor. Eskimeyen insan gerçeklerini yani. İçinde insan olan, insana dokunan hikâyeler her zaman okurda bir karşılık bulur. Kitabı okuduktan sonra şu cümleyi not düşmüşüm: “İyi bir kitap, çok şey anlatır insandan.”
Mustafa Orman, iyi bildiği insanların hikâyelerini, sözü yormadan, olayları dağıtmadan, kurguyu karmaşık bir bilmeceye dönüştürmeden, suyu bulandırmadan anlatan, anlatmasını bilen bir yazar. Daha önce yayınlanmış olan kitaplarını okumamıştım ama bu kitabından sonra onları da okumak isteği doğdu. Bir yazar, bunu ancak yazdıklarının gücü ile başarabilir. İyi şiirin kendini ezberleten, tekrar okutabilen şiir olduğu söylenir, bilirsiniz. Bunu hikâye için söylersek iyi hikâye bir dost meclisinde, bir sohbet sırasında kendisini anlattırabilen hikâyedir diyebiliriz. Edebiyatımızda Ömer Seyfettin ile başlayan Maupassant geleneğinde bu tür birçok hikâye vardır. İnsanlar zaman zaman bu hikâyeleri anlatır birbirlerine. Yazarının adı unutulur, o hikâye anonimleşir. Mustafa Orman’ın sözünü ettiğim Lazkiye – Halep Yolunda Görmüş Olanın Yalnızlığı başlıklı uzun hikâyesinde özellikle bu tür hikâyeler var. Hikâyeler var diyorum çünkü bu uzun hikâye, 15 bölümde verilen iç içe hikâyelerden oluşuyor.
Kitapta 64 sayfa olan bu uzun hikâye, açıkça söylemek gerekirse bir hikâye okuru için göz korkutucudur. Neredeyse kendi başına bir kitap olabilecek hacme sahip bu hikâye, bir su akar gibi akıp gidiyor. Su aktıkça olaylar da başka yerlere gidiyor, hikâyeye yeni kişiler ekleniyor. Hikâye, Suriye’de insan kaçakçılığı yapan üç kişinin (Başkaçakçı Nubar Kusay, şoför Affan ve kahraman anlatıcı) yaşadıklarının anlatılmasıyla başlıyor. Bütün hikâye bu kişilerin yaşadığı olaylar üzerine devam edecekmiş gibi görünürken başka bir noktada sona eriyor. Kendi ölüm ilanının afişlerini duvarlara yapıştıran Ebu Kasım’ın hikâyesi ile devam ediyor olaylar. Yıllar önce âşık olduğu, bir daha göremediği kadın, olur ya ölümünü haber alır da yaşadığı yere gelirse diye bir umutla yapıştırıyor bu afişleri Ebu Kasım. Hikâyenin anlatıcısı olan kahraman, bu olayın iç yüzünü öğrenince Ebu Kasım’ın isteği ile ölüm ilanı olan afişleri Türkiye tarafına getirir, sınır köylerinde dağıtır. Ebu Kasım’ın âşık olduğu, ailesi vermediği için sevmediği başka biri ile evli olan kadın, gelip bu kişiyi bulur, kendisini Ebu Kasım’ın köyüne götürmesini, orada bir fatiha okumak istediğini söyler. Hikâyenin sonunda Ebu Kasım, Perizade’yi dünya gözüyle bir defa daha görür. Bir kıssa geleneği tadında, eski meddahların anatışındaki akıcılıkla kaleme alınan bu hikâyedeki aşk hikâyesi gerçekten okuru derinden etkiliyor. Sevdiğine kavuşamamış, hayatı karartılmış, mutsuz insanların iç burkan acıklı hikâyesi. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi nice hikâye barındırıyor insanlık tarihi. Ebu Kasım ile Perizade’nin hikâyesi de büyük bir aşk hikâyesi.
Hikâyenin baş taraflarında bu küçük çetenin arabası bozulur Halep’te. Bayram öncesidir, her yer kapalıdır, güç bela arabayı yapacak bir usta bulurlar. Arabayı yapan usta para almak istemez, onun yerine Türkçe bir kaset ister. Bu bölümü okurken Refik Halit Karay’ın ünlü hikâyesi Eskici geldi aklıma.
