
Söyleşi: Huban Seda Ateş
Aydın Akduman’ın Kâbil’in Hafızası adlı kitabı Mahal Edebiyat tarafından yayımlandı. Yazarla son kitabı üzerine konuştuk.
Kar ve Su öykünüzde var ile yok arasındaki sıkışmışlık anne bebek ilişkisi şeklinde algılanacağı gibi modern zamanın varoluşsal sancısı olarak da algılanabilir. Öykünüzde görünmeyen baba figürünün de hem yok edici hem de belirleyici özelliğini göz önüne alırsak, bu sıkışmışlık başkişinin hayatla kırılmasını mı imgeliyor?
İlkel ya da modern dönem fark etmez, anne hep yalnızdır. Bunu eşimin hamilelik ve doğum sonrası dönemlerinde iliklerime kadar hissettim. Evrimsel açıdan mantık zeminine oturtulabilen bu durum toplum ve eşit haklar söz konusu olduğunda tek bir meşru alana sahip olamıyor. Dünyanın bu ahlaksız düzeninde benim içimi yakan tek şey bir çocuğa zarar verilmesi. Yetişkinler kendi pisliklerinde boğulabilirler, fakat çocuklar nefes almalı. Kızım daha bir yaşını doldurmamışken aldığımız bir haber üzerine yazdım bu öyküyü. Yaşadığım semtte yeni doğmuş bir bebeği boş bir arsaya bırakmışlardı. Kış aylarıydı ve bebeğin açlıktan mı yoksa soğuktan mı öldüğünü düşünemeyecek kadar kendi yavruma aşıktım. Aradan iki yıl geçtikten sonra oturdu acısı içime. Suçlu aramak kolay olduğundan gözler her zaman ilk olarak anneye çevrilir. Gelin görün ki ya kendi cinsiyetimden ya da baba olmam sebebiyle ben lafı hiç dolandırmadan babayı suçladım. Baba eğer gerçek hayatta bu yavruyu hem dünyaya zorla getirtmiş hem de ölümüne sebep olmuşsa, bilerek ya da bilmeyerek, fark etmez, bir şekilde o çocuğun soğukta yalnız kalmasında rolü varsa, bu öyküde yeri olmamalıydı. Annenin çaresizliği de önemli elbet fakat asıl odak noktası, acının yuva yaptığı yer çocuk olduğundan bu çaresizlik öyküye ancak kordon sayesinde girebildi; aklamak için değil, sadece “rağmen” etkisi yaratabilmek adına. Bu hikayede aklanacak hiç kimse yok.
Kum Kütüphanesi öykünüzde yer alan “Yalnızca kolektif bir hafızanın sezdirdiği birbirinden kopuk bu olaylar zincirinin…” alıntısından da anlayacağımız üzere metinlerinizde sıklıkla karşımıza çıkan kolektif hafıza ve parçalanmış bireysel hafıza arasında bir salınım var. Anlatıcıyı bu şekilde kurgulamanız anlatıcının kendi zihinsel bütünlüğüyle kurduğu ilişkinin metne yansıması mı?
Bunun sadece anlatıcıyla değil, onunla özdeşleşebilecek tüm insanlarla alakalı bir anomali olduğu kanaatindeyim. Hayatta kalmamızı sağlayan birkaç motor beceri dışında çevremizde yarattığımız dünyanın tamamı hafızamızın bir yansıması olarak görülebilir. Bilimsel araştırmalar beynimizin çevremizdeki dünyayı hafızamızla birlikte şekillendirirken bir yandan da hayatta kalabilmek için anılarda ufak tefek değişiklikler yaptığına işaret ediyor. Sert bir darbenin ardından döktüğümüz gözyaşı veya ağır bir hastalık sonrası yitirilen bir yakının ardından yakılan ağıt kanserli hücre gibi tüm benliğimizi sarmasın ve kederden yok olmayalım diye yapılan küçük dokunuşlar bunlar. Zihnin kendi ilacını üretmesinden başka bir şey değil.
