
Bugün hızla akıp giden şehir yaşamında, Şehir Mektupları zamanın ritmini yavaşlatan bir durak gibi. Bir tramvaya binmişsiniz, pencerenin buğusuna parmağınızla küçük bir şekil çizmişsiniz, yan koltukta da biri yanık bir Türkçe ile şehri anlatıyor gibi. Hem tanıdık hem bilinmedik bir İstanbul…
Bu mektuplar, modern zamanların steril gözlemlerinden uzakta, sokağın ham halinin içinden konuşur. Yazar bazen Eminönü’nün kalabalığında bir adımını düşünür, bazen Kadıköy’e giden bir vapura biner, bazen de Çırçır çeşmesinde sıraya giren insanları izler. Gece eğlenceleri, mahalle dedikoduları, küçük esnafın hayat telaşı, meyhanelerin loş sohbetleri, Ramazan gelenekleri… Hepsi, kalabalık bir defterin kenarlarına iliştirilmiş canlı notlar gibidir. Ahmet Rasim, hafızanın nabzıdır. Fakat bu nabız sadece nostaljiyle atmıyor; şehrin terlemiş omuzlarını, sıcaktan bunalan sokaklarını, sabahın erken saatlerinde açılan dükkânların seslerini de duyuruyor. Onun satırlarında İstanbul, yalnızca kibar, zarif, ince ruhlu bir semt ve aynı zamanda iskele gürültüsüyle uyanan, balık pazarının keskin kokusuyla nefes alan, gece yarısı kahkahalarının yankılandığı, çocukların sokak aralarında top koşturduğu bir canlı organizma.
Kalemi, Osmanlı’nın son dönem İstanbul’unu bir kartpostal romantizmine hapsetmez. Aksine, gürültüsüyle, kederiyle, cümbüşüyle gösterir. Kimi zaman bir sokak satıcısının sesinde hayatın telaşını, kimi zaman bir mahalle kahvesinde tavla taşlarının ritmini duyarsınız. Bir anlamda kentin sosyolojik arşivini tutar; fakat bu arşiv, klasörlere dizilmiş soğuk veriler yerine, duvar diplerine sinmiş konuşmalar, vapur dumanına karışmış hayaller, bir ramazan topunun patlamasıyla hızlanan adımların hikâyesidir.
Tüm bunları da akademik bir mesafeden, içten bir gözle yapar. Sokakla arasına perde çekmez; araya giren tek şey, insanı gülümseten tatlı bir ironi ve sevgi dolu bir merak. Onu okurken, sanki size dönüp “Gel hele, şu köşe başında duralım da biraz seyredelim,” diyen bir dostun sesi eşlik eder. Şehrin kalabalığı arasında bir aidiyet hissi bırakan bu davet, Şehir Mektupları’nı hala taze, hala canlı kılar. Yazılarındaki mizah, insanların hâllerini incitmeden, hatta onları daha sevimli ve gerçek kılarak akar. Ahmet Rasim gülümsetirken küçümsemez; alay etmez, üstten bakmaz. Tam tersine, sokak satıcısının telaşını, mahalle bakkalının isteksizce verdiği fişek kâğıdını, sabah vakti uykulu çocukların ekmek kuyruğundaki yüzlerini öyle bir şefkatle betimler ki, okur kendini kentin sıradan insanlarına daha yakın hisseder. Bu mizah, şehrin telaşını yumuşatan, kalabalığın içinde insanın içini ısıtan ince bir merhem gibidir.
Ahmet Rasim’in mektupları, tarihe, kültüre, gündelik yaşama, insanların küçük sevinç ve telaşlarına merak duyanlar için benzersiz bir pencere. Bazen büyük olayları bazen de günün küçük ayrıntılarını da önemser: simitçinin sesindeki sabah umudu, sandal sefasına çıkan gençlerin heyecanı, mahalle kadınlarının kapı önü sohbetleri, vapur dumanının ufka karıştığı bir akşamüstü dinginliği… Bütün bunlar, İstanbul’un ruhunu sadece görmekle kalmayıp hissetmek isteyen okurlar için adeta birer canlı sahneye dönüşür.
Eğer şehrin sokaklarında dolaşmak, eski İstanbul’un sesini duymak, tarihin sıcak yüzüne dokunmak istiyorsanız, bu sayfalar sizi bekliyor. Bir yandan geçmişin ritmini duyar, diğer yandan bugünün hızlı adımlarının aslında ne kadar sesli ve aceleci olduğunu fark edersiniz. Rasim’in kalemiyle soluklanırken, zamanın iki ucunda gezinen bir yolcuya dönüşürsünüz: bir ayağınız Kariye yokuşunda, diğer ayağınız bugünün kalabalık metrolarında.
