Yazar, kitabın başındaki epigrafta anne kavramına gönderme yaptığını söylemiştim. Kitabı ithaf ederken de “Anneme ve bizi her hafta kanser eden Beşiktaş’a…” diye yazmış. Anne olayı zaten kitabın ana izleği. Bu uzun novellada Affan ve anlatıcı, Suriye’nin Lazkiye şehrinden üç kişiyi Kuveyt’e götürecektir. Bu kişilerden biri Filistinli bir kadın, diğeri Faslı bir adamdır. Adam, yanında kocaman bir radyo taşımaktadır. Radyoyu elinden almak isterler ama adam vermez. Irak, Felluce’de başkalarına teslim edilen bu kişiler Irak-Kuveyt sınırını tabutta geçireceklerdir. Tabuta girince radyoyu kapatırım diyerek anlaşırlar en sonunda. Bu kişi radyoyu o sırada Dünya kupasında oynanacak olan Fas – Bulgaristan maçını dinlemek için yanında taşımaktadır. Söz konusu sınırı geçerken anlaşmaya uymaz, tabutun içinde radyodan maçı dinlemeye de devam eder. Oradaki görevli polis de Faslıdır da sesin arabanın radyosundan geldiğini düşünerek kolayca geçmelerini sağlar. Komik olay, dramatik bir duruma yol açmadan sona erer. Kaçakçı şoför için de komik bir anı olarak kalır. “Babamın öldüğü gün bile maç dinledim ben.” diyecek kadar futbol tutkunudur bu Faslı. Yazarın Beşiktaş tutkusu ile özdeşleşen bir durum olarak gördüm ben bunu. Yazar içindeki fanatik ruhu, orada Faslının yaşadıklarıyla yansıtıyor, hikâyeye tatlı bir mizah katarken, okurda da diri bir merak uyandırıyor.
Bu ana hikâyelerin yanında anlatıcının evinde geçirdiği günler, evinin bahçesine başı koparılarak atılan horoz gibi yan olayları da anlatıyor yazar. Bu özellikleriyle hikâyeyi küçük bir roman gibi de okuyoruz.
Kitabın ikinci bölümünde yer alan bu uzun hikâyedeki Perizade’nin kızının hikâyesi anlatılıyor kitabın Nakışlı Yorgan Kenarları başlıklı ilk hikâyesinde. Sevdiği ile kaçıp uzaklara giden kadın, annesinin, anladığımız kadarıyla isim verilmese de Perizade’nin ölümünü haber alınca ailesinin yanına gelir.
“Ölünce sevilir herkes.” cümlesini kullandığı hikâyesinde yazar, anne evine geri gelen kadının dramını şu sözlerle ifade eder: “İşte annen aşkını süpürüp toprağın altında yeşerttikçe bu dünyaya ve çevresine duyduğu kinini de büyüttü. Sevdiği adamı hiçbir zaman unutamamıştı. Sonunda onu babanla evlendirdiler. Babanı sevmiyordu, onun sessiz yürüyüşünü bile bahane eder, kavga çıkarırdı. Çocuklarını da hiç sevmedi; dünyada insanın rahatını kaçıran ne varsa dayattıkça sizler de bir bir ayrılıp kaderinizi çizdiniz. O kara taşlı avluda annene itaat ettikçe köle mertebesine gelmiştin. İtaatin ve köleliğin kesinleştikçe annen seni yok sayıyor, görmezden geliyordu. Ta ki sen onu terk edip kalbinde boşluk, ruhunda kimsesizlik bırakana kadar; işte orada geri dönmeye çalışsa da bulamadı seni.”
Kardeşi “Öldürüleceğini bile bile niye geldin abla?” diye sorar. “Ha ölmüşüm, ha kalmışım. Yabancı bir kentte, bir pencere kenarında tanıdık birini aramak nedir bilir misin?” diye cevap verir. Bu cümlesi, kadının yaşadıklarının özetidir. Annesinden kalan mutsuzluk mirası hiç yalnız bırakmamıştır onu. Kaçışı onu mutlu etmemiş, yalnızlığını daha da arttırmıştır. Buraya, çocukluğunun geçtiği eve, ölen annesi ile yüzleşmeye gelmiştir, annesinden tek miras olarak taşıdığı altıncı parmağı ile.
Kahraman ve gözlemci anlatıcıdan biri görülür çoğunlukla hikâyelerde. Yazar bu hikâyesini 2. kişili anlatımla oluşturmuş. Bu da hikâyeye ayrı bir tat katıyor.
Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim, anneannesi ile babası aynı gün ölen anlatıcının hikâyesi. Babasını sevmeyen çocuk dramı vardır bu hikâyede. “Ölüm zamanlarında hiçbir söz, hiçbir cümle işe yaramaz.” diyen kahraman, babasının cenazesine gitmeme kararı alır ama sonunda iç çatışmalar yaşayarak gider. “Ölüm bir tek bahçede varmış. Bahçe ağzında hiç gitmeyen anne varmış. Ev anneymiş, anne evmiş, bahçe hayatmış.” diyerek sözü yine annesine getirir.
Haysiyet Meselesi’nde Doğu Ekspresinde yoksulluğunundan yollara düştüğünü, babasının bıraktığı borç için çalışmaya gittiği anlatarak durumuna insanları acıtan Asim’in yolculardan birinin cüzdanını çalması mizahi bir dille anlatılır.
Kuş Konmuş Ağaç Yanık Bir Türküdür, başlıklı hikâyede, kocasından sonra gözaltına alınıp da dönmeyen oğlunun yolunu bekleyen bir kadının yaşadığı acı son anlatılır. Bir adam, kadına bir gün bir kutu getirir. Kadın, kutudan çıkanları evindeki dolabın vitrinine koyar. Kızının sanal alış verişlerinden birinde aldığı bir şey sanır onu ama akşam kızı gelip gelen kutu içindeki kâğıdı okuduğunda, onların umutla yolunu beklediği oğlunun kemikleri olduğunu öğrenir. Kocasından sonra oğlunu da yitiren kadın acıya boğulur. Hikâyeyi şu cümle ile bitiriyor yazar: “Duvardaki iki fotoğraf, gelecekte duvarda asılı birer silaha dönüşecekti.” Devlet düşmanlığının oluşumunun, devlete olan güvenin yıkılışının, kinle dolmanın hikâyesidir bu. Yazar, bunu yürek yakıcı bir şekilde anlatıyor.
Sinesinde Bir Dağ Büyür başlıklı hikâye, coğrafya kaderdir anlayışı anlatılıyor. Yoksul bir karı koca. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktadır, damlarında açılan delikten içeri su girmeye başladığında kapıları çalınır. Askerdeki oğulları dönünce damlarına bir çatı yapmanın hayallerini konuşurlarken oğullarının şehit olduğu haberini alırlar. Hikâyede, “Fakirlik nasipmiş.” cümlesine yer veren yazar, yoksul ailelerin başka bir nasibine değinir: Şehitlik. Fakirlikten dökülen bu ailenin damlarına şehit bayrağı dikilişi tüm çıplaklığı ile okura gösterilir. Bu hikâyede anlatılan olay, akşam haberlerinde dinleyip geçtiğimiz sayısız şehit evi haberlerinden biridir. Haberlerde dışarısını gördüğümüz bu evin içine, içindeki insanların dünyasına giriyor yazar.
Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim, adlı kitap; Mustafa Orman’ın hayatı ve insanları seyrederek, sıkı gözlemler yaparak anlattığı, okurunu derinden etkileyen hikâyelerden oluşuyor. Yazar, hikâyenin iki temel yönünden yararlanıp yer yer anlatarak, yer yer göstererek hayatı ve insanları öğretiyor okurlarına. İyi kitaplar, okunup bittiğinde okuruna bir şeyler öğreten, belleğine bir şeyler kazıyan kitaplardır. Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Sait Faik Abasıyanık gibi ustalarımız yazdıklarıyla bunları başarmış, geride izlenebilecek geniş izlekler bırakmışlardır. Mustafa Orman da işte bu izlekten yürüyen, başarılı hikâyelere imza atmış bir yazar olarak çıkıyor bu kitabıyla karşıma. Günümüz hikâyesi / öyküsü, postmodern, büyülü gerçekçilik, modernist gibi anlayışların ağır bastığı bir mecrada ilerliyor. Mustafa Orman ise daha çok, klasik olan yolda ilerlemeyi tercih ediyor. Bu anlamda Ömer Seyfettin yolundan gidilerek güzel ve etkili hikâyeler yazılabileceğini de göstermiş oluyor. Tanrısal ve kahramancı bakış açılarıyla dili alabildiğine yalın ve etkili kullanıyor, gereksiz dil oyunlarına girmiyor. İşini yalın ve doğru yapıyor. Yalınlık basitlik değildir, bu anlamda söylemiyorum. Aksine yazar, yalınlıkla daha etkileyici olmayı başarıyor. Olayları ve insanları tüm çıplaklığı ile gösteriyor. Bir hikâyede olması gerekenlere bağlı kalıyor yani.

