Fakat kolektif hafıza -Mandela etkisini saymazsak- bu bireysel silahlanmanın önüne geçen bir gerçeklik duvarı gibi; değiştirilmiş anıların tosladığı bu devasa duvar, mağara alegorisindeki gölgeleri yalanlayan dış dünyanın hissettirdiği özgürleşmeden farksızdır aslında. Bireyin öznelliğiyle topluluğun nesnelliğinin çarpışmasından da bu ikilem doğuyor. Son tahlilde, kendini iyileştirmek için geçmişini büken birey kolektif hafıza ile gerçeğin çölüne sürülüyor ve ortaya parçalanmış olsa da sahtelikten uzak bir evren çıkıyor. Hikayede adı geçen ya da anıştırılan karakterlerin değil, o karakterlere ait hikayelerin toplum hafızasında daha çok yer ettiğine ve bu kolektif bilinç sayesinde görünmez mekaniklerin çalışmayı sürdürdüğüne inanmak zorundayız.

Hayatlarımıza baktığımızda zamanın kronolojik aktığını görürüz. Hafızalarımızda bu akış belirli gel gitler yaşar. Öykülerinizde gözlemlediğim tam da zihnimiz gibi lineer olmayan bir zaman. Karakterler kendi anılarında gidip zaman zaman geçmişi zaman zaman da bugünü anıyor.
“Kendi zamanımda yolculuk yaptığım kimi seferlerde abimi bir uçurumun eşiğinde günbatımı izlerken buluyordum.” özellikle bu cümleniz bana travma anlatılarında kullanılan dissiyatif zamanı çağrıştırdı. Siz bu dönüşleri kullanırken öykünün çekirdeğine travmaları mı yerleştiriyorsunuz?
Okumayı istediğim öyküler yazıyorum. Çevremi sadece kendi gözlüklerimi kullanarak görüyorum. Çekirdeğe ben neyi nasıl görürsem o şekilde giriyor ve dışavurumu deforme olmuş bir yapıyı andırsa da bu görece biçimsizlik aslında içimde yaşadığı metamorfozun bir yansıması oluyor sadece. Aynı şey zaman algım için de geçerli. Şimdiyi yaşarken aynı zamanda geçmişi ve doğal olarak da geleceği değiştirebildiğimiz zaman teorilerini bir kenara bırakırsak, çalıştığım tüm zaman kuramları bize zamanın düz bir çizgi şeklinde algılanması gerekliliğini dikte eder. Bu ısrar insan zihninin masalla gerçeği ayıramamasından kaynaklanıyor. Bunun işe yaradığı bilim dalları var elbet fakat söz konusu zaman olduğunda neyin gerçek, neyin kurmaca olduğunu çözemiyoruz. Bu bakış açısı sadece öykülerimde değil benim kafamda da yer etmiş durumda. Bu yüzden onlara güncel kullanımıyla travma gözüyle değil, yaşanmışlık etiketiyle yaklaşıyorum. Keşke demiyor, öyle olsaydı diye temenni etmiyor, gözlerimi kapatıp kendi zamanımda yolculuk yapıyorum. Gerçeği reddetmek olarak algılanmasını istemediğim bir anıları-değiştirme huyum var. İstediğim hale getirip onları tekrar tekrar yaşıyorum. Ne de olsa geri döneceğim zaman ve gerçeklik, benim için yaratılmış sıkıcı ve düz bir çizgi halinde ilerleyen “Tanrı’nın Zamanı”; bu yüzden kendi zamanımı yaratmama kim karışabilir ki?
Kurmacalarınızda kullandığınız mekânlara baktığım zaman arsa, asansör, oda, uçurum, ev gibi yerin iç dünyanın izdüşümü olarak tasvir edildiğini gözlemliyorum. Özellikle asansör metaforunun yükselirken karanlıklaşması okur açısından “eşik anı” yaratıyor. Bu ters algının oluşturduğu paradoksun öykünüze katkısını sizce okurlar nasıl değerlendirecektir?
