Üstünden 20 yıl geçmiş ve pek popüler olmamış bir kitap hakkında yazmak çok da alıcısı olan bir şey değil. Ancak şuraya dökeceğim cümlelerin mutlaka okurunu, iyi öyküyü arayan, bulunca velinimetini bulmuşçasına sevinen o okuru bulacağına inanıyorum.



Tarihçi kökenli olmanın bana kattığı şeylerden biri, hayattaki her şeyin tarihin bir parçası olduğunu bilmek, her şeye tarihin malı gözüyle bakmaktır. Bu yüzden bu kitaptaki öyküleri de bu gözle okudum. 2000’li yıllara götürdü beni bu öyküler. 2000’ler de tarihtir. Dünya üzerindeki toplam bilginin ikiye katlanma hızı birkaç saate kadar düşmüşken beş-on yıl öncesi bile tarih sayılabilir. Kitapta o acı-tatlı yıllarda yazılmış pırlanta gibi 25 öykü var. Üstünden 20 yıl geçmiş, çok da popüler olmamış bir kitap hakkında yazmamın esas sebebi de budur.
Kitabın Egeli bir yazar tarafından yazıldığını belli eden şey, sadece içinde geçen yer isimleri değil. Onları kaldırsanız bile yazarın Egeli olduğu, öykülerin Ege’de geçtiği kendini belli eder. Bu cümleler ancak Ege’nin yumuşak toprağında, ılıman ikliminde yetişmiş bir yazardan sadır olabilir. Ege kitaba baştan sona sinmiş, demek abartı olmaz.
Bazı öykü kitapları sadık okura yazılır. Yazarın “ne yazsa okurum” diyen okurlarına. Başkaları o kitaplara, o öykülere bir türlü giremez. Kan uyuşmazlığı gibi bir şey. Büke’nin Çiğdem Külahı eserinde böyle bir hava sezmedim. Herkese yazılmış, herkese konuşan öyküler bunlar. İçine girmek için takım elbise giyip destur çekmek gerekmiyor. İlk cümleleri okuyunca içlerine girmiş oluyorsunuz. Öyküler insanı etkileyen bir ustalıkla yazılmış. Hele ki kitabın yazarın henüz ikinci kitabı olduğunu düşününce hayranlığınız da artıyor. Taşranın mahallelerinde geçen öyküler, iyiyi de kötüyü de sansürlemeden gerçek hayattan koparılmış, estetik bir sunumla kitaba yerleştirilmiş kesitler gibi. Taşra hikayelerini sevmeyenleri bile içine alabilecek bir hoşluğa sahipler.
Kitap ilkin 2006’da çıkmış. İlk baskının arka kapak yazısında Büke’den “genç kuşak öykücülerimiz”den biri olarak bahsediliyor. Sonraki baskılarda “genç öykücülerimiz” ibaresi kaldırılmış. Hayat değişmiş, yazar değişmiş, arka kapak yazısı değişmiş. İşte size tarih. Yazar şu an 55 yaşında, kemal yaşına doğru hızla gitmekte. Öyküler 2003-2006 yılları arasında yazılmış. Sözgelimi 2003’ten, 2004’ten 2025’e bir çizgi çekin. Bu çizginin içinde hangi travmalar, hangi şoklar yok ki. Bu süreçte Türkiye neler görmedi. Hangi kabuslar içinde kavrulmadı. Hangi badireleri atlatmadı. Gelin de bu kitaba bir tarih malzemesi gözüyle bakmayın şimdi.
Bu 20 yıllık süreçte en basitinden “mahalle” denen şey büyük şehirlerden çekildi. Zaten can çekişir bir hali vardı. Şimdi kârını itmam etti. Oysa kitaptaki öykülerin hemen hepsi bir mahallede geçiyor. Ege taşrasında, iyinin de kötünün de bolca bulunduğu mahallelerde. Komşular var bu öykülerde. İnsanlar ta üç-dört bina, hatta iki-üç sokak ötede yaşayan insanların bile hayatlarını biliyor. Oysa şimdi, alt komşumuz ölse, bunu ancak binayı saran kokudan anlayabiliyoruz. “Komşu” denen şey tamamen yok olmadıysa da iyice ufaldı. Eskiden mahalledeki herkesi komşu bilirdik. İki-üç sokak arkadaki Şadiye Teyzelerin, Burhan Amcaların bile hayatlarının gidişatını az çok bilirdik. Şimdi aynı apartmanda yaşayan onlarca kişi birbirine selam bile verirken on kere düşünüyor.
