Dünya sessizlik içinde değil, biliyorum; sen de biliyorsun.
Gittim ülkenin ta öte ucuna; Kars’ı, Ardahan’ı, Şavşat’ı gördüm. Dağlarına, ormanlarına kavuştum, Karagöl’ün kıyısında çayını yudumladım Karadeniz’in. Oradan sana, biz’e ve ülkeme baktım.

Hep “savunma” halinde bıraktığın ‘ben’i düşündüm. Vurgun yemişçesine sağa sola savrulmanı…Saçlarını okşamayan bir elin çocuk ruhunda açtığı yarayı gördüm, kanayanı ve öteleneni. Bahaneler yarattığın zamanları…Nefessiz kaldığın ânları…
Susuz kaldığımız ânlar oldu, çöle döndüğümüz zamanlar da. Sen kaçıp gitmeyi, bense bahçemize zeytin ve nar ağacı dikmeyi seçtim. Oysa, “birlikte köklenmek” için seçmiştik bu yeri.
“Suların bağışlayıcılığı olmasa yaşayamam ben. Cennetin son mermer kapısı kapanmadan ölemem,” diyordu şair.
“Gecenin yüreği, konuşsana” da diyemiyorum sana. Ama şunları ben de yazabilirdim:
“Vaktiyle olduğun insanda ölmek ve vaktiyle sevdiğin insanda ölmek, aynı anda hem berrak nem fırtınalı bir gökyüzü gibi hem dönmek hem dönmemek.” (*)
Alıp başını gitmenin kurtuluş olmadığını bilenlerdenim. Kaçışın kitabını (Sen Gittikten Sonra) buradan başlayarak yazdığımı söylemeliyim.
Sesi sese katarak yaşamanın ne olduğunu da anlatıyordu, Alejandra Pizarnik:
“Benim bu hevesli sesim kadim çığlıklardan geliyor. Sağca yaşıyorsun, küçük bir katil gibi giyiniyor, aynanın karşısında ürkütüyorsun kendini. Toprağın içine koy beni, bırak toprak örtsün üzerimi. Pespaye bir vecd hali. Sana güneşi gösterirken bile seni aşağıladıklarını biliyorsun. Kendini nasıl savunacağını asla belemeyeceğini biliyorsun, sadece vermek istiyorsun onlara kupayı-cesedini yani- ve istiyorsun ki içinden yiyip içsinler.”
Birbirimizden farklı olduğumuzu görmediğin için kaçışlara sığındın. Şu satırları sana okumanın da bir faydası yok, biliyorum:
“Yeniliyorum, yeniden kuruyorum böylesine kuşatmışken ölüm beni. Merhameti yok bu işin, başında halesi yok, ateşkesi yok. Ve o ses, sebeplerin ilkine yakılan o ağıt; bir çığlık, bir nefes, tanrılar arasında bir soluklanma. Son gecemi anlatıyorum ben, peki ya sen ne yapabilirsin? Yuvandan çıkıyor ve bir şey anlamıyorsun. Yuvana dönüyorsun ve anlayıp anlamamanın bir önemi kalmıyor. Yine çıkıp geliyor ve anlamıyorsun. Nefes alacak yer yok ve sen tanrıların soluğundan söz ediyorsun.”
Şimdiyi unutan yerdesin, dünü ise hatırlamayan. Ama bir gün dönüp geleceksin, biliyorum. “Nefes almak için, gözlerimi unuttuğum için, susuz kaldığım için,” diyeceksin.
Gölgen dahil, her şey hafızamda. Suyu eksilmiş çiçeklerin, dalbudak sarmış ağaçların, çiçeğe durmuş zakkumların seni bekliyor olacak. Tarçın ise kayıplarda, geçmiyorum onun da sokağından.
Evet, geleceksin bir gün; adım gibi biliyorum bunu:
“Açık bir kapıyı çağrıştıran o hafifçe aksanlı sesinle geleceksin bana, güzel isimli bir kuşun gölgesiyle, o gölgenin hafızamda bıraktıklarıyla, ölmüş bir genç kadının rüzgârda savrulan küllerinden geriye kalan şeyle, bir evi, bir ağacı, güneşi ve bir hayvanı yansıtan o resmi sildiğinde sayfada kalan izlerle geleceksin.”
Yalansız bir bakışa tutuldun. Görmedin gözlerindeki kederi. Kaçışlarda olduğunu bilemedin. Hezeyanlarını korkuları sandın.
Şimdi ise, adı bir yerde geçince duralıyorsun. Kalbin hızla çarpıyor. Bir yerlerden çıkıp gelecek diye bakışların telaşlanıyor.