“Lovecraftian Horror” açısından yaklaşabilirler. H. P. Lovecraft’in kurmacasında korkunun bilinmezlikle ilişkisi beni hep büyülemiştir. İnsanın hayatta kalmasını sağlayan duygulardan biridir korku. Sinemada, edebiyatta, resimde korku çeşitli biçimlerle işleniyor elbet fakat bahsettiğim temayla ele aldığımızda en ağır basan kısımlar bilinmezlik ve deformasyon. Korkunun zirve yaptığı an yaratığı ya da ruhu perdede gördüğümüz, yani bir nevi gizemin çözüldüğü an görünebilir, buna karşın Lovecraftian korkuda bu bilinmez varlığın bilinmeme durumunun devam etmesi ve bunun yarattığı tekinsizlik hali öne çıkmaktadır. Karşımıza çıktığını varsayalım; ikinci durum ölüm dışında kalan “bozulma”dır. Vücudun parçalarının kopması, yer değiştirmesi, uzaması, kısalması, farklı biçimlere girmesi, irade kazanması gibi acıyla harmanlanan bu deformasyonların insanda sebep olacağı tahribat odak noktamız haline gelir. Beynimizde vücudumuzun ufak bir haritası vardır, her şeyin yeri bellidir, değişmesi durumunda zihnimizin ve psikolojimizin yeni duruma alışması zaman alacağı gibi çeşitli ruhsal sıkıntıları da beraberinde getirir. Tıpta yabancı uzuv sendromu olarak da geçen bir hastalık da bu harita sebebiyle ortaya çıkar. Hayatta kalma dürtüsüyle doğaya hükmeden insanın en büyük korkularından birisi de kendisine yardımcı olacak organ ve uzuvlar üzerine olan hakimiyetini onların değişmesi ya da yok olması sebebiyle kaybetmektir. Bu korku kendini en çok düşlerde gösterir.
Asansör metaforu aslında benim yıllar önce gördüğüm bir rüya. Bu rüya gençliğimden beri stresli bir gün geçirdiğimde kendini tekrarlamıştır. Asansör binada son katta durmalıdır ama durmaz, çıkar gider, bilmediğim karanlık, kapalı yerlere gider ve hem yükselir, hem aynı kalır. Bu sadece zihnimdeki beden haritasının değil, çevremdeki nesnel haritanın da bozulmasına işarettir. Korku beni bu noktada yakalar.
Tıpkı asansörde olduğu gibi, diğer mekanlarda da “Lovecraftian Horror” temasıyla çözümlemeler yapılabilir. Bu öykülerin altında benim bile keşfetmemiş olduğum korkular olabilir.
Babanın bir evladı yok ederken diğerini var etmesi kardeşler arasındaki dinamiği nasıl etkiler?
Hanımla evlenmeden önce çocuk düşünürsek iki tane olmasını dilediğimi söylerdim, o ise kardeş sahibi olmanın iyi bir şey olmadığını, bu yüzden tek çocuğun yeterli olacağını savunurdu. Görece huzurlu bir ailede büyüdüğüm için onun ailesinin çalkantılı yaşantısını bir türlü idrak edemiyordum.
Aradan geçen yıllar bize kızımızı bağışladı. Hayatımızı kökten değiştiren bu minik varlığın emeklediği her yere bakıp bunun bir defa gerçekleşmesini, ikinci defa yaşanmasına lüzum olmadığını hissetmeye başladım. Tek bisiklet, tek kolej, tek düğün, tek sevgi. Ben sevgimi bölmek istemediğim için her şeyimi kızıma vermeyi seçtim. Eşim benimle aynı fikirde olsa da onun bu kararı almasında kardeşleriyle yaşadıklarının muazzam etkisi oldu.
