
Romanın perdesi kilisede açılır ve yine kilisede kapanır. Okur fiziksel olarak böyle bir atmosferin içinde olduğunun farkındadır ama zihinsel ve düşünsel olarak yolculuklara çıkmanın belirsizliğiyle romanın dünyasına tutunmaya çalışır. Bu noktadan sonra roman başka bir boyuta evrilir. Dinle birlikte yoksulluk, üçüncü sayfa haberlerinde karşılaşacağımız türden olaylarla karşımıza çıkar.
Kilise neden en çok yoksulların mahallelerine kurulur?
Ailenin ve toplumun yaşantısına din ve kilise bu kadar nüfuz etmişken, yozlaşmadan ve çürümeden kaçınılır mı? Bunun başını papaz Gabriel çekmektedir üstelik. Bir kadının ve çocuğunun hayatını berhava etmiştir, günahını onların omuzlarına yüklemiş ve tekinsiz bir dünyada tek başına bırakmıştır onları. Annenin de, çocuğun da sonu kötü biten hikâyesi, kitabın en dokunaklı bölümlerindendir.
Kalabalık aile, Pazar ayini için kilisenin yolunu tutarken, karşılaştıkları cinsel münasebet, bu çelişkili dolu dünyadan haber verir. Olay, farklı kişilerinden gözünden okura aktarılır. Geçmişe yolculuk parçalar halinde romanın içine serpiştirilir. Dingin ve sessiz bir akıştır bu. Baldwin’in anlatım haritasında telaşa yer yoktur. Düşünsel dünya, karakterlerin zihninde sakinlikle uğuldar. Baştan sona roman adım adım biçimlenir.
Okul ile kilise arasına sıkışıp kalan çocuklar, haylazlığa sığınarak küçük günahlarından sıyrılırdı. Çocukların gözünde günahlarından arınmanın biricik yurdu, içine doğdukları dünyadır. Birçok şeyi hazır bulurlardı orada. Yine de dikkatlerini buradan başka bir dünyaya çevirmişlerdir. Anneleri babaları gibi yaşanmayacak, başka hayatlara kanat çırpacaklardır. İsyanla karışık duygu, arayışın dikkat çekici boyutudur. Jhon babasından kabul görmeyince, dışlanmanın seyriyle gürül gürül akan bir dış dünyaya çeviriyordu yüzünü, bahanesi hazırdır ama bir ikilemin içindedir. Jhon, cehennemin kapısını zorlamaktadır, oraya kaçmak istemektedir.
Baba, kilisenin baskın temsilcisiyse, anne de evin içinde âşık olunan ve her zaman dönülen kişidir. Annenin şefkatli yüreği, babanın katı kalbini tartar. Baba ve anne arasında geçen diyalogların hoşnutsuzluğu, aile tablosunun en çıplak fotoğrafıdır. Erkeğin egemen olduğu çağ, kadın için tamamen dezavantajlarla doludur. Kavramlar, her bir aile bireyinin gözünde farklı bir anlamlara bürünür. Eril ve baskın dünya, ilhamını erkek egemen anlayıştan alır. Din de, kilise de, yaşam da erdir. Hayatın egemeni erkektir. Papaz Gabriel’in sözü geçer ailede.
Nasıl davranacağını bilmiyorsan, evi çocuklarla doldurma hakkın olmamalı, cümlesi, babaların ördüğü duvarlar arasında onlarca çocuk adına dile getirilmiş itiraz niteliğindedir. İçinde sevgi taşımıyorsan, ne diye tatmin olmak için bir canlı bırakılır bu tekinsiz dünyaya? Çocuklar kimin için dünyaya getirilir? Kör bir bencilik midir insanı buna yönelten, yoksa tek kalma korkusundan mı ibaret bütün çabası?
Romandaki her ayrıntı, romanın atmosferini beslemeye ve genişletmeye dönüktür, gereksiz bir nesneye, görüntüye, diyaloga yer yoktur. Kutsal kitaptan yapılan onca alıntı ve gösterilen referans, romanı somut kılar.
Kitabın önemli izleklerinden biri de, beyazlar tarafından ayrımcılığa maruz kalan esmer insanların yaşadıkları trajedilerdir. Baldwin bunu incelikle işler. Okurun gözüne sokmadan diyalog yoluyla sezdirir. Nasıl oluyor da dinin baskın olduğu bir yerde ayrımcılık yaşanıyordu? İnanç mı kışkırtıyordu bu düşmanlığı? Tanrı yalnızca beyazların mıydı?
Her bölümün anlatıcısının değişmesi romana hem modernlik hem de başka zenginlikler katar, hikâyeler çeşitlenir. Merkezinde din ve kilise olmasına rağmen anlatıcıların çoğalması romanı tekdüze olmaktan kurtarır. Farklı kişilerin gözünde dinin farklı yerlerde durması genişlik kazandırır kitaba. İlk bölüm Jhon’un gözünde aktarılırken, ikinci bölümde de Florence’nin sesini duyarız, üçüncü bölümde Gabriel boy göstermiştir kendi sesiyle. Sesler okurun beyninde yolculuğa çıkar.
Bir ülkenin gerçekliğine kendi aynasından bakmak ve görmek, edebiyatın insana güzel bir hediyesi olsa gerek. Ne de olsa toplumlar farklı coğrafya ve dönemlerden birbirlerine seslenebilirler. Dağlardan Duyur Onu’nda James Baldwin’in bu ilk ve otobiyografik romanında, bize yüzyıl öncesinin Afro-Amerika’sının karanlığından günümüze ışık tutar. Karanlığı anlatırken, madalyonun aydınlık yüzünü gösterme derdindedir. Baldwin, keskin eleştirici oklarını tanrının yeryüzündeki temsilcileri kilise ve din adamlarına yöneltir.
Araladığı kapıda özgürlükle inancın yan yana gelebilir mi tartışmasına katkı sunmaktır. Baba-oğul çatışmasında, otoriterinin katılığı sarsılır mı arayışı, merakla peşinden sürükler bizi.
Edebiyatın sınırları yoktur. Dili, rengi, cinsiyeti, sınıfı, statüsü yoktur. Edebiyat böyle anlamlarla çalar okurun kapısını, her türlü ayrımcılığın karşısına dikilir.

