Seni dindiren onu hatırlatan kokular, ondan kalan nesneler ve birkaç albüme sığdırılan bir hayatın suretleri. Ânları yansıtan çerçevelenmiş fotoğraflarını çekmeceye kaldırıyorsun. Göz önünde tutarak acını çoğaltmak istemiyorsun.
Aradığın, sana ışık düşürmesiydi. Oysa o başka şeylerle ilgilendi hep. Bu da hezeyanlarını çoğalttı.
Başlangıçta bir ses gibiydi senin için. Ruhundaki arayışın imgesi olarak karşında duruyordu. Oysa ötede(n de) bir başka(sının) imge(si) vardı.
Bir gülüştü seni ilkten kendine çeken. Ruhunda çağlayanlar yaratmıştı. İlk bakıştaki etkiden kurtulamamıştın.
Şimdi başka yerde, başka göklerde…
Adın Kaldı Dillerde
Adını unuttum çoktan. Uyumla uyumsuzluğun, sözle yabanıl bakışın yan yana duruşuna bakıyordum. Bana ezinç verenlerin aynasına yani. Sudaki suretin başkaydı, bu karşılaştıklarımda bambaşka.
Yalnız değildin, sözcükler anlatıyordu bunu. Ezeli ve ebedî olan neydi sahi? Bir araya gelişin, sonra kopuşun ve ifrit kesilmenin nasıl bir şey olduğunu kısmen anlatandı tüm bunlar.
Şimdi, “ el aman” dediğim ânların hatırlayıcısıyım. “Bir ve bütün olalım,” diyen bakışı unutalı çok oldu. Tıpkı unutuşun ve kaçışın zamanı gibi. Ne buruk, ne de ezginim. Kırgınlığıma keder de diyemiyorum. İncinmişliğimi bir yerlere sıkıştırdım. Yani görünmez kıldım.
Ezberi bozulmuştu hayatınızın. Seni Şavşat’ta uğurlamaya gelen Nursal, kendi aldanış zamanlarından söz ediyordu. Vicdan vardı orada. Hayata karşı tutarlı duruş, ilkeli bakış.
Gündelik kaygılardan kopuşun sınırına varmıştın sözüm ona. Gittiğin yer ülkenin en uç sınırıydı. Hep uçlara gitmeyi severdin. Ama kıyıda durmaya da…
Üzgün değildin asla. Kendince nedenler yaratan bakışın saldırısıydı bunlar. Yersiz zamansız anlarda kabaran dalga gibiydi hırçın ve yıkıcı. Saldırgan ve sevgisiz.
Leb deyip leblebi demeyen hali ürkütücüydü. Kendisiyle hiç yaşamayacakmış, dönüp tüm bunları hatırlamayacakmış gibi bakıyor, sözler ediyordu.
Kötülük nerede başlar bir insan ömründe, bunu düşününce; öylesi karanlık bir hayatın sonsuza kadar katlanılacak bir hayat olmadığını görmüştün.
Öyle ki; sanrılarla dönenen her günün akşamı, kaygıyla beklenenleri tahmin edebiliyordun. O salvolar, yaratılan hezeyanlar karşısında savunmada olmak da ağır geliyordu artık.
Tam da bu dönemeçte; “kendi gidenin şarkısı”nı biri söylüyordu ötenizde. Kurduğu kapanlara çoktan düşmüştü bile.
Üzülsen de, bu hal seni öfkelendiriyordu o kadar. Biliyordun ki artık, ötede bir geçmiş yaratmışlardı kendilerine. İz sürmesi, yalanlarına onu inandırması boşuna değildi.
Lüzumsuz biri gibi görmesi yalandı. Aklını çelenin ne olduğunu üstelemesen de, gizli saklı olanları sezinliyordun.
“Ülfet zamanı tanıdığı,” deyip geçmişti o kentte karşınıza çıktığında.
“Kurtuluş zamanı,” diyordun şimdi o yaşadıklarına.
Öteledikçe üzerine gelen.
Tam zamanı dedikçe üsteleyiş sanrılarına kapılması…
Lüzumsuz dediğin anlarda celallenmesi…
Üzgün bakışlarla av yakalaması…
Kaç zaman geçse de bu hezeyanın yansılarında üstelemesi…
() Delilik Taşı, Alejandra Pizarnik; Çev.: Yasemin Çongar, Everest Yay., 224 s. (*) Clara’ya Mektuplar, Juan Rulfo; Çev.: Halil Beytaş, 2025, Doğan Kitap, 309 s.


