Tarlalarda, ev yapımında, bahçe düzenlemede, sofraya ekmek getirmekte ihtiyaç duyacağımız kardeş sayısının önemli olduğu dönemler kapandı artık. Bizler tarlaların değil, şehirlerin çocuklarıyız. Çocuk ihtiyacının artık kapital sisteme göre düzenlendiği, buna kılıflar uydurulduğu ve toplum mühendislerinin dayattığı normlarla aile içi dinamiğin belirlendiği distopik evrenimizde birden çok evlada sahip olmak geleneksel bir bakış açısı olarak elim bir çatışma yaratır. Kardeşlerin olduğu gibi anne ve babanın da bölünmesi kaçınılmazdır. Antropolojik bir yaklaşımla erkeğin temel amacının soyunu devam ettirmek dürtüsüyle çoğalmak olduğunu varsayarsak, sevgi, empati ve ilgi kavramlarının geri planda kalmak durumunda olduğunu söyleyebiliriz. Sırasıyla ilerleyen yerleşik düzen, aile, aitlik fikirleri sonrasında modern zamanlarda bu geleneksel bakış açısına sıkışmış kavramların ön plana çıkması az önce bahsettiğim toplumsal mühendislik sayesinde mümkün olmuştur.
Baba bunun neresindedir? Sevgi göstermeyi yeni öğrenen bir babanın çocuklarından hangisi ihmal edildiğini hisseder? Evlatlardan hangisi bir uçurumun kenarında yok olmayı beklerken ötekinin gözü arkada kalır? Bu düşünceler silsilesi kitabın adının belirlenmesinde etken oldu. Babanın kardeşlerden birinde yokluğu bir diğer kardeşte varlığı olamıyor aslında. Nihayetinde bir kardeş diğerinin yarısıdır; birindeki baba varlığı diğerindeki yokluğu silemiyor.
Kitapta yer alan birçok öykünüzde nesneler canlanırken bedenler soyutlaşıyor. Bu anlatı tercihi size göre gerçekliğin aşınması mı, yoksa hikayenin psikanalitik alt yapısını mı güçlendiriyor?
Bunun benim hayal gücümün diğer insanlarınki kadar netliğe sahip olmamasıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Gerçekçilik ve benzeri akımlar sayesinde yazılı anlatıma giren ya da en başından beri edebiyatın mihenk taşı olarak kendine yer edinen beden ve yüz tasvirleri gerek okurken gerekse yazarken bende anlam kaymasına uğramıştır. Bir insanın alnı ya da elmacık kemikleriyle alakalı tasvirlerin o kişinin gözümün önünde canlanmasında bana başka okurlarda olduğu kadar yardımcı olamadığını hissettim hep. Yazdığım öykülerde ya da roman taslaklarında da aynı durum söz konusu. Yüz, beden, duruş gibi tasvire muhtaç öğeleri doğru betimlemekte zorlanıyorum. Bu betimlemeleri insan olmayan varlık ya da nesnelere yüklemek çok daha kolay gelmiştir bana. Bunun altında yatan psikolojik bir durum vardır elbet, bedenden çok karakterin bende bıraktığı duygusal izler öne sürülebilir mesela, fakat gerçekliğin bana yetmediği alanlarda nesnelerin sürreal gölgesinin yardımıma koşması hoşuma gidiyor.
“Fakat aynı adam, şimdi yanımda oturmuş bana metne ekleyemeyeceğim çeşit çeşit küfürler, tehditler ve hakaretler savuruyordu…” Kabil’in Hafızası öykünüzdeki bu pasajda edebi metinlerin dilinin temiz ve seçilmiş olması gerektiği oysa babanın bu üslubunun çiğ kalışı vurgulanıyor. Bu sahneyi göz önüne alarak edebi dil ile gerçek hayattaki dil arasındaki çatışmayı bilerek mi büyüttünüz?
