Alt Satır: Deniz Saatkaya Eldam | Semrin Şahin

Eylül 1, 2025

Alt Satır: Deniz Saatkaya Eldam | Semrin Şahin

Bazı cümleler, bir kitabın ya da filmin içinde saklanmış halde karşımıza çıkar ve bir anda düşünce biçimimizi, hatta hayat yolumuzu değiştirebilir. Yazarlık da böyle değil midir zaten? İçimize düşen küçük bir kıvılcımla başlar, sonra bizi adım adım geliştiren bir serüvene dönüşür. Bu söyleşide, yazarların kendi ilham kaynaklarına, yazma alışkanlıklarına ve iç dünyalarına samimi sorularla dokunuyoruz. Her yanıt bir sahneye dönüşüyor, her sahne okura yeni bir kapı aralıyor.

Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabı “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlar. Sizin şimdiye kadar okuduğunuz kitaplar arasında hayatınızı değiştirmese bile etkilendiğiniz, okumasaydım çok şey kaybederdim diye düşündüğünüz bir kitap var mı?

Her okuduğum kitap beni biraz değiştirir. Kimisi biraz daha çok. Yuva da öyleydi. Judith Hermann’ın anlatımı, okuru elinden tutarak değil, mesafe koyarak yaklaştırıyor. Bu romandaki kadın karakterin, kendi geçmişini ardında bırakıp sahil kasabasındaki sessiz yaşama çekilişi — o görünüşte sakin ama içten içe çok gürültülü yalnızlık hâli — bende uzun süre kaldı.

Benim için Yuva, büyük kırılmaların sessizce yaşandığı, karakterlerin bağırmadan yavaşça birbirinden uzaklaştığıbir metin. Okurken hep şöyle düşündüm, Acaba hepimizin içinde, kimseyle tam olarak paylaşamadığımız, yalnızca sessizce sürdürdüğümüz bir “yuva kurma” çabası mı var? Hermann bu soruyu doğrudan sormuyor ama karakterin davranışlarıyla sezdiriyor.

Yazmaya başlamanıza ya da yazı biçiminizi dönüştürmenize ilham olan bir film oldu mu? Olduysa hangi sahne sizi etkilemişti, bizimle paylaşır mısınız?

Bir film sahnesinin zihnime yerleşip yazma biçimimi etkilediği zamanlar oldu. Andrey Zvyagintsev’in The Return (Vozvrashchenie) filmi tam olarak böyleydi.
Geçmiş hiç anlatılmadan nasıl sezdirilir sorusu için inanılmaz iyi bir cevap. Babanın neden gittiği, oğullarını neden yıllarca bırakıp sonra birden geri döndüğü film boyunca hiç anlatılmaz — ama film bu belirsizlikten dolayı hiçbir şey kaybetmez. Etkileyiciliği bozulmaz. Aksine, anlatılmayanlar her izleyicide ona özel bir katman yaratır.

Bu yönüyle The Return, bir hikâye anlatırken neyi söyleyeceğinize değil, neyi dışarıda bırakacağınıza karar vermek açısından adeta bir ders kitabı gibi. Yazarken hep anlatma eğilimi olur ya — ama bazen kelimelerle değil, eksiltmelerle anlatmanın ne kadar güçlü olabileceğini o filmle anladım. Yaratılan sessizlik ya da buna boşluk diyebiliriz, bazen hikâyenin asıl yükünü taşır.

Haruki Murakami, yazarlığın bedensel güç gerektirdiğini ve her gün koştuğunu ya da yüzdüğünü anlatır. Sizin düzenli bir spor alışkanlığınız var mı? Varsa bu fiziksel pratiğin yazma sürecinize etkisi nedir?

Düzenli bir spor alışkanlığım var diyemem ama yürümek, özellikle de doğada yürümek, birçok yazar için olduğu gibi benim için de vazgeçilmez. Ağaçların arasında ya da deniz kenarında yürürken, çok ünlü bir yazar olacağıma dair bir güç pompalanır vücuduma. Yürüyüşüm değişir.😊 Doğa inanılmaz bir uyaran. Yürüyüşün daha onuncu -on beşinci dakikasında fikirler, sahneler, sesler birbiri ardına zihnime düşmeye başlar.

Yeni bir öykü fikri arıyorsam ya da yazdığım öykü bir çıkmaza girdiyse, yürümek her zaman iyi gelir. Dönüş yolunda o tıkanıklık çözülmüş olur, ya da en azından onun etrafında dolaşabileceğim bir yol açılmıştır.

Virginia Woolf, “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın…” diyerek birçok kadına yazma cesareti verir. Bu sözden yola çıkarak, siz yazmaya yeni başlayan birine ne tavsiye ederdiniz? Bir yazarın en başta hangi gerçeğe ya da duruma hazırlıklı olması gerekir sizce?

Ama o odada, masa başında hemen iyi bir metin yazılmaya başlanmıyor. O sessizlik içinde ne yapacağını bilmediğin, kelimelerin seni yarı yolda bıraktığı, kendinden şüphe ettiğin anlar da var. Yazarlık çoğu zaman tek başına yapılan, içe dönük bir yürüyüş. “Yumruk yemekten korkuyorsan asla bir boksör olamazsın. Bir şampiyon olmak için sayısız yumruk yemen gerekir.”
Yazarlık da böyle. İyi bir metin ortaya çıkarmak için, sayısız kötü metin yazmayı göze alman gerekir. Sayısız eksik, kaba, olmamış cümle… Ve iyi bir kitabın arkasında, defalarca alınmış olumsuz dönüşler, sessiz bekleyişler, görünmeyen denemeler… Yazarlık, en çok vazgeçmeyenlerin işidir.Kırıldığında devam edebilenlerin. Uzun geceler yazdıklarını çöp kutusuna attıktan sonra yeniden başlayabilenlerin.

İnsanlar genelde okudukları kitabın altını çize çize okur. Peki siz bir yazar olarak kendi yazdıklarınız arasında altını çizeceğiniz bir cümle seçseniz, hangisi olurdu? Neden?

Açıkçası ben biraz “kill your darlings”ciyim. Yazdığım bir metinde herhangi bir cümle tek başına öne çıksın, parlasın istemem. Eğer öyle bir cümle varsa içim kan ağlayarak da olsa silerim. Tamam, kabul, önce biraz keyfini çıkarırım.

Çünkü isterim ki, parlayan şey o tek cümle değil, cümlelerin bir araya gelerek yarattığı metnin bütünü olsun. Bir cümle diğerlerini bastırmasın, bir sahne metni ele geçirmesin.

Yorum yapın