Paldır küldür geçen yılların ardından bakınca, eski zamanlardan seslenen böyle öyküleri okumak artık bir tarih kitabı okumak gibi geliyor. Sözgelimi bugün var olmayan pek çok şey Büke’nin öykülerinde var; o öykülerde var olan pek çok şey de bugün yok. Komşuyu ve mahalleyi yukarıda zikrettim. Sonra bu öykülerde Çolak Üsen var, Müberra Teyze var, peynir tüccarı Halit Bey var, Çiçek Nene ve Yeter Abla var. Hepsinin ortak noktası gerçek insanlar olmaları. Bugünün büyük şehir insanının zihnindeki karakterler ise böyle iyisiyle kötüsüyle kanlı canlı insanlardan ziyade sanal kişiler. “Tanıdık” diye zihnimize bir şekilde yer etmiş insanların çoğu sosyal medya fenomeni, fenomen bile olamamış anonim kişiler, sosyal medyadan takip ettiğimiz ve arada bir “Yürü be aslanım!” dediğimiz siyasetçiler, bir de kendi reklamını yapıp ekmeğinin peşinde koşan sıradan insanlar… Hepsinin ortak noktası sanal olmaları. Akşamüstü onlarla çay-kahve içmeye gidemezsiniz. “Modernite çok kötü ühü ühü” diye ağlamak için yazmıyorum bunları. Onları yazacağımız yılları çoktan geçtik. Artık hayat böyle ve bununla inatlaşmamak gerek. Sadece bir öykü kitabını bir tarih kitabı gibi kullanarak aradaki bu farkı görmüş olmanın bende bıraktığı tesiri paylaşıyorum.
Aradan geçen bu senelerde toplumun bir yarılma yaşadığını söylemek bile mümkün. Hal böyle olunca bu öyküler yazıldıkları günden bile daha değerli oluyor bugün. Ayrıca üstünden bu kadar yıl geçmiş klasik bir öykü kitabını bugün öykü estetiği açısından değerlendirmenin -en azından bence- pek bir anlamı yok.
Bir yanda halkın, istediği partiler yıllardır bir türlü kazanamadığı için bunalmış olan yarısı; öbür yanda istediği partiler sürekli kazansa bile, diğer yarının mutsuzluktan kırılması yüzünden kendi kıvancını da yaşayamayan, “bir şey kazandık ama ne kazandık” diye düşünen diğer yarı. Ve bu iki yarıyı da şiddetli bir deprem gibi vuran, hiçbir zaman bitmeyecekmiş gibi sürüp giden ekonomik kriz. Merak ediyorum, üstümüzden kamyon gibi geçen bu yıllar olmasaydı işte böyle eskide kalmış kitaplardan yine bu kadar zevk alır mıydık? İnsan Çiğdem Külahı’nı okuyunca, “Acaba kendimi 2004’te bir odaya kilitleseydim da bugünlere gelmeseydim ne olurdu?” diye düşünmekten alamıyor kendini. Ama tabii hayat bu, acı da var tatlı da. Her zaman karpuzun çekirdeksiz tarafını yiyemiyoruz. Her zaman başkarakterin sevdalısına kavuştuğu öyküler okuyamıyoruz; bazen hayatı çekilmez kılan heves kırıcıların, kurumuş göllerin, yaprağı dökülmüş ağaçların, kimsesiz âvâre çocukların da hikayelerini okuyoruz. Hani Cenab Şahabeddin der ya:
“Bir istiyor insan onu, bir istemiyor, âh
Sevmek bile doğmak gibi, ölmek gibi bir şey!”
Edebiyat da hayat da böyle; doğmak gibi ölmek gibi şey. Bazen içinde kalmak da, dışına çıkmak da zorlaşıyor. Biz ise, zamanın şerrinden, iyi öyküye, iyi edebiyata sığınıyoruz.



