Edebi dil kaygısı içimde büyümeye başladığında yaşadığım sokakların yarattığı tezat ilk zamanlarda hoşuma gidiyordu. Fiziksel değil, zihinsel anlamda belirli bir zümreye ait hissetme duygusu yaşadığım yerin tatsızlığını gideriyordu. Lakin bir süre sonra bu dil samimiyetten uzak bir tat vermeye başladı. Argonun dilin içinde olmaması fikri katlanılmaz geliyordu. Bu yüzden bir süreliğine yeraltı edebiyatı okumaya başladım. Fakat bu kez de beklediğimden fazla kirli ve gerçekçi bir dille karşılaştım. İkisinin ortası olmalı mıydı diye düşünmekten kendimi alamasam da yavaş yavaş temiz ve seçkin dil yönüne doğru eğilim göstermeye başladım. Bunda yaşın ilerlemesi ve seçtiğim mesleğin getirdiği zorunluluklar da var elbet. Fakat en büyük neden olarak gerçek hayatta yeterince aldığım tekdüze sohbetin aynı şekilde eserlerde de bulunmasının bende o zaman neden okuyorum düşüncesini uyandırması olabilir. Kitap okumak bir kaçış olmuştur benim için. Kaçtığım yerde de her gün karşılaştığım insanlarla yüzleşeceksem, neden okuyayım ki?
Son sorumu yine Kabil’in Hafızası öykünüzden yola çıkarak biraz daha öznel sormak istiyorum. Kabil’in Hafızasında yer alan anlatıcının ya da yazanın uçurumun kenarında gördüğü abi tasviri aslında abi değil de içinde öldürülen masumiyeti olabilir mi? Yıllar boyunca yanlış kişiye yas tutmuş olabilir mi?
Burada devreye yine hafızanın Freudyen tasası giriyor. İkinci erkek çocuğun rol model olarak alması düşünülen iki kişiden birisidir büyük ağabey. Babayla erkek çocuk arasındaki devasa tartışmayı birinci elden gözlemler ve hangisini örnek alması gerektiğini düşünmekle geçer çocukluğu. Her ikisi de iyi ve her ikisi de sakınılması gereken huyların sahibidir; Baba oğlunun hem kendisi gibi olmasını hem özgün bir karaktere sahip olmasını beklerken, ilk oğul ise babadan nefret etmekle ve kaçınılmaz olarak ona benzemeye mahkûm olmak arasında bocalar durur. Bu çatışmanın neresindedir ikinci erkek evlat? Bir gözü hayranlık beslediği fakat aynı zamanda korktuğu babada, bir gözü aldığı her yaşta babaya benzeyen ağabeydedir. Mitolojide, efsanelerde, kralların hikayelerinde çatışmaların odağında ilk erkek evlat vardır, ya babası gibi bir kral olacaktır ya da onun tam karşıtı. Büyük kavgaların ve efsanevi çatışmaların iki oyuncusudur. Neredeyse hiçbir mitin odağında ikinci evladın kahramanlığı yoktur, ya babayı ya ağabeyi ezecektir hikaye. Nadiren hayal kırıklığı yaratan büyük ağabeyler dışında durum hep böyledir. Ailenin, klanın, kabilenin ve bir açıdan toplumun eril hafızası da bu iki karakter arasında pay edilir. Bu yüzden modern zamanlarda bile ikinci evlat ne babayla layığıyla çatışma yaşayabilir ne de büyük ağabeyiyle. Kavgasının ne olduğunu bilmeden bir şeylerle ve kendisiyle sürekli bir kavga içerisindedir. Masumiyetin ölümü müdür, bilemem. Bildiğim, çatışmanın sonunda kaybeden ve hafızayı yüklenip aile için biçimlendirmek zorunda kalan ikinci erkek çocuk olur. Bu hikayede yasını tuttuğu aslında masumiyet değil, hafızanın yükünü ne babaya ne de ağabeye benzeyemeden taşımak zorunda kalmasıdır.



















