Alt Satır: Ayla Burçin Kahraman | Semrin Şahin

Aralık 16, 2025

Alt Satır: Ayla Burçin Kahraman | Semrin Şahin

Bazı cümleler, bir kitabın ya da filmin içinde saklanmış halde karşımıza çıkar ve bir anda düşünce biçimimizi, hatta hayat yolumuzu değiştirebilir. Yazarlık da böyle değil midir zaten? İçimize düşen küçük bir kıvılcımla başlar, sonra bizi adım adım geliştiren bir serüvene dönüşür.

Bu söyleşide, yazarların kendi ilham kaynaklarına, yazma alışkanlıklarına ve iç dünyalarına samimi sorularla dokunuyoruz. Her yanıt bir sahneye dönüşüyor, her sahne okura yeni bir kapı aralıyor.

Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabı “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlar. Sizin şimdiye kadar okuduğunuz kitaplar arasında hayatınızı değiştirmese bile etkilendiğiniz, okumasaydım çok şey kaybederdim diye düşündüğünüz bir kitap var mı?

Hayatımın tamamen yönünü değiştiren bir kitap olmasa da, “Okumasaydım çok şey kaybederdim,” dediğim eser, Albert Camus’den Yabancı.

Yabancı, bana hayatın hiçbir mantığa sığmayan yanları olduğunu gösterdi. Her şeyin bir nedeni olmak zorunda değilmiş, sadece var olmak da yeterliymiş dedim kitabı bitirdikten sonra. Meursault, beni hayatın doğal bir rehberi ya da önceden belirlenmiş bir amacı olmadığı gerçeğine götürdü. Bu sarsıcı farkındalık, başlangıçta beni huzursuz etti ancak nihayetinde dışarıda aramak yerine anlamı, kendi eylemlerimle yaratma sorumluluğu bilincini uyandırdı. Kısacası, Yabancı benim için bir roman olmaktan öte, hayatın anlamsızlığı içinde kişisel anlamımı bulma kılavuzu oldu.

Yazmaya başlamanıza ya da yazı biçiminizi dönüştürmenize ilham olan bir film oldu mu? Olduysa hangi sahne sizi etkilemişti, bizimle paylaşır mısınız?

Bu sorunun bana sorulmasını yıllardır bekliyor olabilirim. Keyifle cevaplayacağım. Yazı biçimimi dönüştüren, özellikle anlatım kurgusuna dair bana ders veren bir filmden bahsetmek isterim: Alejandro Amenábar’ın yönettiği The Others. Bu film, atmosferi ve gerilimi kullanma biçiminden çok finaldeki ters köşesi nedeniyle benim için bir mihenk taşıdır.

Beni en çok etkileyen sahne, filmin son dakikalarında annenin (Nicole Kidman) gerçek durumu idrak ettiği büyük ifşa anıdır. Bu an, izlediğim bütün o kasvetli, gerilim dolu saatlerin anlamını kökten değiştirerek beni uzunca bir süre etkisi altında tuttu. Kurmaca bir eserde son cümlenin gücünü göstererek yazılarımda okuyucuyu kasten yanlış yönlendirme sanatını keşfetmemi sağladı. O filmden sonra öykülerimde okuyucuyu şok eden ters köşeler finaller kurgulamaya başladım. Bugün sık sık kullandığım bu tekniğin ilham perisi o kasvetli malikânenin içinden geliyor sanırım.

Haruki Murakami, yazarlığın bedensel güç gerektirdiğini ve her gün koştuğunu ya da yüzdüğünü anlatır. Sizin düzenli bir spor alışkanlığınız var mı? Varsa bu fiziksel pratiğin yazma sürecinize etkisi nedir?

Ben de yazarın o masada oturma gücünün, fiziksel bir denge gerektirdiğine inanıyorum ama bu konuda çok bilinçli bir Murakami taklitçisi olduğumu söyleyemem. Son zamanlarda düzenli spor alışkanlığı edinmeye çalışıyorum, evet. Ama bu daha çok ufak tefek sağlık sorunlarımdan kurtulma amaçlı. Haftanın belirli günleri yürüyüş yapıyorum ve bir süredir de reformer pilates eğitimine gidiyorum.

Dürüst olmak gerekirse bu fiziksel pratiğin yazma sürecime net bir etkisi olup olmadığını henüz bilmiyorum. “Şimdi on kilometre koştum, bakın ne kadar harika bir paragraf yazdım,” gibi bir deneyimim yok. Kısacası, spor benim için sağlıklı yaş alma kaygılarımla başa çıkma yöntemi. Arka planda, yaratıcı motorumu sessizce yağlayıp yağlamadığını sanırım zaman gösterecek.

Virginia Woolf, “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın…” diyerek birçok kadına yazma cesareti verir. Bu sözden yola çıkarak, siz yazmaya yeni başlayan birine ne tavsiye ederdiniz? Bir yazarın en başta hangi gerçeğe ya da duruma hazırlıklı olması gerekir sizce?

Virginia Woolf’un tespiti, yazmanın dışsal koşullarını belirler. Benim yazmaya yeni başlayan birine vereceğim en önemli tavsiye, en başta içsel bir sorgulamaya hazır olması gerektiğiyle ilgili.

Yazarın hazırlanması gereken en önemli durum, kendisiyle yapacağı dürüstlük sözleşmesidir. Neden yazıyorum, sorusuna verilecek cevabının asla ün, para ya da alkış olmaması gerektiği en baştan bilinmeli ve kabul edilmelidir. Bir yazarın yazmaya başlamadan önce masaya oturmasının tek nedeni, o hikâyeyi başkasının değil kendisinin yazmak zorunda olduğu hissi olmalı bence. Çünkü yazarlık uzun, zorlu ve çoğu zaman karşılıksız bir süreç. Dışarıdan gelecek takdir ya da maddi başarı umudu en ufak bir zorlukta tükenir. Eğer nedeniniz, içinizdeki o zorlayıcı ses değil de dışsal bir beklentiyse süreç sizi çok çabuk yıpratacaktır.

İnsanlar genelde okudukları kitabın altını çize çize okur. Peki siz bir yazar olarak kendi yazdıklarınız arasında altını çizeceğiniz bir cümle seçseniz, hangisi olurdu? Neden?

Bir öykümde geçen ve hayatın tüm yapay farklarını reddeden şu satırlarımın altını çizerdim galiba.

“Ölünce herkes eşitleniyordu demek. Yaş, boy, kilo farkı kalmıyor. Ölümün yaşı tekti ve son nefesini verdin mi, kimliğinde ne yazarsa yazsın adın ceset oluyordu.”

Ölümün nihai ve tartışmasız eşitliğini özetleyerek yaşamdaki tüm sosyal hiyerarşiyi, unvanı, statüyü ve geçici değeri sarsan dürüst bir yargı barındırıyor bu satırlar. Hayatın tümünün üzerine inşa edilmesi gereken “öz gerçeği” hatırlatıyor bana.

Yorum yapın